Tedbir KuldaN Takdir Allah’tan
"Tedbir kuldan takdir Allah’tandır." Hangi şartlar altında olursak olalım; bize verilen bu dünya hayatını en güzel şekilde değerlendirmenin ve içinde bulunduğumuz durumu hayra dönüştürmenin veya hayırdan koparmamanın formülü budur. Kişi, kendi iradesine bağlı olan hususlarda üzerine düşeni yapmadan yani bir insan olarak yapması gerekenleri yerine getirmeden, diğer bir deyişle kendinden beklenen hareketi yapmadan ve sebeplere sarılmadan - ne kadar arzu ederse etsin- istekleri ve arzulan pek gerçekleşmez.
İnsanla ilgili işleri, kişinin seçimiyle ilişkili olup olmamak bakımından ikiye ayırmak mümkündür. Kişinin seçimiyle ilgili olmayan işler, kulun iradesi dışında meydana gelen işlerdir, insan ne kadar isterse istesin ve ne kadar uğraşırsa uğraşsın bunları değiştiremez. Dünyaya gelip gelmemek, erkek veya kadın olmak, zekâ düzeyi, dünyaya geldikten sonra büyümek, gelişmek, yaşlanmak, elinde olmadan birtakım musibetlerle karşılaşmak... Bütün bunlar kişinin iradesine ve seçimine bağlı olmayan işlerdir. Bu tür işlerde kişiye düşen, içinde bulunduğu durumla böbürlenmek veya bundan yakınıp durmak değil, bu durumu en güzel şekilde değerlendirebilmek için elinden geleni yapmaktır. Bu tür işler burada ele alacağımız konunun dışındadır.
Kişinin seçimine bağlı olan işlerin gerçekleşmesine gelince; bunlarda seçim insana, yaratma Allah’a aittir. Yani bu tür işlerin yapılma ve kazanılma yönü insana, yaratma yönü Allah’a dönüktür. Meselâ yürüyen biziz, ama yürüten başkasıdır. Bizim buradaki fonksiyonumuz tercihte bulunmak ve seçim yapmaktır. Bunun ötesinde seçtiğimizin meydana gelişi, kendiliğinden gibi görünse de aslında Yaratıcının kanunu ve kudretiyle gerçekleşmektedir. Yapan başka, yaratan başkadır, irademize bağlı hususlarda yaşadıklarımız, çoğunlukla seçtiklerimiz ve yaptıklarımızın sonucudur. Çeşitli alanlardaki çabalar; kişinin, Allah’ın kendine verdiği yetenekleri kullanarak birtakım şeyler elde etmesi, ilmi çalışmalar, hasılı dünya hayatında çalışmakla elde edilebilecek veya çalışmamakla kaybedilecek hususlar bu tür işlerdendir.
Kişinin seçimine bağlı işlerin meydana gelmesinde, kişinin işleme ve kazanma eylemi ile Allah’ın yaratma eylemi iç içedir. Bu sebeple bu tür işlerin meydana gelişinin anlaşılması ve değerlendirilmesi daima birtakım yanlış anlayışlara ve yaklaşımlara yol açmıştır. Birtakım sebeplere bağlanmış olmasına bakarak kimileri, bu tür işleri her ne zaman isteseler gerçekleştirebilecekleri gibi hatalı bir düşünceye kapılabilmekte ve bu işlerin yaratma yönünü dikkatlerinden kaçırmaktadırlar. Halbuki bazen kişi seçimini yapmasına ve dilemesine rağmen, bu işler de bir hikmetten dolayı onun istediği doğrultuda gerçekleşmeyebilir. Buna mukabil kimileri de bu tür işlerin yaratılma yönüne bakarak, kendi seçimlerinin bir yararı olmayacağı şeklinde yanlış bir kanaate sürüklenmektedirler.
Bu yaklaşımlardan her ikisi de yanlıştır. Doğru olan, kişinin seçimine bağlı işlerin her iki yönünü de dikkate alan yaklaşımdır. Buna göre kendi seçimine bağlı işlerde kişi, üzerine düşeni yerine getirdikten sonra, Allah’a tevekkül edip sonucun gerçekleşmesini ona bırakacaktır. Çünkü Yüce Allah bu işlerin gerçekleşmesini kişinin seçimine bağlamıştır. Bu tür işlerin gerçekleşmesi için kulun seçimi sebep kılınmıştır. İnsana düşen, üzerine düşeni yapmaktır. Bundan sonrası Allah’a aittir.
Demek ki üzerine düşeni yapmadan "Ne yapalım takdir-i İlâhî böyleymiş..." yaklaşımı doğru değildir. Bu bakımdan insanın kendi irade ve sorumluluk alanına giren eylem ve tasarruflarını ve bu eylem ve tasarruflar sonucunda başına gelenleri "takdir-i İlâhî" diyerek Allah’a mâl etmesi, Allah’a iftiradan başka bir şey değildir. Bunun tersine, meydana gelen her şeyi Allah’tan bağımsız bir değerlendirmeye tabi tutarak, meselenin yalnızca zahiri sebeplerine bakmak ve Allah’ın yaratıcılık fonksiyonunu dışarıda bırakmaya çalışmak da doğru değildir. Bu da din dışı bir bakış açısını yansıtır. Bunlardan biri, Yaratıcının yaratıcılığını devre dışı göstermeye çalışırken, diğeri de kulun seçimini ifade eden irade-i cüz’iyyeyi devre dışı saymaktadır. Halbuki insanın irade ve sorumluluğunun kapsamına giren her şeyde Allah’ın takdiri, insanın aklını ve iradesini kullanmasıyla gerçekleşir. Hz. Peygamber (s.a.s.), "Tedavi için kullandığımız ilâçlar, şifa isteğiyle okunan dualar ve (düşmanlardan) korunmak için kullandığımız koruyucu şeyler hakkında ne dersiniz, bunlar Allah’ın kaderinden bir şeyi geri çevirip değiştirir mi?" şeklindeki bir soruya: "Bu saydıklarınız da Allah’ın kaderindendir" diye cevap vermişlerdir. (Ibn Mace, Tıb ,1)
Önce tedbir
Allah’ın, irade verdiği insanın sorumluluğuna bırakılan durumlarda insan, iradesini kullanarak seçme sorumluluğunu doğru bir tercihle yerine getirmek durumundadır. Demek ki tedbir kuldan, takdir Allah’tandır. Tedbir, takdire aykırı değildir. Tam tersine esas İslâmî yaklaşım, tedbirde eksiklik yapmamaktır. "Tedbir gibi akıl, (kendini haramlardan) alıkoymak gibi vera ve güzel ahlâk gibi bir şeref yoktur." (Feyzü’l-Ka- dir, Vl/434) rivayeti bu hususta gerçeği anlatmaktadır. Bu bakımdan insanın, irade ve isteğine dayalı işlerde, ölçülü hareket etmesi ve tedbirli olması gerekmektedir.
Zira insan, rüzgârın önündeki yaprak gibi iradesiz değildir. insanın iradesini kullanması, sebeplere başvurması, çalışması, sakınması gerekenlerden sakınması ve alması gereken tedbirleri alması Allah’ın emridir.
Müslümanın tedbiri elden bırakmaması gerekir. ’Kendinizi tehlikeye atmayın.’ (Bakara, 195) meâlinde ki ayet-i kerime, Müslüman için çok önemli bir prensiptir. İnsanın başına gelen musîbetlerin ve kötülüklerin, karşılaştığı sıkıntıların önemli bir kısmı kendi ihmali ve tedbirsizliği sonucudur. Bu bakımdan İslâm’da kişinin hayatını kaybetmesine veya sakat kalmasına yol açabilecek yahut ta mala, cana ve çevreye zarar verebilecek tedbirsizlikler yasaklanmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Peygamberin sünnetinde ve sahabe-i kiramın hayatında, bu hususta bize ışık tutacak pek çok delil bulunmaktadır.
"Hani sen müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek için, sabah erken ailenden (evinden) ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." (Âl-i Imran, 121) meâlindeki ayet-i kerime, Rasûlullah (s.a.s.)’ın savaş için nasıl tedbir aldığını bize yol göstermek üzere dile getiriyor.
"Ey iman edenler! (Düşmana karşı) tedbirinizi alıp küçük birlikler hâlinde, yahut topluca savaşa gidin." (Nisa, 71) ayet-i kerimesi de düşmana karşı alınması gereken tedbirler konusunda mesajlar vermektedir.
Kur’an ve sünnette hayatımızın her alanında, tedbiri elden bırakmamamız gerektiğine ilişkin pek çok delil bulunmaktadır.
"Bir yerde bulaşıcı hastalık ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa da oradan çıkmayınız." (Buhari, Tıb, 30) hadisi, tedbirin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Rasûlullah (s.a.s.)’ın hayatı bizim için her bakımdan en güzel örnektir. Onun hayatında tedbir ve tevekkülün de en güzel örneklerini görmek mümkündür. İçerisine çeşitli yabancı maddelerin düşmesi veya birtakım haşeratın girmesi ihtimaline karşı, kapların ağzının kapalı tutulmasını ve geceleyin kapıların kapatılmasını emreden odur:
"Kapların ağızlarını kapatın, dağarcıkların ağzını bağlayın" buyurmuşlardır. (Buhârî, Eşribe, 22; Müslim, Eş- ribe, 96-99, (2012-2014); Ebû Dâvud, Eşribe, 22 (3731-3734)) Evin korunması için yangına karşı tedbirli davranılması- ni isteyen da odur. (Ebû Dâvud, Edeb, 173, hadis no: 5247)
Peygamber Efendimizin Medine’ye hicret esnasında, kendisini takip edecek müşrikleri yanıltmak maksadıyla Mekke’den çıkınca, taktik olarak esas gideceği istikamet olan kuzeye doğru değil de tam tersi bir yöne hareket etmesi, Sevr dağındaki mağarada birkaç gün gizlenmesi, gece yolculuğunu ve yolculukta işlek olmayan yolları tercih etmesi; Bedir savaşında düşmandan önce gelerek savaş alanının stratejik noktalarını tutması ve savaştan önce alabileceği gerekli her türlü tedbiri alarak ordusunu dinlendirmesi; Uhut savaşında düşmanın, ordusunu arkadan kuşatmasını önlemek amacıyla ordunun arka tarafında kalan geçide okçularını yerleştirmesi; Hendek savaşında düşman gelmeden önce Medine’nin açık kısımlarına hendek kazdırarak gerekli tedbirleri alması ve benzeri pek çok uygulamaları, biz ümmetine örnek teşkil eden tedbir örneklerindendir.
Bizim için izledikleri yol büyük önem taşıyan İslâm’ın ilk kuşağı sahabe-i kiramın hayatında da tedbirin en güzel örneklerini görmek mümkündür. Halife Hz. Ömer, İslâm ordularını teftiş için Şam’a gittiğinde ordu komutanı Ebu Ubeyde orduda veba salgını olduğunu söylemiş, bunun üzerine Hz. Ömer dönmeye karar vererek beraberindekilere:
"Ben sabahleyin hayvanımın sırtındayım, siz de binin’’ dedi. Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a.): "Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?" dedi. Hz. Ömer, "Keşke bu sözü senden başkası söyleseydi ey Ebu Ubeyde!" dedi. (Hz. Ömer, Ebu Ubeyde’ye muhalefet etmek istemezdi.) Sözüne şöyle devam etti: ’Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da iki tarafı farklı olan bir vadiye inseler, bir taraf verimli diğer taraf çorak olsa, verimli yerde otlatsan Allah’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?’ (Buhari, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 98)
İrademize bağlı olan hususlarda aldığımız tedbirler, İlâhî takdirin bizim tercihimiz doğrultusunda tecelli etmesine vesile olur. "Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." (Furkan, 70) meâlindeki ayet-i kerime ile, "Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındadır." (Ra’d, 39) meâlindeki ayet-i kerime, bu hususta önemli mesajlar vermektedir. Şu halde hayatımızda gerekli tedbirleri almalı, bundan sonrasını Allah’a bırakıp ona tevekkül etmeliyiz.
Sonra tevekkül
En çok hayret edilecek hususlardan biri, takdire inandığı ve üzerine düşeni yaptığı halde üzülen kişilerin durumudur.
Üzerine düşeni yaptıktan sonra karşılaşılan olumsuzluklardan dolayı üzüntü yaşamanın bir anlamı yoktur. Artık bundan sonra Allah’a tevekkül edip O’nun takdirine rıza göstermek ve karşılaşılan sıkıntıların bir sınav olduğunu bilmek gerekmektedir.
Tevekkül, ’Maksada erişmek için lâzım gelen maddî ve manevî sebeplerin hepsine yapıştıktan ve başka hiçbir şey kalmadıktan sonra Allah’a itimat etmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak’ demektir. (Ahmet Hamdi Akseki, Islâm Dini, Ank. 1958, s. 97) Rasû- lüllah (s.a.s.), "Deveni bağla öyle tevekkül et." (Fey- zü’l-Kadir, IV/530) buyurmuşlardır.
"...Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (Ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. (Âl-i Imran, 159)
"Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter." (Ah- zab, 3)
"Sen, O ölümsüz ve daima diri olana (Allah’a) tevekkül et..." (Furkan, 58)
"Öyle ise Allah’a tevekkül et. Çünkü sen apaçık bir hak üzere bulunuyorsun." (Nemi, 79) meâlindeki ayet-i kerimeler, üzerine düşeni yaptıktan sonra nasıl hareket etmesi gerektiği hususunda Müslüman’ın yolunu aydınlatmaktadır.
Yüce Allah, müminlerin niteliklerini anlatırken onların tevekkül sahibi olmalarına da vurgu yapmaktadır: "Onlar, sabreden ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimselerdir." (Nahl, 42; Ankebut, 59)
"...Hüküm ancak Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O’na tevekkül etsinler’ dedi." (Yusuf, 67)
Hiçbir şeyin Allah’ın bilgisinin dışında kalması düşünülemez. Her şey O’nun bilgisi dahilindedir.
"Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur. Bütün işler O’na döndürülür. Öyle ise O’na kulluk et ve O’na tevekkül et. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir."
(Hûd, 123)
"Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katindadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir.
Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mah- fuz’da) olmasın."
(En’am, 59)
"...O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir." (Bakara, 255) "Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır." (Mülk, 14) "Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir." (Bakara, 255) "Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." (Hucurat, 16) ayet-i kerimeleri, Cenab-ı Hakk’ın bu sınırsız ilmine delâlet etmektedir. Müslüman üzerine düşeni yaptıktan sonra karşılaştığı sıkıntı ve güçlüklerin, Yüce Allah’ın bu bilgisi dahilinde gerçekleştiğini göz önüne alarak ona tevekkül edip güvenmelidir.
Allah’ın kanunu
Hayatımızı Allah’ın bu dünyaya koyduğu sünne- tullah yani sosyal ve tabiî mahiyetteki İlâhî kanunlar çerçevesinde yaşamak durumundayız. Bu kanunlara aykırı hareket etmek, Allah’ın koyduğu bu kanunlara meydan okumak anlamına gelir ki, başımızı kayaya çarpmaktan farksızdır. Bu bakımdan elimizde olan hususlarda üzerimize düşeni yapmak ve gerekli tedbirleri almak icap etmektedir. Çünkü Yüce Allah, bu hususta birtakım sebepler yaratmış ve bazı şeyleri bu sebeplere bağlamıştır. Sebepler işlenince bunun sonucu ile karşılaşılır. Ateş yakar, donma derecesine varan soğuk, dondurur. Sıcaklık derecesi kaynama noktasına ulaşan su buharlaşır. Yer çekimi vardır.
Kendini yüksek bir yerden atan yere çakılır. Zehir öldürür. Hayatı devam ettirebilmek için vücudun ihtiyacı olan gıda ve suyun sağlanması gerekir. Sıcaktan ve soğuktan korunmak için giyinmek, açlık ve susuzluğu gidermek için yiyip içmek, ürün almak için tohum atıp tarlayı sürmek, ağaç yetiştirmek için fidan dikmek, kazanç sağlamak için de kazanç sağlayacak yollara başvurmak gerekir.
Allah, dünya hayatında elde edilecek nimetlerin hepsi için birtakım sebepler yaratmıştır. Sebebine yapışmayan, bu nimetlerden mahrum kalır. Ahiret nimetlerine kavuşmak da böyledir. Herkesi yaşatan Allah’tır. Bununla birlikte yiyip içmeyeni yaşatmaz. Şifayı veren de odur. Fakat hastalığı için zaruri olan tedaviyi almayan genellikle şifaya kavuşamaz. Rızkı veren de odur. Fakat rızkı elde etmek için çalışıp çabalamak ve sebebine sarılmak gerekmektedir. Bir kimse, Allah rahimdir, beni korur diyerek öldürücü zehir içerse ölür. Bu sünnetullahtır. Yanı Allah’ın bu kâinata koyduğu kanundur.
Vücudumuz emanettir. Çocuklarımız emanettir Toplumun bireyleri, topluma ve dolayısı ile toplumun yönetiminden sorumlu kişilere emanettir. Bu emanetin muhafazası en önemli dinî vecibelerdendir. Bunlar dinimizin, insanın canının ve malının korunması hususundaki emirleri kapsamında, farz i kifaye olan görevlerden sayılır.
Hâsılı nedeni ne olursa olsun, tedbirsizlik nedeniyle ortaya çıkabilecek olumsuz durumlara karşı alınabilecek her türlü tedbiri almak, dinî ve İnsanî bir görevdir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) yıkılmaya yüz tutmuş bir mağaraya uğramıştı da orayı geçerken yürüyüş temposunu hızlandırmıştı. "Ey Allah’ın Elçisi! Allah’ın kazasından mı kaçıyorsun?" dediler. Bunun üzerine Hz Peygamber: "Evet, Allah’ın kazasından, kaderine kaçıyorum." (Müslim, Kader, 1) buyurdu
Tedbirlere rağmen
Alınan tedbirlere rağmen yine de insanın elinde olmayan nedenlerle, birtakım olumsuzluklar ve sıkıntılar ortaya çıkabilir.
Sıkıntılar elbette hoş değildir. Ancak sıkıntılar ha yatın ayrılmaz parçasıdır. Az veya çok problemler, sıkıntılar ve zorluklar muhakkak olacaktır Bu bakım dan İslâmî bir yardımlaşma şuuru içerisinde bunlara hazırlıklı olmak gerekmektedir.
Müminin ayağına batan bir dikenin bile onun günahlarının bağışlanmasına, karşılaştığı musibet ve sıkıntıların, sonbaharda ağaçların yapraklarını döktüğü gibi günahlarının dökülmesine vesile olduğu (müttefekun aleyh) göz önüne alındığında, ağır sıkıntılar yaşayanların içinde bulundukları imtihan ortamında, Allah’a yaklaşmak için büyük bir fırsatla karşı karşıya oldukları kolaylıkla anlaşılır
Önemli olan, yoksun olduklarımızın yanında sahip olduklarımızın kıymetini bilerek ve elimizden geldiğince bunları değerlendirmeye çalışarak, varlığımızın önemli olduğunun bilinci içinde bulunmak tır. Bizi var edenin, bizim hâlimizi bildiğini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalı ve bizim varlığımıza büyük değer verdiğini unutmamalıyız.
Biyolojik varlığı itibariyle insan, şekil olarak en güzel biçimde yaratılmış olmakla birlikte, fizikî ihtiyaçları, gelişim süreci ve benzeri hususlarda diğer canlılara benzer, insanı diğer canlılardan ayıran, onun ruhudur. Dolayısıyla insan bedeniyle değil, ruhuyla insandır.