Kanaat ve Şükür
Rabbimiz, Zümer suresi 66. ayette “Şükredenlerden ol!” buyuruyor. İsra suresi 111. ayet-i kerimenin meali ise şöyle: “De ki, Allah’a hamd olsun.”
“Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyuran Peygamberimiz s.a.v.’i anlamak şükrü anlamaktır. Hz. Aişe r.anhâ validemiz anlatıyor:
Rasul-i Ekrem s.a.v. geceleyin kalkıp ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bunun üzerine O’na dedim ki:
– Ey Allah’ın Rasulü, geçmiş ve gelecek bütün hataların bağışlandığı halde niye böyle kendini yoruyorsun?
Bana cevaben şöyle buyurdu:
– Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı? (Buhârî, Tefsiru Sure 48; Müslim, Münafikûn 81)
Allah Tealâ, “Şükredenlere ise muhakkak mükâfat vereceğiz.” (Âl-i İmran 145) ve “Şükreder ve inanırsanız Allah sizi niye azaba uğratsın?” (Nisa 147) beyanlarıyla şükrün mükâfata vesile olduğunu ve azabı engellediğini müjdelemekte. Ayrıca şükür, tıpkı zikir ve fikir gibi mübahları sevaba çeviren bir ibadettir. Mesela su içmek mübah bir iştir. Yani sevabı veya günahı yoktur. Fakat suyun hikmetlerini düşünen, suyu vereni zikreden, yani besmele ile suyu içtikten sonra şükreden kul, mübah olan bir işi mükâfatı olan bir ibadete dönüştürmüş olur.
Kime teşekkür?
Şükür Allah’a teşekkürdür. En çok teşekkür kime yapılır? Elbette en çok iyilik yapana. Bize en çok iyiliği yapan elbette Allah Tealâ’dır. Annemiz, babamız, eşimiz, çocuklarımız, dostlarımız gibi bize ikram edeni severiz. Kimden iyilik görürsek ona teşekkür eder, onu anar, ona muhabbet besleriz. Bize en çok iyilik ve ikram edenin Allah Tealâ olduğunu da unutmamalıyız. O’nu anmalı, O’na muhabbet beslemeli ve şükretmeliyiz.
Şükür ve teşekkür ederken sıralamaya dikkat etmek gerekir. Başta Âlemlerin Rabbi’ne hamd ve şükredilir.
Sonra teşekkür mahiyetinde Efendimiz s.a.v.’e salât u selam getirilir. Bize Rabbimizi tanıtan peygamberler ve Allah dostları, Allah’tan sonra en çok iyilik gördüklerimizdir. Onlar vesilesiyle Rabbimizi tanır, rızasını kazanırız. Cennete vesile oldukları için onlara da teşekkür etmeliyiz.
Allah’a hamd, Rasulü’ne salât O’nun emri olduğu gibi “Bana ve anne babana şükret.” (Lokman 14) ayet-i kerimesinde buyurulduğu üzere dünyaya gelmemize vesile olan anne babamıza teşekkür etmek de O’nun emridir. Hatta mümin, tüm iyilik sahibi insanlara teşekkür etmelidir. Bize iyiliği dokunan insanlara teşekkürün Allah’a şükür olduğunu unutmamalıyız.
Peygamberimiz s.a.v., “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmiş olmaz.” (Tirmizî, Birr ve Sıla 35) buyurmaktadır. Allah dostlarına, âlimlere, yöneticilere teşekkür gibi bize iyiliği dokunan herkese teşekkür, Allah’a şükür sayılır.
Elbette insanlara teşekkür ederken bütün iyiliklerin Allah Tealâ’dan olduğunu hatırlayarak, “Size ulaşan her nimet Allah’tandır.” (Nahl 53) ayet-i kerimesi mucibince nimetleri O’ndan bilmelidir. Rabbini unutup çıkarları için sadece insanlara teşekkür edenlerin, nimeti O’ndan bilmeyenlerin övgüsü yalan ve dalkavukluktan ibarettir, menfaat teşekkürüdür.
Hamd ve şükür
Hamd ve şükür birbirinin yerine kullanılabilen yakın anlamlara sahip kavramlardır. Hamd, bir nimete karşı ya da karşılıksız yapılırken, şükür genelde nimetten dolayı yapılır. Hamd, lütuf ve kahrın hepsinde olur. Her durumda Allah’a hamd edilir. Hamd ile kahır da lütuf da hoş görülürken; şükür sadece lütufla olur. Kısaca hamd hikmet gereği genel olarak, şükür nimet gereği özel olarak yapılır.
Âlimlerimizden Râgıb el-İsfahânî rh.a.’e göre nimeti vereni övgüyle anmak, “elhamdülillah” demek veya “Allahım sana şükürler olsun demek” dille şükürdür. Nimeti hatırda tutarak onu verenin Allah Tealâ olduğunu unutmamak kalp ile şükürdür. Nimet sahibine layık olduğu şekilde ibadetlerle karşılık vermek ise bedenle yapılan şükürdür. Yine el-İsfahânî’ye göre kendinden üstün olana şükür, hizmetle, övgü ve dua ile yapılır. Aynı seviyede olana iyilikle karşılık vererek, aşağı seviyede olan birisine ise onu ödüllendirerek şükür gerçekleşir.
Şükür ve aynı kökten gelen kelimeler Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde geçer. Dilimizde de şükürle ilgili birçok deyim vardır. Mesela eskiler, servetini Allah Tealâ’nın rızası için sarf eden zenginleri ifade etmek üzere “ağniyâ-i şâkirînden olmak” tabirini kullanırmış. Bugün de “şükran borcu” ifadesiyle gördüğümüz bir iyiliğe karşı teşekkürün borç olduğunu hatırlarız. Bir nimete eriştiğimizde yaptığımız “şükür secdesi”yle Efendimiz s.a.v.’in bir sünnetine uyarız. Ramazan bayramının diğer adı “şeker” değil, “şükür bayramı”dır. Belki çocukların marifetiyle şükür zaman içinde şekere dönüşmüş. Şükür kelimesinin böyle türlü şekillerde dilimizde yer edinmesi, gönlümüzde de yer edinmesine bir yol açar.
Gönülde yer eden şükür ve hamd, Allah Tealâ’yı yüceltmektir, övmektir, anmaktır, zikretmektir. İyiliğe saygıdır. Hürmettir, minnettar olmaktır. Geçmişi mutluluk, geleceği umuttur. Tıpkı zikir gibi hamd ve şükür de kalbin şifasıdır. Nimeti veren Yüce Mevlâ’yı anarak nimete ulaşma mutluluğunu açıkça dile getirmektir. Duadır, iyiliğe vefadır.
Nimette Rabbimizi görmek, O’na kulluk ve itaattir. Bununla ilgili olarak Kuşeyrî Risalesi’nde geçtiği üzere Ebu Bekir Şiblî k.s. der ki: “Şükür, sadece nimeti görerek körleşmek yerine, nimeti vereni de görmektir.”
Kul, nimeti Allah Tealâ’dan bilince şükretmiş sayılır. Şükür, saygı ile nimeti itiraftır. Kendi nefsini nimetin sahipliğinde pay sahibi görmemektir. Cüneyd Bağdadî k.s. da diyor ki: “Hakiki şükür, nefsini verilen nimete layık görmemendir.”
Ahlâk ve şükür
Şükretmek onurlu bir tavır, her türlü ruhî sıkıntıya ilaç ve mutluluğun anahtarıdır. Şükredenler cömert, mütevazi, affedici, yapıcı, olgun, olumlu, iyimser ve kolay çözüm yolu bulan pozitif insanlardır. Şükreden, nimetin Allah Tealâ’dan olduğunu kalbiyle kavrar, sonra diliyle O’nu yüceltir ve O’nun fazl u keremini güzel bir edeple karşılar. “Verdiğin ve vermediğin her şeye şükürler olsun. Hak etmediğim halde ihsan ettiğin nimetini aldım. Kabul ettim. Razıyım. Mutluyum. Sana hamd ü senalar olsun Allahım” der.
Yalnızca dil ile yapılan şükür alt seviyede bir şükürdür. Bir üst derecedeki şükür, her nimetin şükrünü, kendi cinsinden bir amelle yerine getirmektir. Mesela âlimlerin şükrü ilmiyle amel etmek ve başkalarına da öğretmektir. “Allah sana nasıl ihsan etmişse, sen de öylece ihsan et.” (Kasas 77) ayeti mucibince zenginlerin şükrü yardım ve infaktır. Güzel ahlâk sahibinin şükrü kendisindeki bütün güzelliklerin Rabbinden geldiğini idrak etmek ve etrafına güzel örnek olmaktır. Seyr u sülûk ehlinin şükrü de tâbi oldukları mürşid-i kâmilin terbiye metotlarına uymaları, haram ve helale dikkat ederek hedefe vasıl oluncaya kadar azimle çalışmaları ve maneviyat yoluna zarar verecek her şeyden sakınmalarıdır.
Sıhhatin şükrü, sağlıklı bedenini Allah Tealâ’ya itaatte kullanmaktır. Hastaların ve fakirlerin şükrü sabırdır.
İçinde bulundukları halin bu dünyada geçici bir imtihan için verildiğini idrak ederek teslimiyet ve rıza halinde yaşamaktır. Sabırlı fakirler ile şükür ehli zenginler ilahî rızada aynıdır.
Görüldüğü üzere dil ile şükürden sonraki şükür, ibadetleri yerine getirip haramlardan uzak durarak Allah Tealâ’ya itaat halinde bulunmaktır. Her nimetin hakkını vermektir. Nihayetinde gerçek şükür, şükürden bile aciz ve noksan olduğunu itiraf edebilmektir.
Nimet ve hikmet kapılarının anahtarı
Kâinatın hikmetini ve insanın mahiyetini kavrayabilmek şükürle mümkündür. Allah Tealâ Kur’an-ı Kerim’de, “Andolsun ki biz Lokman’a ‘Allah’a şükret’ diyerek hikmet verdik.’’ (Lokman 12) buyurur. Ayet-i kerime şükredene hikmet verileceğini beyan eder. Bu hikmetle kişi Allah Tealâ’nın dünyada kahır suretinde görünen tecellilerini lütuf olarak idrak eder. Hacı Bayram Velî k.s.’nin: “Hoştur bana senden gelen / Ya gonca gül yahut diken” demesi bu tecellileri fark ettiği içindir.
İnsanların büyük kısmı kahır içindeki lütfu veya lütuf içindeki kahrı ancak zamanla ve kendisi için büyük hadiselerin yaşanmasıyla görebilir. Avam kısmına düşen, doğrudan nimet tezahürü karşısında şükür, kahır tezahürü karşısında sabırdır. Manen seçkin (havas) kullar için ilahî tecellilerin hepsinde durum aynıdır.
Rabbine karşı tavrı değişmez. Onlar bilir ki kahır içinde hamd halinin devamı, daha büyük kahırlardan muhafaza ettiği gibi onun lütfa dönüşmesine de vesile olur.
Hz. Peygamber s.a.v. her tecelli karşısında, “Elhamdü lillâhi alâ külli hâl: Her durum için Allah’a hamd olsun!” ifadesinin zikredilmesini tavsiye ve telkin buyurmuşlardır. Bu hale ulaşamayanlar, gafletleri sebebiyle kadere karşı bir nevi tavır almış olurlar. Elbette hamde vesile bu her durumun iki istisnası vardır: Küfür ve dalâlet... Bu durumda şöyle demek lazımdır: “Elhamdü lillâhi alâ külli hâl, sive’l-küfri ve’d-dalâl: Küfür ve sapkınlık hariç, her durum için Allah’a hamd olsun.”
Kahır suretinde görünen lütfa misal olarak Hz. Yakup a.s. ve Hz. Yusuf a.s.’ın başına gelen tecelliler ve Hudeybiye Antlaşması zikredilebilir. Lütuf suretindeki kahra gelince, buna da Hud a.s.’ın kavmi olan Âd’ın hali açık bir misaldir. Onlar, gökyüzünü kaplamış ve azap olarak gönderilen bulutları gördüklerinde, yağmur yağacak, diyerek sevinmişlerdi. Fakat yağmur yağmamış ve Âd kavmi fırtınaların arasında helak olmuştur.
Dünya nimetlerine aldananlar, lütuf görünümlü azaba uğradıklarını ahirette anlayacaklardır. Dünyada sıkıntı çeken müminler de kahır görünen lütufları cennette yakînen göreceklerdir inşallah.
Ayrıca Rabbimiz İbrahim suresi 7. ayette: “Yemin olsun, şükrederseniz elbette nimetinizi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok çetindir.” buyurmaktadır. Şükür nimetleri artırır, Allah’a ulaştırır.
Ayrıca insanı zâhiren ve bâtınen zenginleştirir, ahlâkı güzelleştirir.
Şükürsüzlük çağı
Ahlâkı bozuk insanlar şükürden kaçarlar. Günümüzde şükürsüzler çoğalmaktadır. Şükredenler ise azdır; gittikçe de azalmaktadır. Zaten Rabbimiz “Beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin ve nankörlük etmeyin.” (Bakara 152) ayet-i kerimesiyle şükretmemizi emretmesine ve nankörlük etmememiz hususunda uyarmasına rağmen “Şüphesiz Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir, fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Neml 73) buyurarak, insanların çoğunun şükretmediğini bildiriyor.
Günümüzde bazı kimselere şükürle, kanaatle ilgili nasihat edilse, “İnsanların çoğu böyle yapıyor, böyle yapan tek ben değilim ki!” diyerek karşılık verir. Fakat Kur’an-ı Kerim’de insanların çoğunun inanmadığı da belirtiliyor. İnanmayanın şükrü de olmaz. Bu yüzden şükreden azdır. Allah’a inanan kişi onlar gibi şükürsüz yaşamamalıdır.
Bugün etrafımıza baktığımızda ayetlerin tezahürü açıkça görülür. İnsanı yaratan Allah, elbette insanı daha iyi biliyor. Kur’an-ı Hakim’de insanların çoğu için O şöyle buyurur: “İnsanların çoğu inanmaz.” (Raad 1), “İnsanların çoğu şükretmez.” (Bakara 243). Yine insanların azı içinse “Zaten onunla beraber inanan pek azdı.” (Hud 40) ve “Şükreden kullarım azdır.” (Sebe 13) buyuruyor. “Şükürsüz ve kanaatsiz olan bir ben değilim, insanların çoğu böyle yapıyor” diyenler bu ayetleri bir kez daha düşünmelidir.
Çoğunluğa mı uyacağız, Hakk’a ve hakikate mi? Peygamberimiz s.a.v. Hira’da tek kişi olarak vazifeye başlamıştı. İlk inananlardan Hz. Ebubekir r.a. o andaki çoğunluk olan müşrikleri değil, hakkı seçti. Biz de sayısal çoğunluğa değil, Hakk’a iman ediyoruz. Hakk’a uyuyoruz. Bir şeyin hakikat oluşu ona inananların sayısıyla değil, gerçek olup olmadığıyla alakalıdır. Müslüman, hakikat ehli az da olsa, Hz. Ebubekir r.a. gibi bu azlardan olmaya çalışmalıdır.
Nimete karşı şükürsüzlük inkâr ve nankörlüktür. Nankörlük küfür demektir. Küfrün bir anlamı imansızlıkken bir diğer anlamı da nankörlüktür. Hakk’ı inkâr edenler kendilerine hayat veren ve dünyadaki her şeyi bahşedeni tanımadıkları için nankördür. Bu nankörlüklerinden dolayı kendileri için kâfir kelimesi kullanılır. Arapçada inkâr ve nankörlük edenlere “kâfir”, şükredenlere de “şâkir” denir.
Günümüzde hızlıca zengin olma, asla elindeki ile yetinmeme, kısa yoldan köşeyi dönme anlayışı rağbet görüyor. Nimetin kadrini bilenler azalıyor, bilmeyenler çoğalıyor. Fakir fukarayı düşünmeyen müslümanları görmek, İslâm ahlâkından ne kadar uzaklaşıldığını anlamak için çevremize şöyle bir göz atmak yeterli.
Çünkü şükürsüzlük insanları bencilleştirdi. Bencil insan gelecek kaygısı ile sadece kendisi için biriktirir. Şâkir paylaşırken, nankör yardımlaşmaktan çekinir. Nankörlük huyu insanı tüketir ve ceza olarak yeter. Şükür insanı Rabbi ile, kaderi ile, kendisiyle barıştırıp ayakta tutarken, nankörlük insanı yakar, yıkar.
Şeytanın ilk oyunu
Hz. Âdem a.s.’dan beri şeytan insanların şükürsüz olması için çalışır. İlahî huzurdan kovulduktan sonra insanların yoluna oturup onları doğru yoldan uzaklaştıracağına yemin etmiştir. Bu amacını “Onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.” (Araf 17) diye de açıklamıştır.
Şu halde şükürsüzler şeytana uyanlardır. Şeytana uyup şükrü acizlik olarak görenler hasta ruhlu insanlardır.
Nihayetinde şükrün faydası Allah Tealâ’ya değil, kuladır. Şükürsüzlüğün zararı da yine kulun kendisinedir.
“Nasılsın” diye hal hatır sorulduğunda “elhamdülillah iyiyim” demek de bir şükürdür. Hal hatır soran da hamd eden de, şükür sevabını alır. Hal hatır sormak hem karşımızdakine değer verdiğimizi onunla ilgilendiğimizi göstermek anlamına gelir hem de şükretmek ve şükrettirmek için yapılır. Ne var ki günümüzde hal hatır sorulunca daha ziyade şikâyet edilir. Kişi düşünmelidir:
Nasılsınız, denilince “elhamdülillah iyiyiz” diyenlerden mi yoksa “nasıl iyi olalım ki”, “hiç iyi değilim”, “berbat” veya “fena değil” cevabı verenlerden mi? İkinci grupta olmak, Rabbini kula şikâyettir. Şikâyet kötüdür. Hele merhametliyi (Allah Tealâ’yı) merhametsize (insana) şikâyet son derece çirkindir.
İnsanlara dert yanmayı huy edinmek, Allah Tealâ’nın takdirini, kaderini şikâyet gibidir. Halbuki mümine şikâyet değil şükür yakışır. Bu hususta İmam Gazalî rh.a. İhyau Ulûmi’d-Dîn’de güzel bir kıssa anlatır:
Adamın biri olgun bir zâta yoksulluğundan şikâyet eder. Anlayışlı kişi fakirliğinden yakınana; “On bin gümüş paran olsa, fakat gözün kör olsa yahut elin ayağın olmasa veya çok servetin olsa da aklın olmasa razı olur musun?” diye sorar. Şikâyet eden yoksul, hayır, diye cevap verince hikmet ehli zât der ki: “Öyleyse bu kadar nimeti veren Allah’tan utanmadan nasıl şikâyet ediyorsun?”
Bugünün kralları
Şükür itaat, şikâyet günahtır. Çünkü şikâyet hem şükürsüzlüktür hem de Allah Tealâ’dan razı olmadığını dile getirmektir. Şükür şifadır, çaredir, huzurdur. Şikâyet ise acizliktir, derttir, çaresizliktir, huzursuzluktur. Şikâyet hastalıktır, devası da şükretmektir.
Başında kölelerine yelpazeler sallattıran Roma imparatoru evimizdeki, iş yerimizdeki klimaları göremedi. Etrafındakilerin imrenerek baktığı cam kavanozlarda soğuk su içen Bizans Kralı, buzdolaplarımızdaki suyu tatmadı. İran Kisrası’nın koltukları bizim koltuk takımlarımız kadar rahat değildi.
Padişahlar şofben veya doğal gaz kombilerimizi görseler ne derdi? Önceki asırlarda aylarca süren yolculuktan sonra hacca gidebilen hacılar, artık klimalı uçaklarla birkaç saatte kutsal topraklara varabiliyor. Fersah fersah yollar kısa sürede katedilebiliyor. Klimalı otellerde konaklanıyor. Arafat’ta bile klimalı çadırlarda vakfe yapanlar var. Hâlâ bazı insanlar kanaat edemiyor.
Kralların, padişahların akıllarına bile gelmeyen nimetler içinde yaşıyoruz. Evlerimizde yok yok. Çamaşır ve bulaşık makinelerinden tutun, suyumuzu soğutan, yemeklerimizi saklayan buzdolapları artık sıradan ev eşyası. Yaz kış meyve sebze yiyebiliyoruz. Bunca nimetler içinde yüzerken nefsimiz hep fazlasını arıyor.
Onlarca çeşit yiyeceğimiz giyeceğimiz varken aç ve açıkta kalacakmışız endişesine kapılıyoruz. Bu şükürsüzlük içinde nimetler çoğalırken gönlümüz daralıyor. İnsanlar kanaati gitgide kaybediyor, daha fazlası için azgınlık ve kavga büyüyor.
Nimet ve külfet imtihanı
Şükür bir imtihandır. Hayatımızda şükür imtihanı da var, sabır imtihanı da. Allah bazen darlık verir, sabır ister.
Bazen bolluk verir, şükür ister. Bazen hastalık, bazen sağlık verir. Buharî ve Müslim’de geçen uzunca bir hadis-i şerifte bir cilt hastasının, bir kelin, bir de körün ibret dolu hikâyeleri ve şükür imtihanları anlatılır. Bu üç kişi hastalıktan sonra kendilerine sağlık ve mal verilmiş kişilerdir. Fakat ikisi şükür yerine geçmişi unutup Allah Tealâ’ya nankörlük eder. Sonuçta bu üç kişiden sadece kör olanı imtihanı kazanır.
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de İbrahim a.s., Nuh a.s. ve Davut a.s.’ın şükründen bahsederken, Kalem suresinde “bahçe sahipleri”nin nankörlüğü ve helakini haber verir.
Yine Kasas suresinde Musa a.s.’ın amcaoğlu Karun’un büyük zenginliğine rağmen şükürsüzlük edip nimeti kendinden bilmesi, böylece nankörlük etmesiyle kötü akıbeti bildirilir.
Şükür, hayattaki güzellikleri görebilmektir. Bu konuda şu hadise ibret vericidir:
Şehirde bahçeli bir villada yaşayan zengin bir adam, çocuğunu bu zenginliğin kıymetini anlaması için köyüne götürür. Çocuk akşam eve dönerken; “Babacığım çok teşekkür ederim, ne kadar fakir olduğumuzu anladım.” deyince şaşırır. “Nasıl yani?” deyince oğlu der ki:
“Babacığım, bizim bahçemizde birkaç ağaç varken köydekilerin ormanı var. Bizim birkaç sokak lambamız varken, onların sayısız yıldızı ve dolunayı var. Bizim birkaç metrekare havuzumuz varken onların upuzun dereleri var. Bizim bir bekçi köpeğimiz varken onların onlarca köpekleri var. Fakirliğimizi ve dünyadaki zenginlikleri gösterdiğin için teşekkürler.”
Körleştiğimiz nimetler
Nimet nedir? Dünya ve ahiretimize faydalı olan her şeydir. Sadece dünyamıza faydalı, ahiretimize zararlı şeyler ise nimet değil eziyettir. Ahirete hiçbir yararı olmayan dünya nimetine nimet denilmesi hatadır. Dünyada ancak cennete vesile olan şeyler gerçek anlamda nimettir. Allah’a ibadet etmeyi sağlayan imkânlar, muhtaçlara Allah rızası için verilenler ve Allah için ilim öğretmek gibi...
Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız.” (Nahl 18) buyrulmakta, O’nun sayısız nimetlerinin hadde hesaba gelmediği hatırlatılmaktadır. Bunlar içinde cennet her şeyiyle nimettir.
İnsan kendisine ve çevresine baktığında, kendisinin hiçbir katkısının olmadığı pek çok nimeti görebilir. Yeryüzünde verilen imkânlar; mal, mevki, anne baba, eş, evlat, akraba bunlardandır. Melekler, günler, aylar, yıllar, güneş, ay, yıldızlar, geçim vasıtaları, ulaşım araçları, evler, bahçeler, denizler, nehirler, dağlar, taşlar, bulutlar, yağmurlar, bitkiler, sebzeler, meyveler, türlü türlü hayvanlar ve onlardan yararlanma yolları gibi saymakla bitiremeyeceğimiz nimetlerin hepsi Allah Tealâ’nın lütfundandır. Bunlar, sürekli gördüğümüz için körleştiğimiz ya da gözümüzde sıradanlaşan nimetlerdir.
İnsanın yaratılışı, el, ayak, göz gibi sahip olduğu mükemmel organlar; görme duyma, koklama, tatma, dokunma, irade, idrak, zekâ, nefs, akıl, kalp ve ruh bize emanet edilen büyük nimetlerdir. İnsanların bu nimetlerin farkına varması ve şükretmesi gerekir. Allah Tealâ insanlardan bunu istiyor.
Yediklerimiz ve içtiklerimiz her gün tattığımız nimetlerdendir. Yemekten sonra hamd ederiz. Çünkü Allah Tealâ: “Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yiyin, Allah’a şükredin, eğer gerçekten ona kulluk ediyorsanız...” (Bakara 172) buyurur. Efendimiz s.a.v. de: “Allah Tealâ, kulunun bir şey yedikten, bir şey içtikten sonra hamd etmesinden hoşnut olur.” buyuruyor. (Müslim, Zikir, 89)
Tek nefesin bedeli
İnsan susuz kalsa bir bardak su karşılığında ne isteseler verir. Bir bardak su için çok şey verebilen insan, su içinde boğulmak üzere olsa ve kurtarılma karşılığında servetini isteseler, bir nefes alabilme uğruna servetini verir. O bir nefes olmasa diğer bütün nimetler boşa gider.
Şükründen gafil olduğumuz bütün nimetler vebaldir. Gölde boğulmak üzere olan birini birisi kurtarsa ya da kazada yaralanan birini hastaneye yetiştirse, kurtulan kişi kurtarana “hayatımı sana borçluyum” der, ömür boyu minnet duyar. Birkaç nefeslik yardım bile hayat boyu minnete vesile olurken, hayatımız boyunca bize her gün her an nefes alıp verdiren Cenab-ı Hakk’a minnet duyulmaz mı? Şu halde sadece nefes nimeti bile şükrü ödenemeyecek bir nimet olarak kaşımızda durmuyor mu?
Bir gün yaşlı bir adam aniden hastalanır, hastaneye kaldırılır. Gerekli muayeneler yapıldıktan sonra oksijen bağlanır. Beş günlük tedavinin ardından yaşlı adam kendine gelip canlanır. Nihayet taburcu olurken, hastane masrafları için beş bin liralık fatura önüne konulur. Adam “Ne yaptınız ki bu kadar para istiyorsunuz?” diye sorar. Derler ki “Amcacığım, sana beş gün boyunca oksijen verdik.” Adam ağlamaya başlar. “Üzülme amca, paran yoksa taksitle de ödeyebilirsin.” diye teselli etmeye çalışırlar. Yaşlı adam; “Hayır, param da var kartım da... Ödeme sorun değil.” der. Görevliler şaşırır. “Peki, sorun ne?” diye merak ederler. Bunun üzerine yaşlı adam şöyle der: “Siz benden beş günlük oksijen için beş bin lira istiyorsunuz. Rabbim bana yetmiş beş yıldır oksijen veriyor. Ben bunun hesabını nasıl öderim!”
Hamd ve şükürle ödeyebiliriz belki.
Kanaat ve şükür ilişkisi
Şükredebilmek için kanaatkâr olmak gerekir. Efendimiz s.a.v.: “Kanaat sahibi ol ki, insanların en şükredeni olasın.” (İbn Mâce, Zühd 24) buyuruyor. Çünkü kanaatkâr kimse elindekilerin nimet olduğunun farkına varandır. Kanaat tükenmeyen bir hazinedir, herkesin bu hazineye ihtiyacı var. Fakat zenginler buna fakirlerden daha çok muhtaç.
Kanaat, eldeki ile yetinmek, ihtiyaç dışındakilere göz dikmemek ve kararını bilmektir. Az mala sahipken korkmamak ve çok mala sahipken şımarmamaktır. Kanaatin zıddı tamahkârlık ve doyumsuzluktur. Aslında doymayan mide değil nefstir. Kasası ve kesesi boş olsa da gönülleri tok olan iffetli kişiler kanaatkâr olanlardır.
Kanaat Allah Tealâ’nın takdirine razı olmaktır. Allah Rasulü s.a.v.: “Allah’ın taksimine razı ol ki insanların en zengini olasın.” (Tirmizi, Zühd 37) buyurmaktadır.
İmam Gazalî rh.a. der ki: “Şeytan kanaatsizleri ele geçirir. Evde, eşyada, elbisede süse düşkünlük görürse şeytan o kişinin kalbini yurt edinir.”
Şeyh Sâdî rh.a. de şöyle der: “Aç gözlü birine dünyayı versen doymaz. Kanaatkâr biri ise kuru ekmekle doyar.”
Kişinin malı artabilir. Fakat maksat çok kazanmak değil, helal kazanmak ve kazancın hakkını vermektir. Bunun yolu da önce kanaat, sonra şükürdür. Zengin için şükrün en temel göstergesi ise yardım ve infaktır.
Kanaatin engellerinden ve düşmanlarından biri dünya hırsıdır. İtidali kaybeden hırslı bir insan kanaatkâr olamaz. Böyle bir hırs insanı israfa sürükler.
Kurtulmanın yolu israfın zıddı olan iktisattır. İktisat, aşırılıktan kaçınmak, ölçülü davranıp dengeli olmaktır.
Malda ifrat israftır. Tefrit cimriliktir. İtidali iktisattır, cömertliktir. Hırslı insan rahatsız, pişman ve perişan olur. Kanaatkâr kişi ise rahat, huzurlu, başı dik ve boyun eğme zilletinden uzaktır. Kanaati yakalayan insanlığı yakalamıştır. Saygınlığı kazanmıştır, hayırlıdır.
Gerçek zenginlik
Peygamberimiz s.a.v. buyurur ki: “Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğudur.” (Buhârî, Rikak 15); “Müslüman olup yeterli geçime sahip kılınan ve Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat etmesini bilen kurtulmuştur.” (Müslim, Zekât 125); “Mal çekici ve tatlıdır. Hırs göstermeden alırsan o malda bereket olur. Hırsla alırsan bereketi kalmaz. Veren el alan elden üstündür.” (Buhârî, Zekât 18) Bu hadis-i şerifler kanaatin zenginlik, üstünlük ve kurtuluş vesilesi olduğuna işaret eder.
Tûl-i emel, yani sonu gelmez istek ve hırs hastalığına yakalanan müsrif kişiler bencil ve tüketim çılgını olurlar. İsrafın bir devletin yıkılmasına kadar varan zararları vardır. Ekonomik krizler genelde israf yüzünden çıkar. İsraf, yatırımları ve üretimi baltalar, toplumun bereketini giderir. Günümüzde insanlar çok çalışıyor, çok kazanıyor ama kazançlarının bereketi olmadığından dem vuruyorlar. Fakat neden diye sorgulamıyorlar. Mesela Türkiye’de herkes bir pirinç tanesi israf etse seksen milyon pirinç israf olur. Bu çok basit örnekteki israf dört ton pirince eşittir. Dünyadaki israfı da düşünün. Bu kadar israf olursa arzu ettiğimiz bereket ve huzur olur mu?
Bir lokma bir hırka
İsrafın ve günümüzdeki ekonomik sorunların en güzel reçetesi şükür ve kanaattir. Kanaat, şükür ve rızanın ölçüsü de tasavvufî bir ifade olan “bir lokma bir hırka” anlayışıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki bir lokma bir hırka üretim alanı için değil, tüketim alanı için kullanılan bir kavramdır. İhtiyacın kontrol altına alınmasıdır. Bir lokma bir hırka israfı önlemek için bir ilaçtır, kanaatkâr olmayı sağlamaktır. Dünyevî kaygı ve streslerin çaresidir. Bir lokma bir hırka Allah’a güvendir. Tevekkül işidir.
Tasavvuf erbabı varlığa değil, varlığın sahibine tevekkül eder. Mala değil, malın sahibine güvenir. Zaten şükür nimeti değil nimetin sahibini görmektedir. Bir lokma bir hırka da isâr ahlâkını yaygınlaştırmaktır. Çünkü bu anlayış başkasına değil, kişinin kendi nefsine yöneliktir. Yani kendisine bir lokma verirken, başkasına bin lokma sunma anlayışıdır. Bir lokma bir hırka kalıncaya kadar infak edebilmektir.
İnsan varlıkta da darlıkta da imtihandadır. Bazen yokluk, bazen bolluk olur. Tasavvuf erbabı yoklukta sabreder, varlıkta şükreder. Bu şükrü bir lokma bir hırka ile yetinerek, kanaat ederek, fazlasını ihtiyaç sahiplerine Allah yoluna infak ederek gerçekleştirir. Şu menkıbe tasavvuf erbabının bir lokma bir hırka anlayışına hatta daha da ötesine güzel bir örnektir.
Şükrün konu olduğu bir konuşmada Şakîk Belhî k.s. İbrahim Ethem k.s.’a der ki: “Biz, Allah verince şükrederiz. Vermeyince de sabrederiz.” İbrahim Ethem k.s., “Bunu Horosan’ın köpekleri de yapıyor!” deyince Şakik Belhî “Peki siz ne yapıyorsunuz?” diye sorar. İbrahim Ethem k.s.: “Biz verilmediğinde şükreder, verilince de infak ederiz.” der.
Bir lokma bir hırka anlayışı yanlış anlaşılmamalı, güçlü müminin daha hayırlı olduğu unutulmamalıdır. Burada anlaşılması gereken, dünya müminin elinde olmalı ama gönlüne girmemelidir. Para kesede olabilir, kasada bulunabilir ama kalbe yerleşmemelidir. Bu hususta İmam-ı Azam rh.a.’in şu menkıbesi güzel bir örnektir:
Kalbin ne diyor?
Bir adam İmam-ı Azam rh.a.’in yanına gelip “senin ticaret mallarının olduğu gemi battı” diye haber verir. İmam-ı Azam rh.a., “elhamdülillah” der. Daha sonra başka bir haber gelir. “Batan gemi senin eşyalarının bulunduğu gemi değilmiş, eşyalarına bir şey olmamış.” denilir. İmam-ı Azam rh.a. yine “elhamdülillah” der. Bu iki hamdin sebebi sorulunca da şu cevabı verir: “Bana gemi battı denince kalbimi kontrol ettim, dünya malını kaybetmekten dolayı üzüntü duymadı. Bu yüzden elhamdülillah dedim. Batan geminin benim malımı taşıyan gemi olmadığını öğrenince yine kalbimi kontrol ettim. Mala kavuşma sevinci de yoktu. Bunun için de elhamdülillah dedim.”
Hem dünyada hem cennette hamdedenlerden olmak, elhamdülillah diyerek bir hayat yaşayabilmek için gayret etmeliyiz. Doğumdan ölüme, saymakla bitiremeyeceğimiz nice dünya nimetlerine nail olduk, oluyoruz. Fark ettiğimiz, edemediğimiz bütün nimetler için Rabbimize sonsuz hamd ve senâlar, şükürler etmeliyiz.
Hz. Âdem a.s. yaratıldığında cennette ilk sözü “elhamdülillah” idi. “Bize vaadinde sâdık olan Allah’a hamd olsun.” (Zümer 74) ayet-i kerimesinde belirtildiği üzere ahirette cennet ehlinin ilk sözü de “elhamdülillah” olacak. “Dualarının sonu, hamd olsun Âlemlerin Rabbi olan Allah’a.” (Yunus 10) ayetine göre de, cennetlikler karşılaşıp konuştuktuktan sonra sözlerinin sonu da hamd ve şükür. Ahirete iman edenler dünyada şükredenlerden olurlarsa, ahirette de böyle şükür ve hamd edenlerden olurlar. İnşallah.