DÜNYANIN HAKİKATİ VE ALLAH KATINDAKİ DEĞERİ
Dünyayı semâvat ile birlikte altı günde yaratan ve Benî Âdem’i dünyada halife kılan Allahu Teâlâ’ya hamd ederiz. Dünyayı esmâ ve sıfat’ı ilâhiyenin tecelligâhı ve ahiretin fidanlık tarlası olarak kabul eden ve bu anlayışla hayatını sadece Allah için yaşayan Efendiler Efendisi Peygamber Efendimiz’e, onun âline, ashabına ve ihsan ile onlara tâbi olan tüm mü’minlere salât ve selam olsun.
Biz bu makalemizde Kur’an ve sünnetin ışığında dünyanın, Allahu Teâlâ’nın katındaki değerini ve dolayısıyla bir mü’minin nazarındaki yerini açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. İsabet ettiğimiz hususlar Allah Azze ve Celle’nin fazlından, yanıldığımız ve hata ettiğimiz hususlar da bizim nefsimizden olup, Allah ve Rasûlü ondan berîdir.
Mühim Bir Kaide:
Evvelâ şunu beyan edelim ki: Mutlak olarak dünya iyidir ve övülmeye layıktır denilemeyeceği gibi, mutlak olarak dünya kötüdür ve yerilmeye şayandır da denilemez. Fakat dünyanın farklı yönleri vardır ki, bu yönlerden bazıları övülmeye layık iken; diğer bazıları da yerilmeye şayandır.
Genel olarak şunu söyleyebiliriz ki: Eğer dünya, insanın yüce Mevlâ’sına yakınlaşmasına vesile olursa; bu durumda dünya övülmeye layık olur.
Şayet dünya, insanın yüce Mevlâ’sından uzaklaşmasına sebep olursa; bu halde de dünya, yerilmesi gereken mezmûm bir meta’ olur.
Bu hususu daha iyi açıklığa kavuşturmak için dünyanın üç yüzünden bahsetmemiz yerinde olacaktır. Bu üç yönden birincisi âriflerin dünyası, ikincisi ahiret ehlinin dünyası ve üçüncüsü de dünya ehlinin dünyasıdır. Bu dünyalar hakikat itibariyle birbirlerinden çok farklı olsalar da mütedâhil/iç içe olan daireler gibi birbirlerine yakın olduklarından birinden diğerine geçmek her zaman mümkündür. Meşhur Hanzala hadisinde geçtiği üzere âriflerin derecesinden birden ahiret ehlinin dünyasına ve hatta bazen de dünya ehlinin dünyasına düşmek, bir saat o dairede iken diğer bir saati bu dairede geçirmek mümkündür. Bazen de durum bunun tam aksine cereyân eder ve alttaki daireden üstteki daireye geçiş sağlanır. Bütün bu iniş-çıkışlar çift yönlü olan insan fıtratının birer gereğidir. Çünkü insan, melekle hayvan arası bir fıtrata sahiptir. Dünyanın ilk iki yüzü, melekiyet yönleri galip olan salihlerin daireleri iken; üçüncü yüzü ise, hayvaniyet yönleri galip olan facirlerin, fasıkların ve kâfirlerin dairesidir.
Şimdi de bu farklı dünyaların mahiyetini ve hakikatini biraz tafsilatlı ele almaya çalışalım:
Âriflerin Dünyası
Kur’an-ı Kerim’e ve sünnet’i seniyyeye baktığımız zaman, bütün kâinatın ve özellikle de dünyanın, ilâhî ma’rifetin en büyük kapısı olduğunu görürüz.
Bu açıdan bakıldığında dünya çok büyük bir ehemmiyeti hâizdir. Zira dünyadaki zerreler sayısınca, ilâhî ma’rifete pencereler açılmıştır.
Kâinattaki ve şu dünyamızdaki her şey, Allah’ın esmâ ve sıfatının ma’kesi ve tecelligâhıdır. Bu itibarla her zerre ve her varlık Rabbimizi bize tanıtan bir delil, bir bürhan ve bir şahittir. Bütün kâinat ve hassaten şu dünyamız Allah Azze ve Celle’nin ilim, irade, kudret, hayat, rahmet, azamet, izzet ve diğer bütün celâl ve cemâl sıfatlarının teşhir edilip tanıtıldığı bir sergi ve müşahede edilerek okunduğu bir büyük kitaptır.
İşte ârifler, bütün kâinata ve şu dünyamızdaki her şeye ve her olaya Allah’ın isimleri ve sıfatları penceresinden bakarlar. Böylece her bir şey onlara Mevlâ’larını tanıtan bir muallim oluverir. Bu müşahede neticesinde kalpleri Allah’ın ma’rifeti, muhabbeti ve mehâfeti ile dolup taşar ve artık onların tek gayesi, bu kâinat sarayının sahibinin rızasına nâil olmak olur.
Kur’an-ı Kerim’de semâvata, yıldızlara, bulutlara, hayat bahşeden yağmurlara, yerden fışkırıp kaynayan pınarlara, nehirlere, çeşit çeşit mahlûkatın ve türlü hayret verici olayların mahzeni ve yeri olan denizlere, türlü türlü meyvelere, bitkilere, ağaçlara, çok farklı yönleri bulunan fakat temel âzaları aynı olan insanlara ve hayvanlara ve daha sayılamayacak kadar çok varlıklara dikkat çekilmesinin en önemli sebebi de budur. Allahu Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de bulunan bu türdeki metluv/okunan ayetlerinin en güzel tefsiri de yüce Mevlâ’nın kâinata serpiştirmiş olduğu bu meşhûd/gözlemlenen ayetleridir. Böylece Allah’ın kelam sıfatından gelen yüce Kitab’ını, yine Allah’ın ilim, irade, kudret ve diğer sıfatlarının eseri olan kâinat kitabı tefsir etmektedir.
İşte Allah’ı tanıyan ârifler, kâinata ve şu dünyamıza bu pencereden bakarlar. Böyle bakınca da kâinattaki her bir zerre onların ma’rifetlerini, Allah’a olan imanlarını ve haşyetlerini arttıran bir bürhan ve delil olur. Şu dünyamızdaki her zerrenin ve her bir şeyin elmas misal bir kıymeti hâiz bulunduğu buradan rahatlıkla anlaşılır. Fakat insanların çoğu bundan gafildirler. Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır: “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, onlar bunlardan (ibret almaksızın) yüz çevirerek üzerlerinde (düşünmede)n geçer giderler. Onların çoğu şirk koşmaksızın (bir türlü) Allah’a iman etmezler.” (Yûsuf; 105- 106)
Şimdi de bu meyanda Kur’an-ı Kerim’de bulunan yüzlerce örnekten sadece dört tanesini arz edelim:
Birinci örnek: “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında, elbette akıl sahipleri için deliller vardır. Onlar ki, ayakta iken, otururken ve yanları üstünde (yatar) iken daima Allah’ı anar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler):
“Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru!” (Âl-i İmrân; 190-191)
Görüldüğü gibi büyük bir hakikat ve hikmet üzerinde kurulmuş bulunan gökler ve yer hakkında tefekkür etmek, bu akıl sahibi olan âriflerin kalplerini haşyet ve korku ile doldurmuştur. Bunun etkisiyle hemen cemâlini ve celâlini müşahede ettikleri Mevlâ’larını zikretmiş, O’nu tenzih etmiş ve cehennem azabından O’na sığınmışlardır.
İkinci örnek: “İlâhınız tek bir ilâhtır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Rahman’dır, Rahim’dir.
Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, insanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip ölümünden sonra onunla yeryüzünü dirilttiği suda ve orada her çeşit canlıyı üretip yaymasında, rüzgârları estirişinde ve gökle yer arasında boyun eğdirilmiş olan bulutlarda aklını kullanan bir topluluk için nice ayetler vardır. İnsanlar içinde Allah’tan başkasını (Allah’a) denk tutan kimseler de vardır. Onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a sevgisi ise çok daha sağlamdır.” (Bakara; 163-165)
Bu ayetler dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, ilk ayet’i kerimede Rahman ve Rahîm olan Allah’ın ulûhiyeti tescil edilmiş; ikinci ayet’i kerimede Allah’ın tek bir ilâh olduğunun kevnî delilleri serdedilmiştir. Birinci ayette Allah’ın Rahman ve Rahîm sıfatları vurgulandığından dolayı, ikinci ayette serdedilen deliller de daha çok cemâlî sıfatların tecelligâhı olan rahmet bürhanlarıdır.
Üçüncü ayette ise bu rahmet bürhanlarını müşahede etmeyen ve bu serdedilen delillerdeki ilâhi rahmeti göremeyen aklı körelmiş insanların, başka nesneleri Allah’a denk tuttukları ve ancak Allah’ın sevilmesi gerektiği şekilde bu nesneleri sevdikleri ve onlara bağlanıp kulluk ettikleri vurgulanmıştır. En son olarak da bu kevnî delillerin üzerindeki ilâhî rahmetin mühürlerini gören ve bütün bunların, Rahman ve Rahîm olan Allah’ın lütufları, ikram ve ihsanları olduğunu müşahede eden özlü akıl sahibi olan mü’minlerin Allah’a olan muhabbetlerinin ne denli köklü ve kuvvetli olduğu belirtilmiştir. Bu da gösteriyor ki, kalbi Allah’ın muhabbeti ile ma’mur etmenin vesilelerinden biri de şu dünyamızın Rahmanî bir ziyafet sofrası olduğunu müşahede etmektir.
Üçüncü örnek: “Artık onlar bakmazlar mı devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiklerine ve yerin nasıl yayılıp döşendiğine? Artık sen hatırlat! Sen ancak bir hatırlatıcısın. Üzerlerine musallat olan bir zorba değilsin.” (Ğâşiye; 17-22)
Bu ayet’i kerimeler şunu ifade etmektedir: Bu kevnî ayetlerin üzerinde tefekkür etmek ve bunların üstünde bulunan Allah’ın celâl ve cemâl sıfatlarının mührünü görmek; Hazreti Peygamber’in getirdiği, bu kâinatın üzerinde kurulmuş olduğu en büyük hakikat olan tevhid hakikatini anlamaya ve iyice kavrayıp kalben özümsemeye vesile olacaktır. Yoksa basireti körelmiş, aklı gözüne hapsedilmiş olan kimselerin hakikatsiz kalplerine bu büyük hakikat zorla yerleştirilecek değildir. Aksi halde kendisine layık olmayan bir yere konulacağı için bu büyük hakikate büyük bir zulüm olur. Bu, altın, inci ve yakut gibi en değerli hazineleri domuzlara gerdanlık yapmak veya çöplüğe atmak gibi hikmete aykırı bir zulümdür.
Dördüncü örnek: “Allah’ın gökten bir su indirdiğini görmedin mi? Biz onunla çeşitli türden, renkleri farklı meyveler çıkardık. Dağlardan beyaz, kırmızı, çeşitli renklerde ve son derece siyah yollar (yaptık). İnsanlardan yerde yürüyen hayvanlardan ve davarlardan da bunun gibi çeşitli renklerde olanlar vardır. Kulları arasında Allah’tan ancak âlimler korkar. Şüphesiz Allah Aziz’dir, Ğafûr’dur.” (Fatır; 27-28)
Görüldüğü gibi ayet’i kerime suyun gökten indirilmesi, bununla da çeşitli türlerde ve farklı renklerde meyvelerin çıkarılması, yer biliminin konusu olan farklı renklerde dağların varedilmesi ve aynı şekilde canlılar ilminin konusu olan insan ve hayvanların farklı renklerde yaratılması ayetlerini zikrettikten sonra; “Kulları arasında Allah’tan ancak âlimler korkar” ifadesine yer vermektedir. Bundan da şunu anlamaktayız ki, Allah’tan hakkıyla korkan ve kalpleri Allah’ın haşyetiyle dolu olan bu âlimler; kâinatı Allah’ın sıfatlarının ışığında okumakta ve Allah’ın ilminin, iradesinin, kudretinin, azametinin, rahmetinin, cemâl ve celâl sıfatlarının kâinat sayfalarında resmedilişini müşahede etmektedirler. Böylece Kur’an-ı Kerim’den okuyup öğrendikleri Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ’sını ve kemâl sıfatlarını kâinatın sayfalarında ve şu dünyamızın manzaralarında izlemektedirler. Bunun neticesinde ma’rifetleri kemâle ermekte ve Rabb’lerini bilip tanımaları ilme’l-yakin derecesinden ayne’l-yakin derecesine çıkarak kalpleri sükûnete ve itmi’nana kavuşmaktadır. Allah’ın azamet ve celâlini bu şekilde bilip kavrayınca da kalpleri O’nun korkusu ve haşyetiyle dolmaktadır. Çünkü insan Allah’ı ne kadar bilip tanırsa O’ndan o oranda korkar.
Nitekim İbni Abbas radıyallahu anhuma yukarıda geçen ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Allahu Teâlâ burada şunu kasdetmektedir: “Ben’den ancak, Ben’im azametimi, izzetimi, celâl ve saltanatımı bilen kimse hakkıyla korkar.”1
Hülasa: Dünyanın bu yüzü tamamen parlak ve güzeldir. Her zerresi büyük bir kıymet ve ehemmiyeti hâizdir. Zira Allah’ın celâl ve cemâl sıfatlarına ayinedarlık yapmaktadır. Bütün kâinattaki ve cennetteki güzelliklerin, cemâlinin eseri olan Zât’ı Kibriyâ’nın ayinesi elbette nûranî ve parlak olur ve el-Cemil’in cemâlini gösteren elbette güzel olur.
Ahiret Ehlinin Dünyası
Bu irfanla kalplerine haşyet dolan salih kulların dünya telakkileri de ahirete endekslidir. Onlara göre sonsuz cennet nimetlerinin kazanıldığı yer bu dünyadır. Bu dünya ahiretin mezraası ve fidanlık tarlasıdır. Burada dünya tarlasına ne ekilirse, ahirette ancak o hasat edilir. Bu salih kulların bütün himmetleri, bu dünyada kendilerine verilen sınırlı zamanı ve bütün imkânları güzel bir şekilde değerlendirerek ahiretteki ebedi nimetleri kazanmaktır. Onlar asla şu fâni ve geçici dünya için bâki ve sonsuz olan cenneti heba etmez, aksine bu fâni dünyayı bâki olan cenneti kazanma vesilesi yaparlar.
Nitekim Hz. Ali radıyallahu anhu şöyle demektedir:
“Şüphesiz ki dünya arkasını dönüp gitmekte, ahiret ise bize yönelip gelmektedir. Bu ikisinden her birinin evlatları bulunmaktadır. Sizler ahiretin evlatları olun, sakın dünyanın evlatları olmayın. Zira bugün hesabın olmadığı amel günüdür. Yarın ise amelin olmayacağı hesap günü olacaktır.”
Burada dikkat çekildiği üzere ahiretin evlatları/ehli olan kimseler, bu dünyayı ahiret için amel ederek yaşarlar.
Bir adam Ebû Zer radıyallahu anhu’nun evine girer, gözünü evde gezdirdikten sonra: “Ey Ebû Zer, eşyalarınız nerede?” diye sorar. Ebû Zer ona şöyle cevap verir: “Bizim başka bir evimiz var, eşyalarımızı oraya gönderiyoruz.” Bu defa adam:
“Sen burada olduğun sürece, bir takım eşyalarının bulunması gereklidir” deyince; Ebû Zer ona şöyle dedi: “Ev sahibi, bizi burada bırakmıyor (Ne zaman bizi buradan çıkaracağı belli değildir).”
Abdullah ibni Mes’ud radıyallahu anhu dedi ki:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hasırın üzerinde yatmıştı da hasır onun böğründe iz çıkarmıştı. Biz:
“Ey Allah’ın elçisi, sana yumuşak bir yatak hazırlasak!” dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Benim dünyayla ne işim olabilir! Ben dünyada ancak bir yolcu gibiyim ki, bir ağacın altında gölgelenir sonra da o ağacı bırakıp gider/yoluna devam eder.”2
Kendisini bir yolcu olarak telakki eden ve ancak yeterli derecede rızık ile iktifa eden Efendiler Efendisi, esen rüzgârlardan daha cömert olup, Allah’ın kendisine verdiği her şeyi Allah’ın kullarına dağıtıyordu.
Yine Abdullah ibni Ömer’in anlattığına göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun omuzlarından tutmuş ve şöyle buyurmuştur: “Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet et.”3
“Dünyada, gurbetteki bir kimse gibi yada bir yolcu gibi ol.”4
“Ve kendini (daha dünyada yaşarken) kabir ehlinden kabul et.”5
İbn Ömer de şöyle demekteydi: “Akşamladığın zaman sabahı bekleme, sabaha erdiğin zaman da akşamı bekleme. Sıhhatli olduğun zaman da hastalık zamanı için, hayatında da ölüm anın için amel et.”6
Nitekim Abdullah ibni Ömer ve diğer pek çok sahabe zengin oldukları halde fakirler gibi yaşamışlar ve ellerindeki bütün imkanları Allah’ın rızasını ve cennetini kazanmak için seferber etmişlerdir. Selef-i salihinden bir çok kimsenin durumu da bu şekildeydi.
Dünyaya bu nazarla bakan ve dünya hayatını bu şekilde yaşayan kimselerin, helal yollardan elde edilmiş ve hakları ödenen dünyevi imkanlara sahip olmalarında hiç bir sakınca yoktur. Allah’ın helal kıldığı yollardan kazanılan, hakları ödenen, Allah’ın yolunda ve O’nun rızasını kazanmak için infak edilerek Allah azze ve celle’ye yaklaşma vesilesi olan bir mal; övülmeye değer bir maldır. Nitekim Allah Teâla pek çok ayet-i kerimede mallarını Allah yolunda infak eden ve malları ile cihad edenleri övmüş ve onlara çok büyük bir değer vermiştir.
Malı Allah yolunda infak edebilmek için onu kazanmak gerektiği aşikardır. Dolaysıyla bu gibi kimselerin mal kazanmaları ve dünyevi imkanlara sahip olmaları övülmeye şayandır.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır. Üstteki el, veren el; alttaki el ise, isteyen eldir.”7 Diğer bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: “Salih bir kişinin elinde bulunan iyi (helal ve faydalı) bi mal ne kadar da güzeldir!”8
Rıza-i Bâri’yi ve cennet-i âlâ’yı kazanmaya vesile olan bir dünyanın ne kadar kıymetli ve ne derece büyük bir ehemmiyete haiz olduğunu açıklamaya gerek bile yoktur. Bu hususta İbn Kudâme el-Makdisî’nin şu vasiyyetini kaydetmemiz yeterlidir:
“Allah sana rahmet eylesin, değerli hayatını ganimet bil ve aziz vakitlerini zayi olmaktan muhafaza et. Bilesin ki, hayatının müddeti sınırlı ve nefeslerin sayılıdır. Her bir nefesinle senin bir parçan eksilmektedir. Bütün ömür kısa olduğu halde, ömrün kalanı iyice azdır. Senin ömründen her bir cüz’ü, paha biçilemez derecede değerli bir mücevherdir. Zayi olursa, onun yerini tutabilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü şu kısacık dünya hayatı ile ya nimetler içinde veya acı verici bir azabın içinde geçecek ebedi bir hayat elde edilecektir.
Şayet sen şu hayatını sonsuz ve ebedi olan ahiret hayatı ile karşılaştıracak olursan; her bir nefesinin, sınırsız ebedi nimetler içersinde veya bunun zıddı bir yerde geçecek olan binlerce seneye mukabil olduğunu göreceksin. Bu kadar değerli bir şeye asla bir değer biçilemez. Bundan dolayı ömrünün bu çok değerli mücevherlerinin amelsiz geçmesine ve karşılıksız heba olmasına sakın müsade etme. Nefeslerinden her birinin bir taâti işlemekle veya kendisiyle Allah’a yaklaşacağın bir ibadeti yapmakla geçmesine özen göster.
Zira eğer senin yanında dünya mücevherlerinden birisi olup da kaybolup gitseydi, sen onun için şiddetli bir şekilde mahzun olurdun. Hatta senin bir dinarın kaybolsa, seni ne derece üzer! Böyleyken nasıl olur da sen saatlerin ve vakitlerin hususunda kusurlu davranırsın! Nasıl olur da karşılıksız heba olup giden ömrün için mahzun olmazsın!”9
Ehl-i Dünyanın Dünyası
Dünyanın üçüncü bir yüzü de vardır ki, bu da dünya ehlinin baktıkları karanlık yüzüdür. Yukarıda açıklanan ilahi irfandan mahrum olan cahillerin dünyasıdır. İşte zemmedilen, değersiz kabul edilen ve gerçekten fani ve zararlı olan; dünyanın bu yönüdür. Dünyanın bu yüzü, insanların dünyevileşerek Allah’tan uzaklaştıkları ve gerçek düşmanları olan şeytanlara râm olup cehenneme aktıkları bir nehir gibidir.
Dünyanın bu yüzü küfür, şirk, cehalet, dalalet, bidat ve hurafeler bataklığıdır. Dünyanın bu yüzünde masiyet, lehviyyat, kibir, kendini beğenme, hased, haksız rekabet, oyun ve eğlence karanlıkları vardır. Bu dünyadaki dünyevi imkânlar ve mal, Allah’ın haram kıldığı yollardan elde edilmiş; bu imkânların sahipleri, ellerindeki imkânlar sebebiyle Allah’a itaat etmekten uzaklaşarak bu imkânlarını Allah’a isyan etmek de seferber etmişlerdir. Dünyanın bu yüzünde Allah azze ve celle’nin insanlara yüklediği mali sorumluluklar tamamen unutulmuş, mal sahipleri adeta Karunvâri bir şekilde malları ile böbürlenme ve tuğyan yarışına girmişlerdir. Hülasa dünyanın bu yüzü, bütün yönleri ile müşahede ettiğimiz ehl-i dünyanın karanlık dünyalarıdır.
İşte Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyye naslarında ve selef-i salihinin sözlerinde yerilen, zemmedilen, lanetlenen ve değersiz bir meta’ kabul edilen; dünyanın bu yüzüdür. Şimdi de dünyanın bu yönü hakkında varid olan bazı ayet ve hadis meallerini kaydedelim:
Ehl-i dünya ile ehl-i ukbânın mukayesesi: “Şüphesiz ki Allah, iman edip salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kâfirler ise, onlar faydalanırlar ve davarların yediği gibi yerler; kalacakları yerleri ise ateştir onların.” (Muhammed; 12) Ahiret ehli olan müminlerin bu dünyadaki himmetleri, salih ameller işlemek için; ehl-i dünya olan kâfirlerin himmetleri ise hayvanlar gibi yemek, içmek ve eğlenmektir.
Dünya hayatı ile ahiretin mukayesesi: “Ey kavmim, bu dünya hayatı ancak bir geçimliktir. Ahiret ise, doğrusu asıl kalınacak yurdun ta kendisidir.”
(Mü’min; 39) “Bu dünya hayatı, bir eğlenceden ve bir oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise; asıl hayat yurdu işte orasıdır. Bir bilmiş olsalardı!” (Ankebut; 64) “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir övünüştür, mallarda ve evlatta –çokluklarıyla- bir yarıştır. (Bunlar) ekini, ekincilerin hoşuna giden yağmur gibidir. Sonra o ekin gürleşir de arkasından sen onu sararmış görürsün. Sonra da o, ufak çer-çöp olur. Ahirette ise, şiddetli bir azap da vardır; Allah’tan bir mağfiret ve rıza da vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir.” (Hadid; 20)
İşte hakikati böyle bir aldanış, fenâ, geçici bir serap ve tatlı bir hülyadan ibaret olan dünya hayatını severek ve isteyerek ahirete tercih edenler kâfirlerdir:
“(Uğrayacakları) şiddetli azaptan dolayı, vay o kâfirlerin haline! Onlar dünya hayatını severek ahirete tercih ederler…” (İbrahim; 2-3) Vâ esefâ ki, kendilerine müslüman diyen insanların çoğunluğu da bu hususta kâfirlere benzeyerek, dünya hayatını bilerek ve severek ahirete tercih etmişlerdir.
Hz. Peygamber aleyhisselam’ın bizim için en çok korktuğu şey de budur zaten: Ebu Said el-Hudri dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Benim sizin hakkınızda en çok korktuğum husus(lardan biri de), Allah’ın sizin için ortaya çıkarcağı dünya nimetleri ve süsleridir.” Hadisin sonunda bize şöyle bir ölçü koymaktadır:
“Her kim bu dünya nimetlerini hak ederek alır ve hak ettiği şekilde değerlendirirse, o ne güzel yardımcı olur! Fakat kim de onu haksız yere sahiplenirse, işte o da yiyip doymayan (ve helak olup giden) kimse gibidir.”10
Dünya nimetleri, bu ümmetin fitne ve imtihanıdır: Ka’b b. İyâz dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellam şöyle buyurdu: “Her ümmetin bir fitnesi vardır; benim ümmetimin fitnesi de maldır.”11
Allah’tan ve O’nun dininden uzaklaşmaya sebep olan dünya nimetleri lanetlenmiştir: Ebu Hureyre dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellam şöyle buyurdu: “Dünya lanetlenmiştir. Dünyanın içinde bulunanlar da… Ancak Allah’ın zikri, buna yakın olan hususlar, âlim ve ilim öğrenenler bunun dışındadır.”12
Dünya sevgisi, her türlü günahın ve helakın sebebidir: Hasan-ı Basri Rahimehullah şöyle demektedir: “Bütün hataların başı ve sebebi, dünya sevgisidir.”13
Müminleri, Allah’a ve Rasulüne itaat etmekten ve Allah yolunda cihad etmekten engelleyip uzaklaştıran en büyük sebep de yine dünyanın çeşitli bağları ve zincirleridir:
“De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz (soy ve sopunuz), elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasulü’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise; o halde Allah’ın (azap) emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe; 24)
İşte fertlerin ve toplumların gerçek hastalığı ve onların helakına sebep olan kanser bu dünya sevgisidir: Ebu Musa el-Eş’ari dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellam şöyle buyurdu: “Dinar (altın) ve dirhem (gümüş) sizden öncekileri helak ettikleri gibi; sizi de helak edeceklerdir.”14
Ka’b b. Mâlik el-Ensâri dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellam şöyle buyurdu: “Bir koyun sürüsüne salınan aç iki kurt, kişinin mal ve şeref (üstünlük) hırsının dinine zarar verdiği kadar o koyun sürüsüne zarar veremezler.”15
Hz. Ömer b. Hattâb radıyallahu anhu şöyle demiştir: “Allah Teâlâ hangi kavmin önüne dinar, dirhem, altın ve gümüş hazinelerini serecek olursa; muhakkak onlar birbirlerinin kanlarını döker ve akrabalık bağlarını koparırlar.”
Müslümanların mağlubiyet ve hezimetlerinin en büyük sebebi de dünyevileşmeleridir. Nitekim Allah Teâlâ Uhud Savaşında Müslümanların hezimete uğramalarının sebeplerini sayarken şöyle buyurmaktadır: “İçinizden kiminiz dünyayı istiyor, kiminiz de ahireti istiyordu…” (Âl-i İmrân; 152)
Peygamber efendimiz de İslam ümmetinin, diğer toplumlar karşısında mağlup olmasının en önemli sebebinin “Vehn” hastalığını beyan etmiş; bu kanseri de “Dünyayı sevmek ve ölümden hoşlanmamak” şeklinde açıklamıştır.
Bütün bu tehlikelerine rağmen dünya hayatı süslü ve cazibeli olup insanlara sevdirilmiştir. Âdete gelin libasına bürünmüş bir cadı gibidir. Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân; 14) Ebu Said el-Hudri dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellam şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki dünya tatlı ve yeşil/çekicidir.
Muhakkak Allah sizleri orada halife yapacak ve nasıl iş göreceğinize bakacaktır. Bundan dolayı dünyadan sakının ve kadınlardan sakının.”16
Teessüfle belirtelim ki biz müslümanlar, uyarılmış olduğumuz halde bu uçurumlara yuvarlanmış ve şehvet, şöhret ve servet hastalıkları kanser gibi bütün benliğimizi yakıp kavurmuştur.
İşte bütün bunlardan dolayı şu fani olan dünyanın Allah katında hiç bir değeri ve kıymeti yoktur: Câbir b. Abdullah anlatıyor: Bir defasında Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Avâli’den gelirken, insanlar iki tarafında dizilmiş oldukları halde Pazar yerinden geçiyordu. Orada bacakları eğri-büğrü (ve kulakları yok denecek kadar kısa) ölü bir oğlak gördü. O oğlağı aldı ve kulağından tutarak:
“Kim bunu bir dirhem karşılığında almak ister?” dedi. Oradakiler “Biz bunu bedava bile almak istemeyiz.
Biz bunu ne yapacağız ki? Bu canlı olsaydı bile onun bacaklarının eğri-büğrü olması (ve kulaklarının kısalığı) ayıp olarak onun için yeterli olurdu” dediler. Bunun üzerine efendimiz şöyle buyurdu: “Allah’a kasem ederim ki, dünyanın Allah katındaki değersizliği, bunun sizin yanınızdaki değersizliğinden daha fazladır.”17
Sehl b. Sa’d dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Şayet dünyanın Allah katında bir sineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire dünyadan bir yudum su bile içirmezdi.”18
Müstevrid b. Şeddâd dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellam şöyle buyurdu: “Ahiretin yanında dünya, ancak sizden birinin şu parmağını (şehadet parmağını) denize sokup çıkarması halinde üzerinde kalan su gibidir.”19
Son olarak Yahya b. Muâz er-Râzi’nin şu hakikatli sözünü kaydederek makalemizi bitirelim: “Dünya, şeytanın sunduğu şarabıdır. Her kim bu şarabı içerek sarhoş olursa, o bir daha ancak ölüler kampında (kabristanda) kendine gelip ayılır. Fakat pişman olarak zarar edenlerle beraber o da ziyana uğrayacaktır.”
Allah Teâlâ bizleri dünyevileşmekten muhafaza buyursun!
Amin.
-----------------------------------------------------------------
1 Hafız İbni Receb el-Hanbeli, Mecmûu Rasâil: 1/332
2 Tirmizi: 2377. Hasen-Sahih bir hadistir.
3 Hadisin bu kısmını İmam Ahmed, Müsned (2/132)inde Sahih bir senetle rivayet etmiştir.
4 Buhari 6416.
5 Hadisin bu bölümünü, Tirmizi (2486) ziyade etmiştir. İsnadı, hasen li-ğayrihidir.
6 Buhari 6416.
7 Buhari 1427; Müslim 2386. Hakîm b. Hizâm’dan…
8 İmam Ahmed, Müsned 17763. Amr b. el-Âs’dan… Sahih bir hadistir.
9 Abdulfettâh Ebu Ğudde, Kıymetü’z-zamân: 278.
10 Buhari: 1465, 6427; Müslim: 1052.
11İmam Ahmed, Müsned: 17471; Tirmizi: 2336. Sahih bir hadisitir.
12 Tirmizi: 2322; İbn Mâce: 4112. Hasen bir hadistir.
13 Beyhaki, Şuabu’l-imân: 10501 (7/338). İsnadı hasendir.
14 İbn Hibbân: 694. Sahih bir hadistir.
15 Tirmizi: 2376. Hasen sahih bir hadistir.
16 Müslim: 2742.
17 Müslim: 2957; Ebu Davud: 186; Tirmizi: 2320.
18 Tirmizi: 2320; İbn Mâce: 4110. Hasen bir hadistir.
19 Müslim: 2858; Tirmizi: 2324.