Bir ‘Üç Aylar’a Daha Kavuştuk
Dün, 1 Receb idi.
Bu akşam -Receb’in ilk Cuma gecesi olarak- Regaip Gecesi’ni idrak edeceğiz inşaallah. İki ay sonra ise, “…bin aydan daha hayırlı (Kadir) gecesi”nin içinde olduğu Ramazan’a kavuşmuş olacağız, nasip olursa.
İslam âleminde ve kültürümüzde Receb, Şâban ve Ramazan aylarına “Üç Aylar” denilmektedir.
Receb ayının ilk cuma gecesi Regaib, aynı ayın yirmi yedinci gecesi Mi’rac, Şâban ayının on beşinci gecesi Berat ve Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi ise Kadir Gecesidir. Kandil gecelerinin en faziletlisi, Kadir Gecesidir. Aynı adı taşıyan sûrede Kur’an’ın inmeye başladığı bu gecenin bin aydan daha hayırlı olduğu (97-Kadr 1-3’te) bildirilmektedir. (TDV İ.A.)
Bizim için en önemli husus, şimdiden Ramazan ayının atmosferine girmiş olduğumuzu bilmemiz ve ona şimdiden hazırlık yapmamız gerektiğidir.
Zira bu zamanlarda en çok hatırlatılan, “geçen sene aramızda olan birçok tanıdık/tanıdık olmayanlar şu an aramızda bulunmamaktadır” ikazı acı bir gerçektir.
Yaş itibariyle bizden daha küçük olan nice yakınlarımızı bir vesileyle kaybettiğimizi hatırlama zamanıdır.
Gidenlerin belki de bizden daha fazla bildik/bilmedik nice emelleri, hayalleri vardı. Hayal ve emelleri ile en yakınlarını terk edip gittiler.
Aynı gerçeklerle bizim de bir gün yüzleşeceğimiz muhakkaktır.
Rahmet ve mağfiretin zirve yaptığı, kalplerin hassaslaştığı bu gün ve gecelerde bu düşünceyi kendimize dönüm noktası yapabilirsek ne mutlu bize…
Bu gidiş iyi bir gidiş değil!
Birbirimizi dinleme ve anlama nezaketini tamamen devre dışı bırakarak, birbirlerine yüksek perdeden seslenilen bir ortamın hem müsebbibi ve hem de kader ortağı olduk.
Siyasetçisi, hocası, eğitmeni/öğretmeni, basın mensubu; iş yerinde işçi/işveren; trafikte şoför/yolcu; evde ebeveyn/çocuklar… Velhasıl, herkesin birbirine sesini yükselterek, kavga içeren ifadelerle bağırıp çağırmayı adet edindiği bir toplum olduk.
Bu hitap tarzımız, -ne yazık ki- belli bir vakitten sonra artık anlam verilemeyen, dinlenilmesi güç gelen bir gürültü halini aldı. Fayda yerine birbirimize sürekli zarar veriyoruz.
Bu gidiş, iyi ve örnek bir gidiş olmaktan -çoktandır- çıkmış bulunmakta.
Haklı-haksız fark gözetmeden buna artık “dur!” deme vakti gelmeli!
Hata ve yanlış gidişatı düzeltme, hep “birbirimize laf yetiştirme yarışı” olarak kalmamalı.
“Söz gümüşse sükût altındır” prensibini göz ardı etmemeliyiz…
Bazen cevap verecek durumda olduğumuz halde ondan vazgeçmeyi de denemeliyiz…
Bulunduğumuz ortamı gerektiğinde terk etmeyi de çözüm olarak düşünmeliyiz…
Mesela öfke ile tepki verme yerine yeri geldiğinde tebessüm ile karşılık verme, gergin ve yanlış giden havayı ıslah etme yolu olarak neden tercih edilemesin ki?
Bu verdiğimiz örnekler afaki değil!
Fazlasıyla karşılığı olan yaşanmış ve yapılması tavsiye edilen örneklerdir. Yüce Allah, Musa ve Harun’u (a.s) Firavun’a ikaz için gönderdiğinde:
“Ona yumuşak söz söyleyin. Umulur ki öğüt alır yahut (Allah’tan) korkar.” (20-Tâ-Hâ 44) öğüdüyle onları hazırlamıştı.
Efendimizin şu ahlaklı duruşunu Allah Teâla şöyle övmüştü: “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi…” (3-Âl-i İmrân 159)
Bir gün Resulullah (s.a.v.) ashabının (r.a) arasında otururken, bir adam Hz. Ebu Bekir’e hakaretamiz sözler sarf ederek cefa verdi. Ebu Bekir (r.a) adama karşı sükût etti… (Bir, iki derken) Adam üçüncü sefer de eziyet verince Ebu Bekir adama hak ettiği cevabı verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) hemen oradan kalkıp gitti. Ebu Bekir de hemen peşinden gidip, “Ey Allah’ın Resulü, yoksa bana darıldınız mı?” diye sorunca. “Hayır” dedi. “Ancak semadan bir melek inmiş, sana söylediklerini tekzib ediyordu.
Sen de cevap verince, o meleğin yerine şeytan oturdu. Bir yere şeytan oturdu mu ben orada duramam.” (Buhari; Ebu Davud)
Ebu Zer’e (r.a.) bir gün adamın biri çok sert ve kaba davranarak hakaret eder. İri cüsseli, haşmetli Ebu Zer, hemen yere oturur ve sonra da uzanır. Neden böyle yaptığı sorulunca “Ben, Resulullah’tan (s.a.s.) böyle yapılmasını işitmiştim” cevabını verir.
Bir âlim, talebeleriyle bir mecliste otururlarken cahil adamın biri ona sataşır ve “Bak, hoca ben de şimdi söylerim ha!..” deyince âlim susar ve sonra da oradan ayrılır. Talebeleri, “Hocam, neden o adamın hak ettiği cevabı vermedin, aciz kalmış gibi tavır gösterdin…” deyince, “Cahille cahil olunmaz. Adam bir iftirada bulunursa o yanlışı halkın bilincinden ben nasıl temizlerim” der.
Bu güzel ayların vesilesiyle;
İnancımızı, amellerimizi, ahlakımızı hâsılı Müslüman kimliğimizi bir daha gözden geçirelim…
Allah’ın bize sunduğu dinin anlaşılmasında, yaşanmasında engel ne varsa ortadan kaldıralım.
Allah’ın dinini, Allah ve Resulünün bildirdiği, yaşama alanına sürdüğü gibi anlamaya gayret edelim. Cemaatimiz, tarikatımız, siyasi partimiz, liderimiz vs. hakka ulaşmamıza, onu gerektiği gibi anlama ve yaşamamıza mani olmasın!
Birbirimize kötülükte değil, hayır ve hasenatta yarışma örnekliğini gösterelim…