Asr-ı Saadette Ramazan
Asr-ı saadet, Hz. Peygamber (S.A.S.)in risaletiyle (610 M.) başlar. Ramazan ayında orucun farz kılınışı ise, Hicret (622 M.)in ikinci yılında olmuştur. Buna göre Allah’ın Rasûlü, hayatında tam dokuz kez Ramazan ayını idrak etmişlerdir. Bunun dördü 29 gün, beşi de 30 gün olarak yaşanmıştır.
Ramazan ayında orucun başlangıcı rü’yet-i hilâl ile belirlenirdi. Çünkü bu bir emr-i Nebî idi. Ramazan hilâli görülünce oruca başlanır, Şevval ayının hilâli görülünce de bayram edilirdi. Havanın bulutlu olması durumunda ise, Şaban ayı otuza tamamlanır, sonra oruca başlanırdı. Aynı durum Ramazan ayı sonunda da geçerli olmaktaydı. Şevval ayının hilâli görülmez ise oruç otuza tamamlanır, sonra bayram edilirdi. Bu konuda asr-ı saadette en küçük bir ihtilaf yaşanmadı.
Arabî ayların bazan 29, bazan 30 çekmesi kamerî takvimin özelliklerindendir. Bu itibarla, Ramazan ayının bazan 29 çekmesi çok doğaldır. Avam arasında Ramazan ayının 29 çekmesin-den dolayı "Bu sene de bir günü yediler!.." gibi yaygın söylentilerin hiçbir ilmî ve dinî dayanağı yoktur.
Asr-ı saadette Ramazan ayını oruçla karşılamak gibi bugün yaygın olan bir âdet yoktu. Bu konudaki Hz. Peygamber (S.A.S.)in ikazı, Sahabîleri dikkatli davranmaya sevkediyordu. Rasûlü Ekrem, Ramazan ayına bir kaç gün kala hiç kimsenin orucu karşılama gibi bir tavırla oruç tutmaması gerektiğini önemle vurguluyordu.
Ancak, daha önce devamlı tutmakta olduğu bir oruç varsa, onun da âdetini bozmaması gerektiği, mutadı olan orucunu Ramazan öncesi günlere de rastlasa tutabileceği hatırlatıyordu. Mutad olan oruçtan maksadın, yine asr-ı saadetteki tatbikata göre, Hz. Davud (A.S.)ın orucu gibi gün aşırı tutulan oruç olduğu, aylık üç gün (13.14.15. günlerde) ve haftalık iki gün (Perşembe ve Pazartesi günlerde) tutulan oruçlar olduğu açıktır.
İşte bu belirtilen oruçların dışında kişinin ayrıca bir oruç tutarak Ramazan ayını oruçla karşılaması Allah Resûlü’nün yasakladığı bir durumdu.
Asr-ı saadette görmediğimiz ama günümüzde bir hayli yaygın diğer bir tatbikat da üç aylar orucudur. Ramazan ayını da içine alan bu oruç zinciri, halkın çok rağbet ettiği bir ibadet konumuna bürünmüş, hatta tutulması zarurî ve dinin emri imiş gibi telakkî edilmeye baş-lanmıştır. Bu, bazı sakıncaları da beraberinde getirmektedir.
Bilindiği gibi Hristiyanlar da dinlerinde aşırı gitmek ve ibadetlerini çoğaltmak suretiyle yollarını şaşırdılar ve sapıttılar. Zira, çoğalttıkları emirleri ve ibadetleri yerine getirmekte güçlük çektiler, nihayet takat getiremeyip hepsini ter-kettiler. Bu yüzden Sahabe-i Kiram bu konuda çok hassastı. Devr-i saadette farz ibadetlerin dışındaki nafilelerin kurumsallaştığı görülmez.
Ramazan orucuna başlamadan önce sahura kalkmak, Hz. Peygamber Efendimizin başlattığı ve asr-ı saadette canlı olarak uygulanan sünnetlerdendir. Çünkü, sahurda bereket olduğunu söyleyen bizzat Allah’ın Resûlü’dür. Sahuru geciktirip iftarı erken açma işi de asr-ı saadette uygulanan bir tatbikattı. Yani, gecenin en son vaktinde sahur yenir, akşamın ilk vaktin de de iftar edilirdi.
Asr-ı saadette gördüğümüz bir başka Islâmî gelenek de Ramazan ayındaki yemek davetleridir. Varlıklı sahabîler, bu ay süresince fakir ve kimsesiz müslü-manlara yemek ikram ederlerdi. Özellikle Mescid-i Ne-bî’de kalmakta olan ehl-i suffayı evlerine götüren zengin müslümanlar, onlarla birlikte iftar etmekten zevk duyar, sevap umarlardı.
Vasile B. Erka’nın anlattığına göre, yine böyle bir Ramazan gününde sürekli iftara götürül-meye alışmış bulunan ehl-i suffayı yemeğe götürmeye hiç kimsenin gelmediği görüldü. O gün ehl-i suffa bir şey yemeden sabahladılar. Ertesi gün gece de kimse gelmedi. Bunun üzerine ehl-i suffadan bir grup Rasûlüllah (S.A.S.)e gittiler. Durumu anlattılar.
Hz. Peygamber (S.A.S.), zevcelerinden her birine yanlarında yiyecek olup olmadığını sormak üzere adam gönderdi. Onların hepsi de, yanlarında yiyecek hiçbir şey bulunmadığına yemin ettiler. Bunun üzerine Rasûlüllah ehl-i suffanın toplanmalarını istedi. Toplandıklarında şöyle dua ediyordu:
"Allah’ım, senin fazlından ve rahmetinden istiyorum. Rahmet senindir, senden başka kimsenin değildir".
Allah’ın Rasûlü daha duasını bitirmemişti ki birisi çı-kageldi. Kızarmış bir koyun ve ekmek getirmişti. Hz. Peygamber (S.A.S.), gelen yiyecekleri onların önlerine konmasını emretti. Onlar da doyuncaya kadar yediler. Sonunda Rasûlüllah Efendimiz ashab-ı suffaya dönerek şöyle buyurdu:
"Biz, Allah’ın lütuf ve rahmetini istemiştik. İşte Allah’ın bize lütfü. Rahmetini de öbür dünyaya bıraktı."
Asr-ı saadetteki bu yemek davetlerinin günümüzde de bütün canlılığıyla Ramazan aylarında devam ettiğini kaydetmek gerekir.
Savaş da dahil olağanüstü hiçbir hadise Ramazan ayında asr-ı saadetteki müslümanları etkilemezdi. Onlar, İslâm’ın müdafaası için düşmanla savaşmaktan kaçınmazlar, oruçlu oldukları halde cephelerde çarpışırlardı. Halbuki, seferi durumlarda oruç tutmama ruhsatı vardı. Buna rağmen azimetle hareket edip oruç tutan ve muharebe eden çok sayıda sahabîye rastlamak mümkündü.
Asr-ı saadette sosyal ve ekonomik hayat hiçbir değişikliğe uğratmaksızın Ramazan ayında da aynen devam ederdi. Herkes beşerî ilişkilerini mutad-ı veçhile sürdürür, ticaret hayatına ve günlük işlerine devam ederdi. Oruç diye istirahate çekilme gibi bir itiyatları yoktu. Günlük hayatla bazan o kadar içice yaşarlardı ki, unutarak yiyip içtikleri ve orucu bozucu diğer hatalara düştükleri bile görülürdü.
Uzun bir süredir artık Ramazan ayı ve orucu ile özdeşleşmiş bulunan Teravih Namazı ise, bugünkü gibi olmasa bile o gün de Saha-be-i Kiram’ın rağbet ettiği bir ibadetti. Dinlenmek de-mek olan Terviha’nın çoğulu Teravih namazını ilk kıldıran Hz. Peygamber Efendi-mizdir.
Hz. Aişe (r. anha)nın ifadesine göre, Rasûlüllah (S.A.S.) bir gün mescidde teravih kılmıştı. Müslümanlar da kendisine uyarak teravih kıldılar. Ertesi gün müslümanlar bunu birbirlerine anlattılar. İkinci gece, müslümanlar önceki geceden daha kalabalık bir şekilde mescide toplandılar. Rasûlüllah mescide çıkıp onlara teravih kıldırdı. Aynı şey üçüncü gece de oldu.
Dördüncü gece mescid cemaatı almıyacak derecede dolup taşınca Rasûlüllah artık cemaate teravih kıldırmak için mescide çıkmadı. Cemaat bunda ısrarlı oldu ise de Allah’ın Rasûlü çıkmadılar. Çünkü müslümanlar üzerine bu namazın farz kılınmasından korkmuşlar ve sonunda buna güç yetirememelerinden endişe etmişlerdi.
Hz. Ömer (R.A.) devrine kadar böyle devam etti. As-hab-ı Kiram’dan kimi teravih namazını evinde kılıyor, kimi de mescidde kâh cemaatle, kâh ayrı gelişigüzel kılıyorlardı. Nihayet Hz. Ömer ictihadî bir görüşle:
"Ben bunları bir imamın başında toplasam daha iyi olur sanırım!" diyerek teravih namazının cemaatle kılınmasına hükmetti. Sahabî Ubey b. Ka’b hazretlerinin arkasında cemaati topladı. Aynı şekilde ertesi gün de bu imamın arkasında teravih kılan cemaati görünce:
"Ne güzel adet oldu bu!" demişti.
O günden bu yana da teravih namazları büyük bir coşkuyla Ramazan ayına has bir ibadet olarak edâ edilir. Teravih namazının süratli kılınacağı yolundaki yaygın kanaatin maalesef hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Aksine, bu namaz çok ağır ve dinlene dinlene kılınmalıdır. İmamlar kadar cemaatin de bu konuya dikkat etmeleri gerekir.
Bayram, Ramazan ayının semeresinin alındığı ve orucun manevî zevkinin çıkarıldığı en kutlu gündür. Hz. Peygamber, bayram namazına çıkmadan önce ağzını hurma ila tatlandırır, öyle çıkarlardı. Sadaka-i fıtırların dağıtılıp, kimsesiz ve muhtaçların sevindirildiği bir şenlik günleri olurdu bayramlar... Maddede ve mânâda gerçek bir bayram yaşardı sahabîler...
Ramazan ve bayramınız asr-ı saadet anlayışıyla dolsun.