İNSAN ÖLÜMDEN NEDEN KORKAR
“İnsan hatta Müslüman insanlar ölümden neden korkarlar, ölmek istemezler” şeklindeki soruya cevap vermeden önce ölümün ne olduğuna bir bakalım.
Ölümün Gerçekliği
Bilindiği gibi insanlığın zihnini en çok meşgul eden problemlerden birisi de ölüm olgusu olmuştur. Çünkü ölüm her canlının kaçınılmaz olarak başına gelecek bir hakikattir. Bu gerçekliği insanlar her an çevrelerinde gözlemledikleri gibi, Kur’an da kesin bir üslupla bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “Her nefis /canlı ölümü tadacaktır.”[1]
“Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı?”[2]
Bu kesin hakikat birçok insanın bu konuya önem vermesine yol açmıştır.
Bu cümleden olarak son zamanlarda ölüm üzerine yazılan felsefî ve teolojik eserlerin sayısında da gözle görülür bir artma olmuştur. Bu artma daha çok ölüm psikolojisi ile ilgili yayınlarda özellikle de Amerika Birleşik Devletlerinde kendini göstermiştir.[3]
Bununla birlikte bir kısım insanlar da ölümü araştırmaktan ve anlamaktan kaçınmışlardır. Onu araştırmaya ve anlamaya çalışanlardan bir kısmı yanlış bir sonuca ulaşarak onu mutlak yoklukla izah etmiştir. Diğer bir kısmı da ölümü kaçınılması mümkün olmayan bir olgu olarak telakki edip, ölüm ötesi başka bir hayata geçme olarak değerlendirmişlerdir.
Ölüm, felsefede hayatın anlam ve öneminin dile getirilmek istendiği durumlarda ele alınmıştır. Dünya görüşlerinin, olumlu veya olumsuz şekillenmesinde ölümle ilgili düşünce ve inanışların önemli etkisi olmuştur. Kimilerine göre hayat, gerçek anlam ve değerini yalnızca ölümle kazanırken, kimileri de ölüme hayat boyunca kazanılan her çeşit başarıya son noktayı koyan bir “musibet” gözüyle bakmışlardır. Onların felsefelerine göre, mademki ölüm vardır, öyleyse hayatta bulunan hiçbir şeyin nihai noktada bir anlam ve önemi yoktur. Bu tarzda düşünenlerin sayısı tarih boyunca hiç de az olmamıştır.
Ölüme karşı dinlerin gösterdikleri tavır ve davranışlar da birbirlerinden oldukça farklılıklar arz eder. İslâm dini ölümü, Allah’tan gelen bir varlığın yine Allah’a dönmesi olarak kabul ederken, başında Aziz Augustine’nin olduğu birtakım Hıristiyan düşünürler, ölümü insana verilmiş bir ceza olarak görmüşlerdir.[4]
Onların felsefesine göre, Hz. Âdem’in (a.s) işlediği günah, insanlığa ölümü musallat kılmıştır. Kitabı Mukaddes, bu durumu şu şekilde ifade etmektedir: “fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü ondan yediğin günde mutlaka ölürsün.”[5]
Böyle bir düşüncenin aklî ve ilmî olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü ölüm Allah’ın yaşayan bütün canlılar için koyduğu ilahî bir kanundur; Sünnetüllahtır. Yadsınamaz bir gerçekliktir.
Ölümün (Mevt) Lügat Anlamı ve Kullanıldığı Yerler
Sözlüklerde ölüm hareketsizlik ve sükûn olarak tanımlanmıştır. Buna göre hareketsiz olan her şey de ölmüştür. Örnek verilecek olursa, “mâtetin naru mevten” yani “ateş öldü” denildiğinde külleri soğudu, ondan herhangi bir şey kalmadı; “rüzgâr öldü” denildiğinde de rüzgârın dindiği, esmesinin kesildiği ve sükûn bulduğu; “elbise öldü” dendiğinde de elbisenin eskidiği, kullanılamaz bir tarza dönüştüğü ifade edilmektedir. Mekânın ölümüyle anlatılmak istenen şeyse inşa ve iskândan boş kaldığıdır.[6]
Ölüm, hayatın zıttı[7]
Anlamında kullanılmıştır. Mevât /ölülertabiri de ilk lügatçilerden el-Cevheri (ö.393/1002)’ye göre içinde ruh bulunmayan şeyler için kullanılmaktadır. Aynı zamanda içerisinde insanların bulunmadığı ve kimsenin kendisinden istifade edemediği toprak parçaları için de ölü kavramı kullanılmıştır. Ünlü lügat âlimlerinden Ferrâ’nın bildirdiğine göre, ölü yeryüzünden kasıt, henüz canlandırılmamış toprak parçasıdır. Bir hadiste buna işaret edilerek şöyle buyrulmuştur: “Ölü topraklar (henüz ziraata, kullanıma açılmamış topraklar) Allah ve Resulünündür. Kim ondan bir yeri canlandırır, ihya ederse onundur.”[8]
Cürcânî de ölümü hayata zıt olarak yaratılan bir varlık sıfatı olarak tanımlamıştır.[9]
Buna benzer bir tanımı da Ebu’s-Suûd Efendi verir: “Arkadaşlarımıza göre ölüm, hayata zıt olan bir varlık sıfatıdır.”[10] Demek ki ölü kavramı, canlılıktan uzak her şey için kullanılmış ve kullanılmaya da devam etmektedir.
Ölüm bunlardan başka manalarda da kullanılmıştır.
Ölüm, hayat /canlılık çeşitlerine göre birkaç şekilde meydana gelmektedir.
Bunlardan birincisi, insanlar, hayvanlar ve bitkilerde var olan büyüme gücünün yok olması anlamındadır. Şu ayette olduğu gibi: “Yeryüzünü ölümünden sonra O canlandırır.” (Rum, 30/19)
İkincisi, duygusal /hissi gücün yok olması manasınadır. Meryem suresinde ifade edildiği gibi, “Keşke ben bundan önce ölmüş bulunsaydım da unutulup gitseydim.” (Meryem, 19/23)
Üçüncüsü, akıl yeti ve kuvvetinin yok olması, ortadan kalkmasıdır ki, o da bilgisizlik /cehalet anlamındadır. Şu ayette geçtiği gibi: “Ölü iken kalbini dirilttiğimiz” (En’am, 6/122) “Sen ölülere (cahillere) bir şey duyuramazsın” (Rum, 30/52).
Dördüncüsü, hayat için kederlenilecek korku ve hüzün anlamına gelmektedir. Aşağıdaki ayette geçtiği gibi: “Ölüm ona her taraftan geldiği halde, ölemeyecek.” (İbrahim, 14/17).
Beşincisi, uyku anlamınadır. Şu ayette olduğu gibi: “Allah ölecekleri ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır.” (Zümer, 39/42). Uykunun hafif bir ölüm; ölümün ise ağır bir uyku olduğu söylenmiştir.[11]
Ölüm, zor ve sıkıntılı durumları ifade etmek için mecaz olarak da kullanılmıştır: Fakirlik, zillet /önemsizlik, ihtiyarlık, muhtaç olma, günaha batma vb. gibi durumları anlatmak için ölüm tabiri kullanılagelmiştir.[12]
Ölüm, Arapça karşılığı ile mevt, Kur’anî bir kavramdır. Şüphesiz ölüm, insan hayatı için kesin, kaçınılması mümkün olmayan, bütün insanlığın gözleri önünde meydana gelen bir realite ve olgudur.
O halde Kur’an ölüm hakkında ne söylemektedir? Yaratılmış düzendeki bütün diğer her şey gibi ölüm de, Allah’ın iradesine aittir ve onun izni olmadan gerçekleşemez: “Hiçbir kimse Allah'ın izni olmadan ölmez; o belli bir vakte bağlanmıştır...”[13]
Belki de ölüm, kâinattaki bütün gerçekliklerin en gerçeği ve en büyüğüdür. Şöyle de denilebilir: İnsanoğlu için doğumdan itibaren tek mutlak gerçek hiç şüphesiz ölümdür. Bu gerçek varoluş anlamının temelinde yatmaktadır. Ancak ölüm aynı zamanda artık var olmama tehdidini de temsil etmektedir, bu sebeple ölümden kaçılamayacağının farkına varabilen tek yaratık olan insana varoluşsal bir anksiyete de yaşatmaktadır. Anksiyete şöyle tanımlanmaktadır: “Varoluşun yıkılabileceğinin, kendisini ve dünyasını yitirebileceğinin, bir “hiç” olabileceğinin farkına varan bireyin öznel durumu...[14]
O halde ölüm, insanlar tarafından her zaman ve her yerde gözlemlenilebilen ve duyumlanılabilen bir gerçekliktir. Bu yönüyle bilinmezlerden /gaybiyâtkesinlikle değildir. Fakat ölüm bazı bakımlardan ise gaybla ilişkilidir. Âl-i İmrân süresinin 185. ayetinde Yüce Allah, her yaşayan canlının ölümü tadacağını bildirmektedir: كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ
Diğer bir Kur’an ayeti de bu değişmesi imkânsız olan gerçekliği perçinlemektedir:
“Canı çıksın o insanın, o ne nankördür! Allah onu hangi şeyden yaratmış? Onu meniden yaratıp merhalelerden geçirerek ona şekil vermiş; Sonra, yolu ona kolaylaştırmıştır. Sonra onu öldürür ve kabre koyar. Sonra, dilediği zaman onu tekrar diriltir.” [15]
Ölüm bu dünyadaki bütün canlıların ve gerçekliklerin sonudur. Bu anlamda ölüm geçici dünya hayatının sonudur. Bu sonun anlamı da imkânların bitmesi, olgunluk ve kemal sınırına ulaşmadır. Varlık olarak ölüm, bütün fiilleri yok eden bir fiildir.[16]
Ölümden kaçmak, ondan kurtulmaya çalışmak, onu yenmek için gayret göstermek boşuna bir çaba olacaktır. Kur’an, insanın ölüm dolayısıyla kendi gerçeğiyle karşılaşmaktan kaçınmasının ve böyle bir çaba içerisine girmesinin anlamsızlığını şu şekilde vurgular:
“Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir...” [17]
“Deki, doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüm mutlaka karşınıza çıkacaktır; sonra görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz, O size işlediklerinizi haber verecektir.” [18]
O halde Allah’ın dışında bütün canlıların öleceğini kabul etmek ve bu nizama uymak gerekir. Tabiat canlı ve cansız varlıklar olmak üzere ikiye ayrılır. Canlılar ise bitki, hayvan ve insan olarak sınıflanır. Ölüm faaliyetten, yapıp edebilmekten kesilme olarak düşünülürse bu anlamda tüm canlılar ölür. Çünkü bitkilerin büyümediğini, güllerin solup kuruduğunu görürüz, öyleyse bunlar da ölmektedir. Bütün insanlık, en üstünü de dâhil, ölümden müstağni kalmayacaktır. Bu sebeple ölüm konusunda iyi olanlar ile kötü olanlar arasında bir fark yoktur. Herkes ama herkes ölüme ve ölüm acısını tatmaya mahkûmdur. Yüce Allah, Hz. Muhammed’e hitaben “Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı?”[19] diye bu gerçeği gözler önüne sermiştir.
Dünyada bütün insanlığın üzerinde hem fikir oldukları tek şey ölümdür. Ölümü inançlı veya inançsız hiç kimsenin inkâr etmesi tasavvur bile edilemez.
Kur’an-ı Kerim’de mevtve türevleri yüz yetmiş üç (173) yerde geçmektedir.[20]
Bu da İslam’ın ana kaynağının gerçekliklerin en gerçeği olan ölüme ne kadar önem verdiğinin bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. Çünkü ölüm, yaptıklarından sorumlu olan insanlara nispetle dünyadaki hayatlarının sonudur. Ölümle birlikte insan artık yapıp edebilmekten uzaklaşacak, dünya ve ahiret saadetini yakalayabilme imkânından yoksun kalacaktır. Bu açıdan Kur’an, insanların yararına olarak ölümü sıkça anmış, insanların ölüme hazırlıklı olmasını öğütlemiştir. [21]
İnsan Neden Ölümden Korkar?
Eğer bir birey Allah’ın varlığına ve öldükten sonra başka bir hayatın var olacağına inanmıyorsa bu insanın ölümden korkmasından daha doğal bir şey olamaz. Çünkü hayat ona göre sadece yaşadığı bu dünya yaşamından ibarettir. Ötesi yoktur. Onun düşüncesinde ölüm mutlak yokluk ve yok oluştur. Kur’an-ı Kerim bu düşünceye sahip insanların durumundan söz ederek, onların şöyle dediklerini bildirmektedir: “Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir, biz dirilecek değiliz” dediler. [22] “...
Ey Muhammed! And olsun ki, "Siz gerçekten, ölümden sonra dirileceksiniz" desen, inkâr edenler: “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” derler.”[23]
Böyle anlaşılan ölüm ise onu sevdiği ve yaşamının gayesi olarak varsaydığı bütün bu dünya nimetlerinden ayıracaktır. O halde bu tür ateist ve nihilist insanların ölümden korkmaları normaldir ve yadırganmamalıdır.
İnanan insan ise inandığı mabuduna (Allah’a) daha fazla ibadet yapabilmek, onun rıza ve hoşnutluğuna başka bir deyişle cennetine nail olabilmek için ölmek istemez, aksine daha fazla yaşamak arzusundadır. Zaten beş vakit namazın ardından yapılan dualarda da bu arzu en azından günde beş kere tekrar edilir durur. Allah’ım uzun ömür ver. / A’ti lena ömran tavilen. Bu uzun ömür dileği Müslümanların aşağı yukarı bütün dini merasimlerinde yapılan duaların içinde de bulunur.
Misal olarak evlenen bireylerin nikâh duasında da bu istek tekrarlanır. Nikâh duasını yapan hoca evlenen çiftler için Allah’a dua ederken onlara salih/ iyi evlat, geniş ve bol rızık ve uzun ömür bahşetmesini niyaz eder ve şöyle der: “Allahümme A’ti lehüma evlâden salihan ve rızkan vâsıan ve ömran tavîlen.”
Mümin bireylerin ölmek istememeleri yahut uzun ömür dilemeleri, Allah’a kavuşma olarak nitelenen ölümü çirkin yahut kötü gördüklerinden değildir. Veya Allah’a kavuşmayı istemiyor olmaktan dolayı da değildir. Zira böyle bir şeyi inanan bir birey aklından bile geçiremez. Allah’ı istememek imanlı olmakla bağdaşamaz.
Müslümanların ölmeyi arzulamamaları veya uzun bir hayat sürmeyi arzu etmeleri, belki şu anda nail oldukları mal, mülk, evlat ve sağlıklı yaşam nimetini, öldükten sonra uzun vadede gerçekleşeceğine inandıkları nimetlere tercih etmeleri olarak da düşünülebilir. Ancak böyle bir düşünce masum olarak görülebilir mi? Bilmem. Üzerinde düşünmek gerekir.
-------------------------------------------------------
Dipnot
[1]- Âl-i İmran, 3/185.
[2] - Enbiya, 21/34.
[3] - John Hıck, Değişen Ölüm Sosyolojisi, Çev. Turan Koç, E. Ü. İ. F. D., Sayı, 7, Kayseri, 1990, s. 244.
[4]- Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, İzmir, 1990, s. 184.
[5] - Eski Ahit, Tekvin, 2/17.
[6] - İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, c. II, s. 92; Fîrûzâbâdî, Mecduddin Muhammed b. Ya’kub, Basâiru Zevi’t-Temyîz fi Letâifi’l-Kitabi’l-Aziz, thk. Muhammed Ali Neccar, Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrut, trs., c. IV, s. 537.
[7]- Cevherî, İsmail b. Hammad, es-Sıhah Tacü’l-Lügatı ve Sıhahu’l-Arabiyyeti, thk. Ahmed Abdulgafür İtar, Daru’l-Mektebetü’l-Arabiyye, Mısır, trs., c. I, s. 266.
[8]- Cevherî, es-Sıhah, c. I, s. 267; Fîrûzâbâdî, Basâiru Zevi’t-Temyîz, c. IV, s. 537.
[9] - Cürcânî, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, Kitabu’t-Ta’rîfât, Daru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1416/1995, s. 235.
[10]- Ebu’s-Suûd, Muhammed b. Muhammed, İrşadü Aklı’s-Selim İlâ Mezayâ el-Kur’ânı’l-Kerim, Beyrut, trs., c. I, s. 54.
[11]- İbn Manzur, Lisânü’l Arab, c. II, s. 92; Fîrûzâbâdî, Basâiru Zevi’t-Temyîz, c. IV, s. 536; İsfehânî, Müfredât fi Garîbi’l-Kur’ân, s. 763-764.
[12]- İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, c. II, s. 92.
[13]- Âl-i İmran, 3/145.
[14]- Onur, Bekir, Gelişim Psikolojisi, Yetişkinlik, Yaşlılık, Ölüm, İmge Kitab evi, 3. baskı, Ankara, 1995, s. 248.
[15]- Abese, 80/17-21.
[16]- Bedevî, Abdurrahman, Müşkiletü’l-Mevt, Mecelletü Külliyetü’l- Âdâb bi-Câmiati Fuadu’l-Evvel, Kahire, 1942, c. VI, s.161.
[17]- Nisâ, 4/78.
[18]- Cuma, 62/8.
[19]- Enbiya, 21/34.
[20]- Bkz. Abdulbâki, Muhammed Fuat, “Mevt” md.,el-Mucemu’l-Mufehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerim, İstanbul, 1987, s. 678-680.
[21]- Ayrıntılı bilgi için bkz. Özarslan, Prof. Dr. Selim,İslam’da Ölüm ve Diriliş Öğretisi, Kitap Dünyası, Konya, 2001, s. 69 vd.
[22]- Enam, 6/ 29.
[23]- Hûd, 11/ 7.