Asr-ı Saadet’te Esaret zincirlerini Kıran Ebû Basîr’in Deha Cesaret ve Stratejisi
Asıl adı Ubeyd b. Üseyd olan Ebû Basîr, Müslüman olduğu için Kureyşliler tarafından Mekke’de hapsedilmişti. Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Mekke’den kaçıp Medine’ye Hz. Peygamber’in yanına gitti. Bunun üzerine müşrikler, Hudeybiye Antlaşması gereğince Ebû Basîr’in kendilerine iade edilmesi için Medine’ye iki muhafız gönderdiler. Mekkeli muhafızların gelmesinin ardından Resûlullah (s.a.v.) Ebû Basîr (r.a.)’ı çağırarak:
“Ey Ebû Basîr! Biliyorsun ki, biz Kureyşlilerle bir anlaşma yapmış ve onlara söz vermiş bulunuyoruz. Dinimize göre, verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz.
Muhakkak Allah, sana ve senin gibi müşrikler içinde kalan Müslümanlara bir genişlik ve bir çıkar yol yaratacaktır.” deyip kendisine teselli verdi ve sonra da gelen adamlara teslim etti.
Ebû Basîr (r.a.):
“Ey Allah’ın Resulü! Bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi müşriklere geri veriyorsun?” diye feryad ettiyse de Resûlullah (s.a.v.) verdiği kararından dönmedi ve Mekke şirk devletinin muhafızlarına teslim etti.” (İbni Hişam)
Ebû Basîr (r.a.) her ne kadar iki müşrik muhafıza Resûlullah (s.a.v.)’in emrini yerine getirmek için teslim olmuş ve Mekke’ye doğru yola çıkmışsa da Mekke’ye gitmeye hiç niyeti yoktu. Zira orada hapiste tutuluyor ve dininden dönmesi için kendisine çok ağır işkenceler yapılıyordu. Ebû Basîr yolda bir taraftan yürürken bir taraftan da muhafızların elinden nasıl kurtulacağının çarelerini arıyordu. Zira Mekke’ye döndüğünde kendisine yapılan ağır işkencelere dayanamayıp dininden dönmekten korkuyordu.
Kendisini tutsak eden iki muhafızdan kurtulmanın tek çaresi vardı. Onlarla savaşmak ve onları etkisiz hale getirip ellerinden kurtulmak. Fakat ortada sıkıntılı bir durum vardı. Allah Resulü, bizzat kendi elleriyle müşriklerin eline teslim etmişti. Acaba bu muhafızları öldürmeye kalksa Resûlüllah (s.a.v.)’in emrini çiğnemiş olur muydu?
Ebû Basîr kafasından birçok senaryo geçiriyordu. Nihayet müşrik muhafızları etkisiz hale getirip kurtulmanın tek çıkar yol olduğuna ve bu hareketinin Peygamber (s.a.v.)’in emrini çiğnemek anlamına gelmediğine karar verdi. Nitekim onun bu fıkhi anlayışını, müşriklerin elinden kurtulup Resûlullah (s.a.v.)’in yanına vardığında yaptığı savunmadan anlıyoruz.
İki muhafız ile birlikte Mekke’ye doğru yol alırken Zülhuleyfe’de (Medine’ye 11 km uzakta) yemek molası verdikleri bir sırada Ebû Basîr onlardan birinin kılıcını ele geçirerek kılıç sahibini öldürdü. Diğeri Medine’ye kaçıp canını kurtardı. Bu olayın akabinde Ebû Basîr hiç vakit geçirmeden Resûlullah (s.a.v.)’in yanına geldi ve durumu kendisine anlatarak, “Kendisini düşmana teslim etmek suretiyle antlaşma şartlarını yerine getirdiğini, ancak kendisinin hem canını hem de dinini düşman elinden kurtardığını” söyledi.
Resulullah (s.a.v.) Ebû Basîr’in bu davranışını yanlış bulmadı. Zira yanlış bulsaydı öldürülen müşrik için diyet ödenmesini emrederdi. Ayrıca da Ebû Basîr’e tekrar Mekke’ye gitmesi için emir verirdi. Ama öyle yapmadı. Sadece “Mekkelilerle yapılan antlaşma gereği kendisinin Medine’de ikamet edemeyeceğini ama istediği yere gidebileceğini” söyledi.
Bunun üzerine Ebû Basîr (r.a.) Mekke-Şam yolu üzerinde Kızıldeniz sahilinde bulunan Îs’e yerleşti. Ebu Cendel’in buraya yerleşmesinden sonra başta Hudeybiye Antlaşması sırasında antlaşma şartları gereğince Kureyşlilere teslim edilen Ebû Cendel olmak üzere bu durumu haber alan müşriklerin elindeki diğer Müslümanlar bir bir Mekk’den kaçıp Ebû Basîr’in yanına yerleştiler. Sayıları yetmişi, hatta bazı rivayetlere göre 300’ü bulunca yaptıkları gerilla taktiğiyle savaşarak Kureyşlilere ait ticaret kervanlarını soymaya ve kervancıları öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Mekkeliler, kendilerinden İslâmiyet’i kabul edenlerin Hudeybiye Antlaşması gereğince iade edilmesi şartından vazgeçtiklerini, Ebû Basîr ve arkadaşlarının Medine’ye kabul edilebileceklerini bildirdiler. Buna karşılık ticaret kervanlarının soyulmasına meydan verilmemesini istediler. Hz. Peygamber, Ebû Basîr ve arkadaşlarına Medine’ye gelmelerini emreden bir mektup gönderdi ve onları Medine’ye çağırdı.
Bu olayda Ebû Basîr (r.a.)’ın üstün dehâ, zekâ, cesaret ve strateji sahibi birisi olduğunu görmekteyiz. Zira eğer müşrik muhafızlara teslim edilmeden Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’den yolda müşrik muhafızları öldürme konusunda izin isteseydi bu izin kendisine verilmezdi.
Onun için izin istemedi. Diğer taraftan “Resûlullah (s.a.v.) beni kendi elleriyle müşrik muhafızlara teslim etmişken nasıl olur da onlara karşı kılıç çekerim” şeklinde bir düşünceye kapılarak ölüm ve işkence odalarına tekrar dönmeye de razı olmadı. Hem kendisini bu müşkül durumdan kurtaracak ve hem de Allah Resulü’nün sözünün yerine gelmesini sağlayacak üçüncü bir yol buldu. Allah Resulü’nün kendisini müşriklere teslim etmesi karşısında bir şey yapamadı. Ama Medine dışına çıkınca durumdan vazife çıkardı.
Hem kendisini kurtardı ve hem de Mekke’de tutsak bulunan üç yüz Müslüman’ın kurtulmasına vesile oldu. Demek ki, davaya sadakat ve teslimiyet körü körüne itaat değil, derin teemmül ve tefekkürle davanın selameti için gerekli olan kararları alabilmektir.
Mustafa Kasadar.