Gönderen Konu: Elde Etmek İçin Can Attığınız Makamlar Kıyamet Günü Pişmanlık Sebebi Olacaktır  (Okunma sayısı 6002 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 6596


Elde Etmek İçin Can Attığınız Makamlar  Kıyamet Günü Pişmanlık Sebebi Olacaktır

Müslümanlar adına görev üstlenmek, onların yönetim ve idaresine talip olmak ateşten gömlek giymektir. Bu iş öncelikle ehliyet, iyi niyet ve tüm vaktini bu işe ayırmayı gerekli kılar. Bunun için ehliyet sahibi olmayanlar, nefis terbiyesi yapmamış olanlar ve işe ciddiyetle sarılmayanlar bu görevleri kabul etmeleri halinde öncelikle kendilerine en büyük kötülüğü yapmış olurlar. İkinci olarak da İslam cemaatine ihanet etmiş olurlar.

Bu konuda öncelikle Resulüllah (S.A.V.) Efendimizin ne kadar titiz davrandığına, adama göre iş değil de işe göre adam seçtiğine dair Ebu Zer (R.A.) örneği çok calib-i dikkattir.

Resulüllah (S.A.V.) ashâbından bazılarını yeni fethedilen yerlere vali olarak görevlendiriyordu. Vali olarak görevlendirilenler Resulüllah (S.A.V.) ve sahâbîlerle vedalaşıp tek tek Medine’den ayrılıyorlardı. Ebû Zer de (R.A.) vali olmak isteyenlerdendi. Zaman zaman, “Ben de valilik yapabilirim” diye aklından geçiriyor ve böyle bir göreve getirilmeyi arzuluyordu. Bir gün bu arzusunu Resulüllah Efendimize giderek, “Ey Allah’ın Resûlü! Bana idari görev vermiyor musun?” diye sordu.  Bu isteği karşısında Resulüllah (S.A.V.) mübarek eli ile Ebû Zerr’in omuzuna vurdu ve ona şöyle buyurdu: “Ey Eba Zer! Sen zayıfsın. İdarecilik ise emanettir. Gerçekten hakkıyla yerine getirmeyen ve gereğini eda etmeyenler için bu vazife kıyamet gününde rezillik ve pişmanlıktır.”  (Müslim, İmâre, 16)

Başka bir rivayette ise Resulüllah (S.A.V.) Efendimiz, Ebû Zerr’e (R.A.) şöyle dedi: “Ey Eba Zer! Senin gerçekten zayıf olduğunu görüyorum. Kendim için ne istiyorsam senin için de onu isterim. İki kişiye bile olsa sakın başkan olma! Yetim malını da yönetmeye kalkma!” (Müslim, İmâre, 17)

Bu rivayetler Resulüllahın (S.A.V.) ashabını ne kadar iyi tanıdığını ve kimin hangi göreve daha uygun olduğunu çok iyi bildiğini gösteriyor.

Resulüllahın (S.A.V.), Ebû Zerr’e (R.A.) yöneticilik vazifesini vermemesi, onun iyi bir Müslüman olmamasından dolayı değil, idarecilik konusunda yetersiz oluşundan dolayıdır. Nitekim Resulüllah (S.A.V.)  onun hakkında, “Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zerr’den daha doğru sözlü kimse yoktur” (İbni Mâce, Sünnet, 11) demiştir.

Ebû Hüreyre Radıyallahu Anh’ten rivayet edildiğine göre Resulüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

“Siz memuriyet alma konusunda pek istekli davranacaksınız. Halbuki o yanıp tutuştuğunuz görev, kıyamet gününde bir pişmanlık sebebi olacaktır.” (Buhârî, Ahkâm 7)

Resulüllah (S.A.V.)  Efendimiz, Ebû Zerr’e, valilik gibi önemli memuriyetler bir yana, iki kişiye bile başkanlık yapmamasını tavsiye ederken yöneticiliğin altından kalkılması zor ilâhî bir emanet olduğunu, onu ancak yöneticiliğe yatkın insanların başarabileceğini söylemiş, üstesinden gelemeyecekler için idareciliğin kıyamet günü bir rezillik, pişmanlık ve perişanlık olacağını bildirmiştir.

Bırakın devlet yönetimini bugün cemaatler, dernekler, vakıflar ve hatta tarikatlar bazında dahi bu ilke çiğnendiği için sürekli olarak irtifa kaybediyoruz.

Bir toplantıda Resûlullah (S.A.V.) etrafındaki sahâbîlere bir şeyler anlatırken, bir bedevî geldi ve

“Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu.

Resûlullah (S.A.V.) sözünü kesmeyip konuşmasına devam etti. (O kadar ki) oradakilerden kimisi (kendi içinden) “Bedevîyi işitti ama sorusundan hoşlanmadı”; kimisi de “Galiba işitmedi” diye durumu yorumladılar. Derken Resûlullah (S.A.V.) sözünü bitirince:

“O, kıyâmeti soran nerede?” buyurdu. Bedevî;

“Benim, buradayım ya Resûlellah!” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

“Emânet zâyi edildi mi kıyâmeti bekle!” buyurdu. Bedevî;

“Emânet nasıl zâyi olur?” dedi. Resulüllah da (S.A.V.),

“İş, ehil olmayana verildi mi kıyâmeti bekle!” buyurdu. (Buhârî, İlim 2)

İşe emir sahiplerince ehil olmayanların görevlendirilmesi yahut emir sahiplerinin kendi makamını ehil olmayanlara devretmesi veya rey ve görüş sahiplerinin, istişare makamında bulunanların haksız atamalara, görevlendirmelere sessiz kalması hiçbir gerekçe ile meşru görülecek bir durum değildir.

İşin ehil olmayanlara verilmesi, cehaletin yaygınlığı ve ilmin ortadan kalkmış olmasından ileri gelir. İşin aslını bilenlerin bulunduğu bir ortamda ehil olmayanlara işlerin verilmesi o işin bozulması ve yok olması anlamında kıyametin kopmasıdır.

Ehil olmayanlar riyaset elde etme konusunda çok cesur ve çok istekli olurlar. Bunu önlemenin yolu ehil olanların ortaya çıkmasıdır. Eğer ehil ve salih olan kişiler ortaya çıkmaz, duruma el koymazlarsa gerçekler tersyüz edilir ve işler kapanın elinde kalır. Ehil olmayan kişiler baş olunca da o toplum, o cemaat için bir çeşit kıyâmet kopmuş olur.

Son söz Allah Resulünün: “Kim Müslümanların işlerinden birisine bir kimseyi tayin eder de ondan daha iyisi bulunduğu halde bu uygulamayı yaparsa Allah’a, Resulüne ve bütün Müslümanlara ihanet etmiş olur” ( Ramuz el-Ehadis, 402)

Yalancı Peygember Müseyleme’nin Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatta iken ortadan kaldırılamaması ve bu olaydan günümüze çıkarılan dersler

Resulüllah (S.A.V.) daha hayatta iken birçok yalancı peygamber ortaya çıkmıştır. Ancak bunlardan en çok taraftar toplayan ve zarar vereni Müseyleme olmuştur.

Bunun için “Müseyleme’den daha yalancı” darb-ı meseli onun hakkında söylenmiştir. Tam adı Müseyleme b. Sümâme b. Kebîr b. Habîb el Hanefî Ebu Şâme’dir. Yemâme’de doğmuş ve orada uzun bir ömür yaşamıştır.

Arap ve Acem diyarlarını gezip oralarda insanları nasıl aldatacağına ve onları kendisine nasıl boyun eğdireceğine dair bilgiler öğrendi. Kehanete, sihre ve cinciliğe dair birtakım bilgiler öğrendi. Bazı sihirbazlık numaraları yapıyordu.

İslam’ın Arap yarımadasına tamamen yayıldığı hicretin dokuzuncu yılında Yemenli Hanifeoğulları Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine’ye bir heyet gönderdiler. Müseyleme de onlarla birlikteydi. Rasulullah (S.A.V.) ile karşılaştı ve O’nunla (S.A.V.) konuştu.

Hanifeoğulları heyeti memleketleri Yemâme’ye dönünce Müseyleme peygamberlik iddiasında bulundu ve bu hususta Resûlullah (S.A.V.) ile ortak olduğunu ilan etti. Seçili bazı sözler söylüyor, dilediği gibi helali haram, haramı da helal kılıyordu.

Amr b. el Âs (r.a.) Müseyleme’nin uyduruk sözleri hakkında şöyle demiştir:

 “Müseyleme, Kur’an’a eş değerde sözler söylemek istiyordu. Ancak ondan sadece hezeyanlar sudur etti. Onun bu hezeyanları o günün putperestleri tarafından bile kabul görmedi.” (Tefsir-i İbni Kesir 4/547)

Hicretin onuncu yılında Resûlullah (S.A.V.) müteakiben vefat ettiği hastalığa yakalanmıştı. Habis adam Müseyleme, Resûlullah’a (S.A.V.) mektup göndermeye cüret etti. Mektubunda nübüvvetin ikisi arasında ortak olduğu iddiasında bulunuyordu.

 Mektubun metni şöyleydi: “Allah Resûlü Müseyleme’den, Allah Resûlü Muhammed’e. İmdi ben yönetimde sana ortak kılındım. Yönetimin yarısı bize, yarısı da Kureyş’e aittir. Ama Kureyş, haddi tecavüz eden bir kavimdir.” (Tarih-i Taberî 3/386)

Bunun üzerine Rasulullah (S.A.V.), ona metnini Übey b. Ka’b’ın yazdığı şu mektubu gönderdi:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah Resûlü Muhammed’den, Müseylemetül-Kezzab’a. İmdi yeryüzü şüphesiz Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.

Hidayete tabi olanlara selam.” (Tarih-i Taberî 3/387)

 Müseyleme’nin gücü Hanifeoğulları içinde gitgide arttı. Öyle ki Resûlullah’ın (S.A.V.) yanına hicret etmiş, Müslüman olmuş, Kur’an okumuş ve çok sayıda sûre ezberlemiş olan Reccâl b. Unfuv da ona aldandı. Hâlbuki Resûlullah (S.A.V.), onu halkını Müseyleme’ye karşı uyarması ve bu fitneden onları kurtarması için göndermişti. Ne var ki o, Müseyleme’nin yanına gider gitmez tam bir dönüş yaptı ve insanların huzurunda Rasulullah’ın (S.A.V.) Müseyleme’nin nübüvvette kendisine ortak olduğunu bildirdiğini söyledi. Bu şakinin fitnesi Müseyleme’nin kendi fitnesinden daha büyük oldu. (Hareketü’r Ridde 74)

Resûlullah’ın (S.A.V.) hayatında bu fitne defedilemedi. Hz. Ebubekir halife olduğunda da bu yalancı peygamberler Yemen’de büyük bir ayaklanma ve dinden dönme hareketi başlattı. Bunlarla savaşmaktan başka çare yoktu. Hz. Ebubekir (r.a.) Halid bin Velid komutasında ensar ve muhacirlerin önde gelenlerinden bir ordu kurarak bu sahte peygamberlik iddiası ile isyana kalkanların üzerine gönderdi. Ama sayıları çok fazla idi. Çok şiddetli çatışmalar oldu. O gün Müseyleme’nin askerleri misli görülmemiş bir şekilde savaştılar. Hatta ilerleyip Halid bin Velid’in çadırına kadar ulaştılar. Kuşatılan İslam ordusunun her tarafından, “Kurtar bizi ey Halid!” diye imdat sesleri gelmeye başladı.

O gün Hz. Halid, ordunun başında önüne geleni biçti. Elinde birçok kılıç parçalandı ama nihayet düşman çemberini yardı. İçlerinde Hz. Ömer’in kardeşi Hz. Zeyd (r.a.) başta olmak üzere birçok seçkin sahabinin de bulunduğu 600 kadar İslam askeri şehit odu. Ama düşman tarafının ölüleri 10.000’in üzerinde idi. Nihayet Müseyleme öldürüldü ve böylece bu büyük fitne sona erdi.

Şimdi bu olay üzerinden çağımız İslam davetçileri bazı dersler çıkarmamız lazımdır.

Hz. Peygamber’e (S.A.V.) karşı gelen ve peygamberlik iddiasında bulunan Müseyleme’ye Allah Teala kendi katından bir musibet göndererek yok etmemiştir.

Peygamber (S.A.V.) de hayatta iken bu belayı defedecek bir imkân da bulamamıştır. Bu da gösteriyor ki Müslümanlar kendilerinin haklı davalarının korunması ve düşmanlarının tepelenmesi öyle mucizevi şeylere havale edilemez. Allah Teâlâ’nın değişmez yasası (sünnetüllah) her yerde ve her zaman işlemektedir. O yasa da “esbaba tevessül”dür.

2-        Düşmanla mücadele etmeden onu alt etmenin yolu yoktur. “Davamız hak, onu Allah korur” şeklindeki beklenti ve temennilerin ne dini ve ne de tecrübi olarak hiçbir geçerliliği yoktur. Allah ancak “kendi dininin özünü yani Kur’an ve Sünnet’i” koruyacağını bildirmiştir. Aynı şekilde sırat-ı müştekim üzere yürüyen mü’minler topluluğuna da zafer vadetmiştir. Ama temeli takva üzere atıldığı halde daha sonra mensuplarının gevşekliği veya liderlerinin ahmaklığı yüzünden sapmalar yaşayan bir hareketin Allah Teala’nın koruması altında olduğunu düşünerek yapılan yanlışlıklara göz yummak en basitinden gaflettir.

3-        Düşmanla mücadele kolay bir iş değildir. Nice nefislere bu çok zor gelir. Bu görev, ancak sınanmış, davasında sebatı etmiş, insanların yapacağı bir iştir.

Nitekim bu riddet savaşında da düşmanın amansız saldırılarını ensar ve muhacirler karşılamış, kendi canları pahasına düşmanı durdurmuşlardır.

4-        Bu davanın gerek içerden ve gerekse dışardan daima ihanete uğraması mümkündür. Nitekim Allah Resulü’nün yalancı peygamber Müseyleme’ye gönderdiği elçisinin kendisine ihanet ederek Müseyleme’ye katılması, bunun en bariz örneğidir.

Onun için “arrifu’r icale bil hak. Vela ta’riful Hakka bir rical / İnsanları Hak ölçüsüne vurup tanıyın, Hakkı insanlarla tanımayın” prensibini asla unutmayalım.

5-        Hiç kimse davadan daha değerli değildir. Gerektiğinde dava ne tür fedakârlık istiyorsa o fedakârlığı göstermemiz şarttır. Örneğin ta Yemen’de meydana gelen bu savaşa ilk Müslümanlardan olan Hz. Ömer’in kardeşi Hz. Zeyd (r.a.) niye katılsın da orada şehadete ersin. Şimdilerde bazılarının iddia ettiği gibi “ortaya çıkıp kendini harcama” diyenlerin kafasında olsa idi kendisini daha sonra olabilecek daha büyük olaylar için saklardı ve bu şehadete de eremezdi.

Mustafa Kasadar.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53