Korkusuzluk Nedir
Bir Müslüman Allah’tan (C.C.) başka hiçbir şeyden korkmamalı, cesur ve korkusuz olmalı…
İşte bu şecaatli duruşu Allahu Teâlâ bütün Müslümanlardan istiyor…
Nitekim Efendimiz de (s.a.v.) bir duasında “Allahım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, aşırı yaşlılıktan, cimrilikten, kabir azabından, hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım.” (Buharî, Tirmizî) diyerek, korkaklığın üzerine gidilmesi gereken bir duygu olduğunu ümmetine öğretiyor.
Peki, nasıl elde edeceğiz bu korkusuzluğu?
Şunu iyi bilelim ki bu korkusuzluk sadece güçle, kuvvetle, yiğitlikle hallolacak iş değildir. Zira bu korkusuzluğu bir insan ancak yerinde canını, malını, sağlığını, rahatını vb. elindeki tüm imkânlarını kaybetmeyi göze alarak kazanabilir.
Daha açığı diyelim ki, başına olmadık işler gelse, bazı organların, uzuvların senden alınsa veya sırf Müslüman olduğun için din düşmanları tarafından türlü işkencelere tabi olsan, gerekirse hepsine Allah (C.C.) için katlanabilirim diyebilmelisin. İşte bütün bu alternatifleri hesaba katarak, bunlara sabredebilmeyi, katlanabilmeyi baştan kabullenmek ve göze almakla bu korkusuzluk elde edilebilir. Ben kendi nefsim adına bütün bu hesaplara girdim, kendime hep bu soruları sordum, sonra da Allah için bütün bunların hepsine razı oldum. Dolayısıyla, ölüm dâhil gelecek tüm felaketlerden razı olmak, gerçek şecaatin veya korkusuzluğun asıl dayanağıdır... Allah dostları korkusuzluğu bu düşüncelerle elde ederler. Bu duygunun arkasında ise Allah’a (C.C.) olan güçlü bir iman, tevekkül ve teslimiyetle, onun yaptıklarına ve yapacaklarına razı olma duygusu vardır. O’nu sevme, O’nun senin hakkındaki isteklerini kendi isteklerine tercih etme güzelliği vardır. Yine bu duygunun temelinde, dünyaya, ahirete kıyasla daha az değer vermek, dolayısıyla ahiret kazancını dünya kazancı yanında daha büyük ve önemli görme duygusu vardır.
Dünyayı ahiretten fazla sevenler bu duyguyu asla elde edemezler.
Ben ölümden korkmam, hatta Rabbim’le vuslat ne zaman diye sabırsızlıkla hep beklerim. Dünyayı ebedi hayat sanan insanlar, bu duyguları anlayamaz ve gerçek bir korkusuzluk duygusunu ne kadar cesur olsalar da asla yakalayamazlar. Dediğimiz gibi, sadece güç, kuvvet, cesaret, yiğitlikle bu korkusuzluk ele geçmez. İdealin uğruna elindeki bütün nimet ve değerlerini kaybetmeyi de göze alman gerekir.
Bir Müslüman davası uğruna bütün yoklukları, yoksullukları, acı ve sıkıntıları göze almalı, bunları baştan nefsine kabul ettirmelidir. Bu sıkıntıların hepsi başına gelir veya gelmez o da Rabbimizin merhametine ve ihsanına kalmıştır. Bizim gibi kullara düşen, herhalde Allah’tan (C.C.) razı olmak, O’nun bizim hakkımızda yaptıklarının, bizim için en hayırlısı olduğuna inanmak, Allah’ın (C.C.)bizi bizden daha çok düşündüğüne, bizim iyiliğimizi bizden daha çok istediğine inanmaktır.
Nitekim gerçek de budur. Dolayısıyla bu mevzu sadece akılla çözülemez, akıl ve imanla birlikte çözülür.
Açıkçası şartlı tevekkülle, teslimiyetle, ihlasla veya sınırlı Müslümanlıkla bu cesaret elde edilemiyor. Yani ne kadar çok Allah’ı (C.C.) seversen, o kadar çok O’nu kaybetmekten korkarsın ve o zaman senin cesaret sınırlarını bir sevgi belirler. Bu duygu sende her şeyden güçlüyse, o zaman Allah (C.C.) sevgisini kazanmaktan başka hiçbir şeyin önemi yok dersin. Ve O’nun sevgisini kazanmak veya bu sevgiyi kaybetmemek için her şeyi kaybetmeyi göze alırsın.
İşte gerçek şecaatin asıl sebebi ve kaynağı bu düşüncenin sana verdiği güçtür veya duygudur.
İlişkilerde Sevgi ve Saygıya Önem Vermek
İnsan ilişkilerinde karşılıklı sevgi ve saygı çok önemlidir…
Bunu anlamayan, sana saygı duymayan insanlarla ilişkileri hemen kesmek gerekir. Zira sana saygısı olmayan adam, aslında kibirli adamdır. Kibre karşı kibir ise sadakadır. O halde böyle adamlarla ilişkiyi kesmek aynı zamanda büyük bir ibadettir de…
Benim en sevmediğim ahlak saygısızlık ahlakıdır… Saygı, hayatımızda önemli ise o zaman saygı konusunda şöyle düşünmeliyiz: Bize göre saygılı davranmamız gereken üç sınıf insan vardır:
Birincisi, bizden ilimce, ahlakça, amelce daha iyi yerde duran, faziletli, üstün özellikli insanlar olabilir ki bu kişilere karşı doğal olarak zaten saygılı olmalıyız. İkincisi, bizimle aynı ayarda olan, aramızda seviye farkı olmayan kişiler olabilir. Bunlara karşıda saygı konusunda nötr olmalı, ama saygısızlık yapmamalıyız. Bu tür kişiler bize kıyasla saygıyı hak edecek bir konumda olmasalar da onlara karşı saygısız olmamız da gerekmez.
Bir de bizden madden veya manen küçük kişiler olabilir ki yine bunlara da asla saygısızlık yapmamalıyız. Çünkü Allah’ın (C.C.) hiçbir kuluna saygısızlık doğru değildir.
Velhasıl bizden ilimce, ahlakça, faziletçe üstün olan kişilere otomatikman saygılı olmalıyız. Bizim seviyemizde olan veya bizden aşağı olduğunu düşündüğümüz kişilere de asla saygısızlık yapmamalıyız. Yani saygısızlığı hayatımızdan tamamen çıkarıp atmalıyız.
Ben yerinde düşmanım bile olsa saygı duyarım. Mesela bir ideali olan ve ideali uğruna mücadele eden adama ben her zaman saygı duymuşumdur. Zira ideali olan adam, manevi değerleri maddi değerlere tercih eden adamdır… İşte bu özelliğinden dolayı böyle kişilere her zaman saygı duyarım. İdealist adamlar, gerçekten sadece bu özelliklerinden dolayı saygıyı hak ederler.
Saygısız olan adamlar basit ve kibirli adamlardır, cahil adamlardır, daha açığı ayak takımı adamlardır. Bu karakterdeki adamlardan uzak durmak gerekir. Zira saygısız adamlarla evliya da olsan geçinemezsin, alim de olsan geçinemezsin. En iyisi onlardan uzak durmak, onları muhatap almamaktır.
Nitekim, “Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.” (A’râf, 7/199) ayetinde işaret edilen cahiller, bu edepsiz ve saygısız adamlardır…
Saygısızlığın kaynağı edepsizliktir, edepsizliğin kaynağı ise anlamamaktır. Karşıdaki kişinin değerini anlamaz isek ona karşı edepsiz ve saygısız oluruz. O zaman anlamak edepli olmanın en önemli sebebidir.
Bu durumda insanlara en azından toplumda geçerli görgü kurallarına göre davranırsak bu tür davranış bizi normal saygılı adamlardan yapar ve bilmeden yapabileceğimiz edepsizlik ve saygısızlık hatasından bizleri korur.
Kimse için aşırı saygıya da gerek yoktur. Bu tür aşırılıklar zillete düşürür, insanı zilletli yapar. Zillet de bir Müslüman’a yakışmaz. Neticede zilletten kaçarak, vakarımızı koruyarak, kimseye saygısızlık da yapmayarak sosyal ilişkileri sürdürmek en güzelidir…
Aklımız Her Zaman Başımızda Olmalı
İnsanoğlu duygusal bir varlıktır... Duygusal olması demek, duyguların insanı ciddi anlamda etkilemesi ve sarsması demektir… İşte duyguların kuşattığı her şartta insanın aklının başında kalması çok önemlidir. Yani ne olursa olsun iradeyi duygulara teslim etmemek ve aklı kullanmak çok önemlidir.
Açıkçası hiçbir zaman üzüntüler, dertler, kederler bizi yönlendirmemeli, irademizi ele geçirip, aklımızı devre dışı bırakmamalıdır.
Kendi adıma ben çok duygulu bir insanım, bu nedenle dertlerim üzüntülerim hiç bitmez. Ama çok şükür ki hiçbir dert, üzüntü, keder de benim aklımı başımdan alamaz, aklımı iptal edemez, devre dışı bırakamaz…
Zira biliyorum ki aklımın başımdan gitmesi demek, dertlerin beni yönlendirmesi demektir… Ben buna asla müsaade etmem… Nitekim bu hali İslam da tasvip edip onaylamaz.
Mesela içki, şarap vb. uyuşturucu niçin haramdır? Aklı iptal ettiği ve iradeyi teslim aldıkları için elbette…
Peki, aklı sadece içki ve şarap gibi uyuşturucu maddeler mi iptal ediyor? Bir düşünelim bakalım… Hayır, bazen öfke de aklı iptal ediyor, şehvetin tesirine girmek de… Hatta aynı zamanda acılar, üzüntüler, kederler de aklı iptal ediyor.
İslam niçin üç günden fazla yas tutmayı yasak etmiştir? Çünkü üç günden fazla yas tutmak demek, üzüntü halinin devamı demek, bu da aklın normal çalışmasını engelleme halinin sürmesi demektir de ondan...
Anlıyoruz ki yüce İslam dini, koyduğu mucizevi kurallarla her zaman aklımızın başımızda olmasını ve kalmasını istiyor.
Mesela misafirler, yolcular için dört rekatlı farz namazların iki rekat kılınması tayin edilmiştir; ama huşû için bir azaltma yapılmamıştır. Yolculuk meşakkati de olsa huşûdan asla taviz yok… Dolayısıyla aklımızın başımızda olması, duygulara teslim olup yenilmemek her zaman ve şartta bizden isteniyor.