İMAN – AMEL – İNFAK
“Onlar (takva sahipleri) gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.” (Bakara 3)
Sıtkı Çoban TEFSİR
Müttaki, yani takva sahibi olanlar kimlerdir? Belirgin özellikleri nelerdir? Bu suallerin cevabını Kur’an-ı Mübîn’in bu ayeti açıklamaktadır.
Müttaki, kötülükleri terk edip iyilikleri işleyen kimsedir. Ayet-i kerimenin beyanına göre müttakilere ait sıfatlar üç çeşittir.
• Birincisi kalbin ameli olup, imandır.
• İkincisi bedene ait amel olup, namazdır.
• Üçüncüsü de malla ilgili olup Allah yolunda infak etmektir.
Bu üç amel takvanın esasını teşkil eder. Takva bunlar üzerine kurulur ve kemâl halini bulur. Girişte mealini verdiğimiz ayet-i kerimeden hareketle yazının da temelini oluşturacak olan gayba iman, namazın ikâmesi ve Allah yolunda infak, sırası ve tafsilatıyla izah edilecektir. (Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; İbn Acîbe el-Hasenî, Bahru’l-Medîd; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri)
Kalbin ilk ameli
Âlusî rh.a. ‘in Rûhu’l-Meânî adlı tefsirinde zikredildiğine göre iman, kalp ile tasdik, haber verenin hükmünü kabul etme ve doğrulama manasındadır. Tasdik eden, tasdik edip doğruladığına inanır. Onu yalandan uzak sayar. Şeriatta iman, dinî zaruretlerden olan tevhid, peygamberlik, ahiret gibi hususları tasdik etmek suretiyle gerçekleşir. Yani iman Peygamber’in, Allah Tealâ’dan getirdiğini tasdik etmek, doğrulamaktır.
İmam-ı Begâvî rh.a.’in muteber tefsiri Meâlimu’t-Tenzîl’de ifade ettiği şekliyle İman “emân” kökünden alınmıştır. İnanan kişiye de “mümin” denir, çünkü o kişi iman etmesi sebebiyle kendini Allah Tealâ’nın azabından emin kılmıştır. O’nun en güzel isimlerinden biri de “el-Mü’min”dir. Çünkü O inanan kullarını azabından emin edendir.
İman kalp ile tasdik ve lisanla ikrar etmek olduğuna göre imanın bu iki rüknünün her müminde bulunması lazımdır. Ancak, hayatî tehlike arz eden zorlama halinde dil ile ikrardan vazgeçilmesine cevaz verilmiştir. Diğer taraftan, böyle bir duruma maruz kalanın imanını ikrar pahasına canını vermesi daha üstündür. Yine de seçme hakkı kendisine aittir.
Kalbiyle inanmayıp sadece diliyle ikrar eden kişi ise münafıktır. İnandığı gibi yaşamayan ise ittifakla fâsıktır, yoldan çıkmış günahkârdır.
Gayb nedir?
Ayet-i kerimede geçen “gayb”, duyu organları ve akıl ile idrak edilemeyen, ikisinden biriyle açıklıkla anlaşılamayan şeydir. Yani duyular ve akılla bilinenlerin dışındaki hakikatlerdir. Kulun akıl yürütme, düşünme ve delil getirmekle kavradığı dinî hususlar da gayb addedilir.
İki tür gayb vardır:
• Birincisi, hakkında hiçbir delil bulunmayan mutlak gayb ki; “gaybın anahtarları ancak Allah’ın yanındadır; O’ndan başkası bilmez.” (En’âm 59)
• İkincisi, hakkında deliller bulunan gaybdır. Allah Tealânın varlığı, sıfatları, peygamberlik ve onunla alakalı hükümler, ahiret günü ve halleri, yeniden yaratılma, hesap ve ceza gibi meselelerdir ki, bu ayet-i kerimede işaret edilen gayb bu türdendir. İşte bu zikredilenlere inananlar gayba gözleriyle görmüş gibi iman etmiştir.
Ayet-i kerimede Cenab-ı Hak müttakileri açıklarken mealen “onlar (müttakiler) gayba inanırlar” buyurarak dinin iman bölümünü özetledikten sonra amel bölümünü de özetleyerek mealen buyuruyor ki “ve namazı ikâme ederler.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; İmam Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl (Tefsîr-i Nesefî); Konyalı Mehmed Vehbi Efendi, Hülâsatü’l-Beyân; İmam Kuşeyrî, Letâifu’l- İşârât; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l- Kur’an; Tefsîr-i Kebîr)
Namazın hakkını vermek
Namazın ikâmesi, yani hakkıyla kılınması farzları, sünnetleri ve âdâblarında hiçbir eksiklik olmadan, tadil-i erkân ve huşû ile aksatmadan kılmaktan ibarettir.
Ayet-i kerimede zikredilen “salât”ın sözlük manası duadır. Şeriat dilinde ise belirli fiil, hareket ve dualarıyla kılınması farz olan namaz demektir. Yani halis bir niyet ve tekbirle başlayan, kıyam, kıraat, rükû, secde, oturuşla eda edilen, selam ile sonlanan ibadettir.
Ayet-i kerimede namaz kılarlar manasına “yusallûne” değil, “namazı ikâme ederler” manasına “yukîmûne’s-salât” buyrulmuştur. Bu, namazın önemini, devamlı ve şartlarına uyularak eda edilmesi gerektiğini anlatmak içindir. Namazın ikâme edilmesi demek, namazı âdâb ve rükûnlarına uyarak dosdoğru ve devamlı kılmaktır. İfadede namazı kılmak
için gevşeklik göstermeden yapmak anlamı da vardır. Çünkü “ikâme”nin zıddı, “kuûd”dur. Yani oturup kalmak, harekete geçmemek, bir şeyi yapmada tembellik göstermektir.
Arapça’da bir ağacın eğriliğini düzelten kişinin yaptığı iş “ikâme” olarak isimlendirilir. Namazın ikâmesiyle de ta’dil-i erkân, namazın farz, vacip ve sünnetlerinin korunması ve âdâbına riayet edilmesi kastedilmiştir. Yani namazın edasında eğrilik bulunmaması anlatılmıştır. Zâhirî anlam da budur. (Rûhu’l-Beyân)
Anlatıldığına göre, Hak Tealâ ikisine de rahmet eylesin, meşhur zâhid Hâtem-i Esam, Âsım bin Yusuf’un ziyaretine gider. Âsım bin Yusuf, Hâtem’e:
– Hâtem, namazını nasıl kılıyorsun, bana anlat, der. Hâtem şöyle anlatır:
– Vakit yaklaşınca güzelce abdestimi alır, namaz kılacağım yere gider, orada oturur, aklımı başıma alır, sonra namaz için ayağa kalkarım. Kâbe’yi iki kaşımın arasına, Sırat’ı ayaklarımın altına, cenneti sağıma, cehennemi soluma alır, Azrail a.s.’ı ensemde bilir ve bu namazı son namazım diye kabul edip korku ve ümit ile Âlemlerin Rabbi’nin huzurunda dururum. Hakikati ile tekbir alır, ağır ağır ve manasını düşünerek Kur’an okur, tevazu ile rükû eder huşû ile secdeye kapanırım. Sağ ayağımı diker, sol ayağımı yatırır, üzerine otururum. İhlâs ile kılarım. Bunlara rağmen yine de kabul olup olmadığını bilemem. Kabul olunmama korkusunu içinde saklarım.
Bu sözleri duyan Âsım ağlayarak;
– Ben hiç böyle namaz kılmadım, der ve gözyaşlarına boğulur. (İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn; Rûhu’l-Beyân)
Namaz dinin direği, ibadetlerin özü ve özetidir. Müminin hayatında aradığı mutluluğun kaynağıdır. Namazlarını ikâme eden kişi cemaatle kılmaya da hassasiyet göstermelidir. Nitekim Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuşlardır: “İçimden öyle geçti ki birisine emredeyim namaz kıldırsın. Ben de cemaatten geri kalan kimselere bakayım da onların evlerini ateşe vereyim.” (Müslim, Mesâcid, 251-254; Ebu Dâvud, Salât,46) Bu hadis-i şerif, cemaatten geri duran kimselerin durumunu en açık ve tehditkâr bir dille ifade etmektedir. Cemaatle namaz müekked bir sünnettir. Müekked sünneti terk edenin hali bu ise, farzı terk edenin halini düşünmek gerekir.
Buraya kadar yapılan izah, müttakilerin sâlih amel işleme vasıfları hususunda oldu. Oysa başta yapılan ilk tanımlamada müttakilerin birinci özelliği olarak kötülükleri terk etmeleri zikredilmişti. Namaz bahsini bitirmeden işaret edilmelidir ki, müttakilerin kötülükleri terk etmeleri namazı ikâme etmelerine dâhildir. Çünkü Cenâb-ı Mevlâ mealen; “Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût 45) bunu bize bildirmektedir. Şu halde müttakilerin kötülükleri terk etmeleri namazlarına dâhildir.
Din bir meyve ağacına benzer. Kalbin tasdiki onun toprağın altındaki kökü, dil ile ikrar gövdesi, sâlih ameller de dalları, yaprakları, çiçekleri meyveleri gibidir.
İnfak ve infak edenler
Müttakiler sadece iman ve namazı dosdoğru kılmak gibi şahsî ibadetle kalmaz, mali ibadette de bulunur. Kendilerin nasip edilen rızıktan, maddî ve hatta manevî şeylerden harcar, infak eder, Allah yolunda sarfiyatta bulunurlar. Rızık, sözlükte verilme, ihsan, pay, hisse gibi manalara gelir. Kelimenin genel kullanımında ise canlıların yararlandığı nasibidir.
İnfak, sahip olunan malı başkasına da vermektir. Ayet-i kerimede geçen infaktan maksat; farz, vacip veya nafile olan hayır yolunda harcamaktır. İnfak, kulu Allah’a yaklaştıran en faziletli amellerden biridir. İnfak edenin malı eksilmez. Nitekim kudsî hadis-i şerifte buyrulmuştur ki: “Ey ademoğlu, sen elindeki maldan harca ki ben de sana (daha fazlasıyla) ihsan edeyim.” (Buhârî, Tefsîru Sûre-i Hûd, 2; Müslim, Zekât, 36)
Allah’ın müttaki kulları, Allah tarafından kendilerine ihsan buyrulmuş olan nimetlerden bir kısmını ailelerine ve zekât sadaka olarak diğer muhtaç kimselere sarf ederler. Böyle yapmakla insanlığa hizmet etmiş olurlar.
Ayet-i kerimenin bu bölümü; ailenin geçimini sağlamak, zekât, sadakalar, bağışlar ve yardımlar ile fakirlere ve diğer hayır alanlarına harcama yapmak gibi bütün mali ibadetleri içine alır. İnfak ile Allah Tealâ’nın kullarına bahşetmiş olduğu zâhirî (görünen) ve bâtınî (görünmeyen) bütün nimetlerden infak etme (verme) manasının anlaşılması yerindedir.
Her şeyin zekâtı kendi cinsinden olur. Sûfîler der ki: sıradan müslümanın infakı mallardan, seçkinlerin infakı ise maldan infaka ilaveten hallerden olur.
İnfak hususunda kerkesin kendine çıkaracağı bir pay vardır. Zenginlerin infakı mallarından olur, onlar mallarını ihtiyaç sahiplerinden kıskanmazlar. Âbidlerin infakı nefslerinden olur ve onlar da kendilerini hizmetten esirgemezler. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât; Tefsîr-i Kebîr; Hülâsatü’l-Beyân; Bahru’l-Medîd; Rûhu’l-Beyân)
Rivayete göre Ebu Abdullah el-Hâris er-Râzî rh.a. şöyle demiştir:
Allah Tealâ peygamberlerinden birine şöyle vahyetti:
“Ben filan kimsenin ömrünün yarısını fakirlik, diğer yarısını da zenginlikle geçmesine hükmettim. Kendisine sor, hangisini önce isterse onu vereyim”
Devrin peygamberi o zatı çağırdı ve gelen vahyi haber verdi. Adamcağız;
– Ailemle istişare ettikten sonra haber vereyim, dedi. İstişare sırasında hanımı:
– Zenginliğin fakirlikten önce olmasını isteyelim, dedi. Adam:
– Zenginlikten sonra fakirlik zor olur. Fakirlikten sonra zenginlik ise pek güzel olur, dedi.
Kadın talebinde diretince adamcağız devrin nebisine vardı ve kararını ömrünün ilk yarısı zenginlikle geçmesi şeklinde bildirdi. Allah Tealâ onlara zenginlik kapılarını açtı, büyük zenginliğe kavuştular. Hanımı eşine dedi ki:
– Eğer bu zenginlik nimetinin bizde kalmasını istiyorsan, insanlara cömertlikle, muhtaçlara çok ihsanla muamele et.
Adam da öyle yaptı. Ne zaman kendisine bir şey alacak olsa, aldığı şeyin aynısından bir fakire de aldı. Böylece adamın yarı ömrü geçince Allah Tealâ devrin nebisine vahyederek buyurdu ki:
“Ben onların ömrünün yarısını fakirlik, yarısının da zenginlik içinde geçmesine hükmetmiştim. Fakat onları nimetlerime hakkını vererek şükreder bir halde buldum. İnfak ve şükür ise nimetin artmasını gerektirir. Bunun için onlara ömürlerinin kalan kısmının da zenginlikle geçmesine hükmettiğimi bildir.”
Bu kıssanın da işaret ettiği üzere infak, ambardaki tohumu çıkarıp tarlaya ekmek gibidir. Görünüşte ambar boşalmış olsa da, tarladan gelecek mahsul onu fazlasıyla dolduracaktır. Tohumu ambarda saklayıp ekmemek ise görünüşte kârlı gibidir ama zararı sonra anlaşılır.
Müttakilerin takvalarının temeli iman hakikatine yaslanır. İman, diğer iyiliklerin, namazın ve zekâtın temelidir. Namaz ve zekât da beden ve mal ile yapılan ibadetlerin temelidir. Diğer ibadetlere asıl ölçü namaz ve zekâttır. Bu iki ibadeti zikretmekle diğerlerini tek tek saymaya ihtiyaç duyulmamıştır.
Amellerin, imanın meyvesi olduğunda kuşku yoktur. Din bir meyve ağacına benzer. Kalbin tasdiki onun toprağın altındaki kökü, dil ile ikrar gövdesi, sâlih ameller de dalları, yaprakları, çiçekleri meyveleri gibidir. Meyve ağacından beklenen meyve olduğu gibi, imandan beklenen de sâlih ameldir. Allah Tealâ’ya yaklaşma da onunladır.
Allah Tealâ ayet-i kerimede önce iman zikretmiştir. İman kalp işidir. Sonra namaz zikredilmiştir, o da beden işidir. Sonra infak zikredilmiştir, o da mal ile olur. Böylece bütün ibadetler burada toplanmıştır. Çünkü insanın toplam varlığı kalbi, bedeni ve malıdır. Nitekim müminler kalbleriyle gayba iman ettiler, bedenleriyle namazı ikâme ettiler, mallarıyla da Allah yolunda harcama yaptılar. Bu vesileyle O’na yakın olmanın vasıflarını hak ettiler, müttaki olmanın değerine layık hale geldiler.
Sonuç olarak denilebilir ki, gayba iman etmek, namaz kılmak ve Allah Tealâ’nın rızasına uygun harcama yapmak, İslâm’ın fert ve toplum olarak insana sunduklarının ve ondan istediklerinin güzel bir özetidir. Gayba iman iman esaslarına, namaz kılmak Allah Tealâ’ya ibadet etmeye, O’nun rızasına uygun harcamada bulunmak da dayanışmaya ve adalete işaret etmektedir. (Rûhu’l-Beyân; Hak Dini Kur’an Dili; Hülâsatü’l-Beyân; Tefsîru’n-Nesefî; Letâifu’l- İşârât)