Kişilikte Uyum Ve Denge Açısından Doğruluk Ve Dürüstlük
Doğruluk denince ilk olarak dürüstlük gelir akla. Siyam ikizi gibi birbirinden ayrılmaz iki kavramsal olguyla karşı karşıyayız. Çünkü doğruluk olmayınca dürüstlük, dürüstlük olmayınca da doğruluktan bahsetmek mümkün değil. Doğruluk, Türkçe kökenli bir kelimeyken dürüstlük Farsça kökenli olup Türkçeleşmiştir zamanla. Herhangi bir sözlüğe bakacak olsak her iki kavramın birbirinin yerine kullanıldığını görebiliriz. Yine de şu hususun altını çizmek gerek: Bir dilde aynı olguyu ifade eden iki kelime varsa bunların arasında az da olsa mana farklılığı bulunabilir. Bu nedenle söz konusu kavramların izini sürmek anlamlı olacaktır. Kavramlar açık seçik belirginleşince kişilik gelişimi ve şahsiyetin olgunlaşması açısından doğruluk ve dürüstlüğün bireyin tutum ve davranışlarına nasıl yansıdığını izleyebiliriz.
Doğruluk, bireyin her yerde ve her durumda doğru olana yakışır şekilde davranmasıdır. Her yerde ve her durumda ifadesi nerede olursak olalım duygu, düşünce ve davranışlarımızda hak ve hakikati gözetmemizi önceler. Buna göre düşüncenin gerçekle uyuşması, yargı ve iddiaların hakikate uygun olması doğruluk olarak çıkıyor kaşımıza. Şayet içinde bulunulan durumda mümkün olan en iyi ve en geçerli kararları verebiliyorsak, dahası söz konusu kararları kendimizi ve başkalarını aldatmadan alabiliyorsak doğruluk, temel karakter özelliklerimizden birisi hâline gelmiş demektir. Sözün özü, doğruluk her hâlükârda adil olmayı gerektiren bir tutum sergilemektir. Adil olmak ise temelde zulmetmemek, haddi aşmamak ve mutedil davranabilmektir her şeye ve herkese karşı. Buna göre doğruluk, sağduyudan ve gerçeklikten ayrılmadan orta yolu izlemek, yani adalet yolunu takip etmek şeklinde kavramlaştırılabilir.
Doğruluğun siyam ikizi dürüstlüğü; özü sözü bir olmak, olanı olduğu gibi yansıtmak, gerçeği saklamamak; bildiğinden, inandığından ve olduğundan başka türlü görünmeye çalışmamak şeklinde tarif edilebiliriz. Buna göre doğruluk, gerçeği söylemekle, dürüstlük içten gelen bir güdülenmeyle gerçekçi ve samimi olmakla ilişkilidir. Bu anlamda doğruluk daha nesnel, dürüstlük daha öznel bir olgu olarak düşünülebilir. Mehmet Akif’in “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.” dizesi doğruluğa atıf yapmaktadır ilk bakışta. Ancak Mehmet Akif, söylemlerinde ve yaşayışında samimi bir insan olduğu için onun bu dizesinde doğrulukla dürüstlüğün iç içe girdiğini söyleyebiliriz. Olması beklenen de budur aslında.
Biraz zihinsel egzersiz kabilinden şöyle bir soru sorabiliriz: Bir insan doğru olduğu hâlde dürüst olmayabilir mi ya da tam tersine doğru olmadığı hâlde dürüst davranabilir mi? Ziyadesiyle işlevsel, anlamlı ve kışkırtıcı bir soru. Evet, gerçekten de doğru olan bir insan, zaman zaman dürüst olmayabilir. Öncelikle belirtelim: Doğruyu söylemek başka, gerçeği (hakikati) söylemek daha başkadır. Doğruluk bakış açısına göre değişebilirken gerçeklik mutlak hakikatle ilişkilidir. Bu anlamda gerçeklik, kabul edilse de edilmese de sürdürür varlığını değişim göstermez herkese göre. Dürüstlük ise bireyin söz ve eylemlerinde hem doğru hem de samimi olma hâlidir. Dürüst insan denildiği zaman doğruya samimi olarak sarılan, doğruluğu erdem hâline getirmiş mümtaz bir şahsiyet gelir aklımıza.
Bir kişi hakkında, “Samimi değildir, ancak ne gördüyse onu söyler.” deniyorsa onun dürüst davranmadığı ancak nesnel olarak doğru bir tavır takındığı ifade edilir. Keza birisine yönelik “Samimi, iyi niyetli bir kişidir, ancak bazen doğru konuşmaz.” şeklinde bir niteleme duyarsak onun dürüst olduğunu yani kötü niyetli ve aldatıcı olmadığını fakat zaman zaman doğru davranış sergilemediğini söylemiş oluruz. Örneğin iki kişinin arasını düzeltebilmek için yalan söyleyen birisi samimi davransa da doğru bir iş yapmamaktadır. Bu noktada doğruluk ile dürüstlüğün harmanlanarak bireyin davranışı güdüleyici bir karakter özelliğine dönüşmesi elzem görünüyor.
İnsan, biyo-psiko-sosyal bir varlık olarak tanımlanır genellikle. Buna dinî-manevi tarafı da eklemek lazım. Zira metafizik arayışlar yani ben-ötesi ilişkiler de temel insani yönelimlerdir. Kişilikte uyum, bireyin düşünce, duygu ve davranışları arasında denge sağlamasıyla mümkün olabilir. Şimdi sorabiliriz: Doğru ve dürüst olmamanın psikolojik sonuçları nelerdir? Cevap basittir aslında. Doğru ve dürüst olmayan bir kişi, her şeyden ve herkesten önce kendisini aldatmaktadır. Belki o, başkalarını aldattığını düşünebilir, ancak gerçekte mağdur başkası olsa da aldanan kendisidir.
Kendini aldatmanın çok çeşitli yolları var: Özellikle bahane bulma, yansıtma, dışsallaştırma ve karşıt tepki geliştirme mekanizmaları bireyin kendini aldatmasına sebebiyet verir. Kendini aldatan insan, olanı olduğu gibi göremez, görse kabul edemez, mazeretler üretir sürekli. Kendini aklama peşindedir. Zira bu tür kişilerin sözleriyle eylemleri, düşünceleriyle davranışları, inançlarıyla fiilleri uyumsuzluk içermektedir. Bu nedenle onlar dengesizlik yaşar bilişsel ve duygusal bakımdan. Konuyu biraz daha açabiliriz: Kâmil yani kendini gerçekleştirmiş bir insanın en önemli özelliği gelişime açıklık ve tutarlılıktır. Ancak zor ve çileli bir yolculuktur kemale ulaşmak. Bu yolculukta pek çok engel çıkar bireyin önüne. Bunların başında sorumlu ve adil davranmaktan kaçınmak gelir. Dahası kaçındıkça mazeretlere sığınma artar. Örneğin çalışmadığı için sınavını kazanamayan genç ya ortamsal faktörlere yükleme yapar (bahane üretme mekanizması) ya da annesini, babasını, arkadaşlarını ve öğretmenini suçlar (yansıtma mekanizması). Bu tür bir davranışta bulunan birey, gerçekliği kabulde zorlanır. Zira bireyin kendini suçlaması “ego” sistemine kuvvetli bir baskı yapar. Bu baskıyı hafifletmek için mazeret üretmek ve başkalarını suçlamak en çok tercih edilen yollardandır. Psikologlar savunma mekanizmalarının bireyi kısmen rahatlattığını söyler. Bu anlamda onlar yaşanan çatışmaları çözme ve dengesizlik hâlini gidermede işlevseldir. Ancak bireyin gerçeklikle temasını yitirmesine neden olabilir özellikle aşırı kullanıldığı zaman. Burada bilişsel açıdan atıf hatalarının devreye girdiğini hatırlatalım özellikle.
“İnandığı gibi yaşamayan yaşadığı gibi inanmaya başlar.” diye bir söz var ya. Tıpkı bu sözdeki gibi dış dünyada olan biteni kendi gerçekliği içinde değerlendiremeyen insanlar zamanla öznel algı ve yargılarının gerçek olduğu kanaatine ulaşabilir. Örneğin “Neden yalan söylüyorsunuz ya da onun hakkında neden olumsuz konuşuyorsunuz?” denildiği vakit “Ben onun lehine davranıyorum.” diyerek gerçek duygularını saklayabilir. Bir başka örnek verelim: “Bu davranışınız beni incitti, size yakıştıramadım.” dediğiniz zaman iç dünyasında olan biteni gizleyebilir. Bu gizleme, temelde doğru ve dürüst davranmamakla eş değerdir. Zira birey kendisiyle yüzleşememekte ya da yüzleşmekten kaçınmaktadır. Doğruluk, hak ve hakikate uygun davranmaksa (nesnel gözlenebilir olan durum) kişinin erdemli davranması gerekir. Dürüstlük, davranışlarda samimi ve içten olmaksa birey doğru olan, doğru davranmayı gerektiren fiillerinde samimi olmalıdır. Bu nedenle bir insanın kemale erebilmesi için duygu, düşünce ve davranışlarıyla yüzleşmesi gerekir. Yüzleşmek… Kolay gibi görünen zor. Tam da bu noktada “İçimde ne düşünüyorum, dışıma ne söylüyorum?” muhasebesi çıkıyor karşımıza. Siyah düşünüp beyaz konuşmak ya da tam tersi. Âdeta kişilik bölünmüşlüğü yaşar gibi bir durum. Eğer içimiz başka, dışımız başkaysa ciddi sorun var demektir. Çünkü “karşıt tepki geliştirme” savunma mekanizmasını kullananlar kendilerini aldattıkları için öncelikle kendileriyle barışık değildir. Kendisiyle barışık olmayanlara gelince bunların sosyal çevreleriyle, değerleriyle ve inançlarıyla dengeli ve uyumlu bir tutum sergilemediği aşikâr görünüyor. Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” sözü geliyor aklımıza. Bu söz aslında “Yapmadığınız şeyleri neden söylüyorsunuz!” (Saff, 61/2) ayetini çağrıştırmakta. Bir kere yapmadığımız şeyleri söylüyorsak, içimiz ve dışımız birbiriyle uyumlu değilse doğru ve dürüst değiliz demektir. Yine de içimizden geçen şeylerin dışarı yansırken adab-ı muaşeret kurallarına ve empatik iletişim ilkelerine göre düzenlenmesine dikkat etmek önemli. Daha açık ifadeyle hem kızgınlığımızı, öfkemizi, rahatsızlığımızı ifade edeceğiz hem de bunu uygun ortam ve uygun bir dille yapacağız. Bir insanın hatasını, günahını başkalarının yanında yüzüne söylemek görünürde doğru bir davranış olabilir ancak dürüst bir davranış değildir. Keza muhatabı suçlayarak, kınayarak ve onun kişiliğini örseleyen bir üslup kullanarak kurulan iletişim doğru da değildir dürüst de.
Şimdi daha net bir kavramlaştırma yapabiliriz: Dürüstlük denilen şey yani samimiyetin iştirak ettiği hasbilikten beslenen gönül’lü doğruluktur. Bunu kalbin ve ruhun katıldığı deruni doğruluk olarak da ifade etmek mümkün. Yine bir başka sorun çıkıyor karşımıza: “İnsan zaman zaman gönül’süz doğru olabilir mi?” Cevap basit aslında: “Evet” olabilir. Ancak unutmamak gerekir ki gönül’süz doğruluk insani ilişkilerde tamiri güç sonuçlar doğurabilir. Gönlün eşlik etmediği hiçbir eylem yeterince ahlaki değildir. Burada yeterince kelimesinin altını önemle çizmek gerek. Çünkü gönül eşlik etmeden de insan doğru olabilir ancak bahse konu olan doğruluk, Allah’ın mekânı olan gönül süzgecinden geçmeyince eğrilikler içerebilir. Bu fikre nasıl vardığımız sorulabilir. Kur’an-ı Kerim’de geçen “kayyim(e)”, “istikamet” ve “müstakim” kelimeleri genellikle doğruluk, dosdoğru olmak, doğru davranmak üzerinden açıklanır. “Bu dosdoğru bir dindir.” (Beyyine, 98/5), “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 11/112) ve “Bizi sırat-ı müstakime (dosdoğru yola) ilet.” (Fâtiha, 1/6) mealindeki ayetlere yakından bakacak olursak doğruluğun “kıymet” yani “değer ve ahlak” üzerinden tanımlandığını görürüz. Buna göre kendimle, çevremle ve Rabbimle ilişkide ahlaki temellere dikkat ediyorsam doğru davranıyorum demektir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 11/112) ayeti, inanan insanı ilahi iradenin taleplerine uygun bir yaşama davet ediyor. Bunun anlamı şudur: Kendinizi kandırmadan, başkalarını aldatmadan samimi bir şekilde hak ve hakikatin yanında olmak, hak ve hakikati dünyevi saygınlık, makam ve ekonomik gelir için kullanmaktan kaçınmak… Bu da inançlarımız ve değerlerimizle kurduğumuz ilişkinin gönülden gelmesini yani kalbî ve hasbî olmasını iktiza eder. Böyle bir ilişki ise kişilikte uyum, ahenk ve denge ile gerçekleşir yani doğru ve dürüst olmakla.