İslam’la Yeniden Dirilmek
İman hayattır, İslam bir diriliş çağrısıdır. Yüce Mevlâ bu çağrıya cevap vermemizi emrediyor. “Ey iman edenler! Peygamber sizi kendinize hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah ve Rasûlünün davetini kabul edin.” (Enfal, 24)
Biz İslam’ın nefesiyle hayat bulduk. Nefes almamak ölmek demektir. Vahiy nefestir, ruhtur. Hz. Peygamber vasıtasıyla üflenen bu nefes bütün dünyaya hayat verdi, güzelliklerin, gerçek insani değerlere dayalı bir medeniyetin doğmasını sağladı.
Ayette kastedilen hayat insanı insan yapan, Allah’ın halifesi mertebesine yükselten, onu eşref-i mahlukat kılan hayattır, bütün canlıların ortak vasfı olan biyolojik hayat değildir. Bununla birlikte ilahi çağrıya uygun yaşamak biyolojik açıdan da yararlı ve gereklidir. Zira İslam’ın yasakladığı şeylerden kaçınmak akıl, ruh ve beden sağlığı için de elzemdir.
İslam ilk bahar, İslamsızlık son bahardır. İslam bahçesi ilk baharda bütün insanlığa güzel çiçekler, göz alıcı renkler, cazip kokular, eşsiz ve doyumsuz manzaralar sundu. Fakat bu bahçenin bekçileri uykuya dalınca, domuz sürüleri, sırtlanlar, kurtlar, tilkiler çakallar ve kargaların hücumuna uğradı ve talan edildi. Bu tahrip ve talana rağmen bu toprağın bağrında tekrar çiçek bitirme, meyve verme mayası ve kabiliyeti vardır. Batıdan esen samyeline, zehirli rüzgarla çöle döndürülen bu bahçe tekrar kendi göğünün güneşi, kendi bulutunun yağmuruyla filizlenebilir, eski görkemine kavuşabilir.
Vahiy yağmuruyla, iman güneşiyle dirilen bu bahçe önceleri de çorak ve verimsizdi. Arap yarımadasının yanık kumları, ot bitirmeyen çölleri üzerine esen tatlı meltem, hayat veren rahmet bu çölü eşsiz bir cennete çevirdi. Bu çölde yaşayan vahşi bedevi ve kölelere üflenen ruh, on yıl içinde onları dünyanın örnek insanları, model şahsiyetleri haline getirdi.
Üflenen bu ruh; bir kaç aciz ve yoksul kabileyi dünyanın o dönemde en büyük iki imparatorluğu olan Bizans ve İranı dize getirecek, doğuda ve batıdaki mazlum halk kitlelerini Kayserlerin, Kisraların, Hüsrevlerin, Zerdüşt din adamlarının, papazların, feodallerin, zorba toprak ağalarının zulmünden kurtaracak noktaya getirdi.
Hz. Peygamber vasıtasıyla gerçekleştirilen bu inkılab, tarihin en muhteşem inkılabıdır. İlahi vahyin tebliğcisi ve uygulayıcısı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) yerine Arabistan çölüne bin tane filozof gelseydi bir Hz. Ömer bile yetiştiremezdi. Zira vahyin diriltici nefesi, gönülleri aydınlatan nuru olmaksızın gerçek hayata ve aydınlığa kavuşmak mümkün değildir. Hayata ve varlık alemine anlam ve gaye kazandıran yegane kaynak vahiydir, kuşatıcı gerçek İslam’dır.
İslam tabii ve fıtri dindir. İslam’a uygun hayatta normal ve tabii hayattır. İslam dışılık anormallik ve gayr-ı tabiiliktir. “Sen sadece Allah’a yönelerek yüzünü hak dine, Allah’ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtrata uygun olan dine çevir.
Allah’ın yaratmasında hiç bir değişiklik yoktur. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 30) Fıtrata uygun yaşanan hayat bir nevi organik hayat, fıtrata aykırı hayat ise hormonlu hayattır. İlahi olan tabii olandır. Asıl ve gerekli olan da budur.
Müslüman olmak; kainatla bütünleşmek, külli hiyerarşiye katılmak, ilahi iradeye teslim olmak demektir. Zira insan dışında her şey tam bir teslimiyet içinde ilahi nizama uygun hareket etmektedir. Kainattaki ahenk ve düzen bu teslimiyetin ifadesidir. Var olmanın şartı bu teslimiyettir. “Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez O’na teslim olmuştur ve hepsi de O’na döndürülecektir.” (Âl-i İmran, 83)
İnsan ise imtihan için irade sahibi kılınmış, inanma ve inanmama, teslim olma ve olmama hususunda serbest bırakılmıştır. Diğer varlıklar gibi Yaradana ve O’nun ilahi nizama tâbi olmak sisteme katılmak, tâbi olmamak ise sistem dışı kalmaktır. En büyük terör de bu olsa gerek.
Bütün peygamberler insanları tek olan Allah’a ve O’nun yoluna çağırmışlardır. Son çağrıda aynıdır. “De ki: Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Musa’ya, İsa’ya ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilene inandık.
Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Biz sadece Allah’a teslim olanlardanız.” (Âl-i İmran, 84) Peygamberlerden sonra bu diriliş çağrısını onların izinden giden, onların ahlâkıyla ahlâklanan alimler ve önderler devam ettirmişlerdir.
Onların çağrısı İsrafil’in suru gibidir. Daima uyanık olmak için bu çağrıların daima devam etmesi gerekir. Hak yolunun davetçileri bu yolun kılavuzları ve ışıklarıdır. Batıl yollara çağıranlar ise şeytanların temsilcileridir. Bu yolların birisi cennete, diğeri cehenneme çıkar.
Tarih boyunca hakka, dirilişe çağıran pek çok davetçiler, kahramanlar çıkmıştır. Bunların çağrısı asırlara uzanmıştır.
Gazalilerin, Mevlânaların, Yunusların sesleri gönüllerde, semalarda çınlamaktadır.
Yakın tarihimizde sömürgecilerin narkozları ile uyuyan Müslümanları uyandırmak için avazının çıktığı kadar bağıran, bu uğurda her şeyi göze alan nice yiğitler, kahramanlar çıkmıştır. Muhammed İkballer, Mehmet Akifler, Bediuzzamanlar çıkmıştır. Necip Fazıllar ve daha niceleri ümmetin dertlerini terennüm etmişler, uyarma ve uyandırmada bir nevi İsrafilin suru görevini ifa etmişlerdir. Aslında uyarma ve çağrı görevi her Müslümanın ve özelliklede her münevverin görevidir. Bu, kaçınılmaz bir sorumluluktur.
Toplumdan uzaklaşarak, halkın derdine kayıtsız kalarak bir kenarda âtıl vaziyette yaşamak vebaldir. Münevver, özel hayatını, ferdi, ictimaî ve fikri mücadele için feda eden kimsedir.
Diriliş çağrısı; topyekûn gönülleri, vicdanları, akılları bütün maddi ve manevi kaynakları harekete geçirme çağrısı, tamamıyla bir cihat çağrısıdır. İslam dinamizmdir. Kelime-i tevhid M. İkbal’in dediği gibi kelam konusu olmaktan öteye bir inkılab, bir yeniden yapılanmanın başlangıç ve hareket noktasıdır. Kur’an cilt, kağıt, mürekkep ve isim değildir. Kur’an ruh, hakikat, fikir, amel, sorumluluk ve cihattır. Kur’an’ı öpmek, mushafı yüksekte tutmak, kağıdını yaldızlamak, güzel okuma yarışmaları yapmak Kur’an’a karşı gerçek saygı ve hürmeti ifade etmez. Asıl saygı ve bağlılık onun ahlâkıyla ahlâklanmak, hayat kaynağı umdelerine sarılmaktır. Baş tarafta zikrettiğimiz ayet tamda bunu ifade etmektedir.
İkbal; din ve dünya, iman ve bilim, akıl ve duygu, felsefe ve edebiyat, irfan ve siyaset, Allah ve halk, ibadet ve cihad, inanç ve kültür adamıydı, geçmişin ve bugünün adamıydı. Gecenin sultanı gündüzün aslanıydı.
Bugün gerçek kimliğini ve kişiliğini kaybeden, Müslümanlar diriliş çağrısı yapan Kur’ân’a icabet etmeli ve bu diriliş çağrısını feryada dönüştüren Kur’an aşığı İkbal’e kulak vermelidir. “Şarkın ve garbın haysiyeti senin elindedir. Yaşadığın asrı göz önüne al, Ömer’in ruhunu tekrar dirilt. Çöl, şehir ve dağdan geç de çadırını kendi varlığında kur. Kendini kılıç gibi keskinleştir. Sonra kaderin kulağına atıl. Kendini bile. Zira cevherin kötü değildir. Cemiyete kafa tutan bu fakirin iki kelimeden başka bir şeyi yoktur. “Lâ ilahe illallah, Muhammed Rasûlullah.”
Ali Rıza Temel