Ahiret Hayatı Niçin Var
Hocam, kafama takılan nokta, ahiret hayatının neden var olduğu. Böyle bir hayatın var olmasının anlamını kavramakta güçlük çekiyorum. Dünyada yaşıyoruz işte, bir başka hayata ne ihtiyaç var?
Son sorunuzdan başlayalım isterseniz. “Dünyada yaşıyoruz…” derken dünya hayatının varlığını hiç tereddütsüz kabul etmiş görünüyorsunuz. Bunun inkârı zaten mümkün değil. Duyularımızla kavradığımız bir hayat sonuçta. “Ahiret hayatı niçin var?” sorusundaki ahiret yerine dünyayı koysak ve “Dünya hayatı niçin var?” desek nasıl bir cevap verirsiniz?
Cevap veremem. Çünkü hiç düşünmedim. Ama benim dünya hayatıyla ilgili bir takıntım yok. Neticede yaşıyorum.
Dünya hayatıyla irtibatlandırarak ahiret hayatını sorduğunuzda böyle bir soruyla karşılaşmanız kaçınılmaz. Buna verilecek en güzel cevap: “Dünya hayatı niçin varsa ahiret hayatı da onun için vardır.” Dünya hayatını biz kurmadık. Dünyaya geldik ve hazır bulduk. Ne maddi ne de insani çevremizi biz oluşturduk. Hazır bir çevrenin içine doğduk. Annemiz, babamız, akrabalarımız, bulunduğumuz mekân ve zaman hepsi belirlenmişti. Geldik ve bize sadece bilgi verildi. Şu şudur, bu da budur denildi. Hepsini zorunlu olarak kabul ettik.
Hocam ben ahiret niçin var demiştim, siz beni dünyada dolaştırıyorsunuz.
Ahireti anlamanın yolu dünyadan geçiyor da ondan. Biz bir zaman diliminde geldik dünyaya ve yine bir zaman diliminde ayrılacağız. Bize geliş tarihimizi söylemediler, bakıyorum gidiş tarihimizi de söylemiyorlar. Hiç kimsenin bilgisi yok bu konuda. Binlerce kişiye hatta bütün dünyaya sorsanız ayrılış tarihinizi kimse size söyleyemez. Bazıları tahminlerde bulunur, fal bakar gibi. Ama kimse kesin konuşamaz. Çünkü onlar, kendi tarihlerini de bilmiyorlar. Bazısı “Amaaan boşver, anı yaşa!” deyip çıkar işin içinden ve öyle de yaşar. Bazısı da “Bu çok önemli, bunun bilelim ki ona göre bir planlama yapalım.” der ama sonuç değişmez. Sonra bir sürü plan yapar a, b, c… hangisi kesin tutar, onu da bilemez. Bazısı da “Bizi buraya gönderen göndermiş, bakın bir de ev ödevi vermiş, ödevini yap gerisine karışma!” der.
İyice kafam karıştı, bunların hangisi doğru?
Bunların hepsinin kabul ettiği bir gerçek var. Bu dünya hayatı ebedî değil, bir gün bitecek. Peki, dünya bitecek mi? Bak bunu kimse tam olarak bilmiyor. Bir dine, özellikle ilahi dine inananlar dünyanın da bir sonunun olduğuna inanıyorlar. Ama işi tamamen akla dökenler bir türlü bunu kabul etmek istemiyorlar. Son zamanlardaki bilimsel gelişmeler, evrenin başlangıcının ve sonunun bulunduğu tezi üzerinde yoğunlaşmış görünüyor.
Buna göre inananların tezi güçlenmiş demektir.
Evet, tam da öyle. İnananın bu konudaki inancını güçlendiren en önemli husus, dünyanın içinde bulunduğu evreni kuran, insanı buraya koyan güç, eğer öte dünya var diyorsa bu kaçınılmaz olarak vardır. Bu dünyada herkes için bir son belirleyen güç, bu hayatın değerlendirmesini yapacağı ikinci bir hayatı kurar ve kurmuştur. Doğru ve tutarlı düşünme bunu gerektirir. Bir yarış meydanı gibi kurulan dünyanın sonunda bir değerlendirmenin olmaması hiç de akla yatkın değildir.
Dünyanın bir yarış meydanı olduğunu nereden çıkartıyoruz?
İnsanı incelediğinizde iki tür davranış sergilediğini görürsünüz. Ya kaçma ya da kovalama. Sevdiğinin, istediğinin, çıkarı veya faydası olacak olanın peşine düşer yani kovalar; nefret ettiği, istemediği veya zarar göreceği şeyden ise kaçar ve kurtulmaya çalışır. Bu bir yarış değil midir sizce?
Doğru, bu bir yarıştır.
Öyleyse bu yarışın sonunda kimin kazanacağının belirlenmesi gerekmez mi?
Kesinlikle gerekir.
Bunu belirleyen irade onu da belirlemiş demektir. İşte böyle bir irade ve gücün varlığına inanan insanlar tarih boyu ahiret hayatının varlığını kabul etmişlerdir. Bu tarihî bir tecrübe ve tarihî bir gerçekliktir. İlahi dinler bu iradenin Allah olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Her ne kadar Hristiyanlık bu irade ve güce İsa ve ruhu’l-kuds şeklinde bir ekleme yapmak suretiyle sapma gösterdiyse de sonuçta ahireti onlar da kabul etmektedirler. Yahudilerin tanrıyı kendi ırklarına tahsis etmeleri ve ahirette sadece kendilerinin kazanacağını iddia etmeleri, yani yarışa göre değil de doğuşa göre kazancı belirlemeleri de tutarlılıktan ve hakkaniyetten uzaktır.
Peki, İslam dini nasıl bir konumda?
İslam, hayat yarışını esas almaktadır. Kişinin öte dünyadaki konumu, tamamen bu dünyadaki yapıp etmelerine göre şekillenecektir. Aslında konumunu şekillendirecek olan kişinin kendi iradesidir. İnsanın başarısı, yüce irade karşısında kendi iradesinin sınırlarını iyi bilmesi ve doğruyu yakalamasıyla gerçekleşecektir.
Kafama takılan, insanın kendisine bıraksanız ahiretin varlığını kabul etmek istemez sanki.
“Acaba?” diye sormak lazım. O takdirde ben şöyle bir soru sorayım: Normal şartlarda insanı bıraksak dünyada kalmak mı ister yoksa ölmek mi?
Elbette kalmak ister.
Hah, işte bu kalmak hatta ebedî kalmak duygusu ve isteği, ahiretin niçin var olduğunun en önemli delilidir. İnsanın içinde bir ebedîlik duygusu, bir de kusursuzluk arzusu bulunmakta. Bu ikisini bu dünyada tam olarak karşılamak neredeyse imkânsız. Nitekim estetik yaptıranlar son noktayı koyamıyorlar. Sanatkârlar hiçbir yapıtına en mükemmel diyemiyorlar, sürekli çabalıyorlar. Öyleyse insanın içinde bulunan bu iki duygunun karşılanacağı bir yerin veya zamanın olması gerekir. İşte o yer ve zaman ahiret yurdudur ve oradaki cennettir.
İyi de herkesin cennete gitmeyeceği söyleniyor. Bu nasıl olacak?
Doğru. Kimin gideceğini yarış yani yaşantının kalitesi belirleyecek. Kazanan gidecek, kaybeden hasretini çekecek. Dünyada kaliteli bir hayat yaşayan ve yarışı kazanan herkes cennete ulaşacak. Bu yarışta kontenjan sınırlaması yok, kazanan herkes hak edecek. Ancak cennete ulaşma derdinde olmamış, hayatın kalitesini önemsememiş, herkes çalışırken yan gelip yatmış hatta yanlış işler ve kişiler peşinde gitmiş birisinin böylesi bir mükâfatı elde etmesi akla da ahlaka da uygun düşmez. İyi ve güzele ulaşmak öncelikle onu hak etmeye bağlıdır. Hak etmediği bir değeri veya mükâfatı birisine vermek, değer ve mükâfata bir haksızlıktır. Zaten böylesi bir kişi de onun değerini asla bilmez. Öyleyse değer hak edene, mükâfat kazanana verilir. Adalet de hakkaniyet de bunu gerektirir.
Doğru da kazanamayanlar öte dünyada bunu anlayacaklar ve çok üzülecekler.
Bu da doğru. Bu dünyada da benzer şeyler olmuyor mu? Diyelim bir işveren çalışanlarına “İyi ve verimli iş yapanları, senenin sonunda ödüllendireceğim.” diye bir vaatte bulunuyor. Buna bazıları inanıyorlar ve var gücüyle çalışıyorlar, diğerleri inanmadıkları gibi işi savsaklıyorlar. Bu ikinciler “Verecek olsaydı şimdi verirdi veya bir yıl sonra kim öle kim kala.” gibi düşüncelerle hareket ediyorlar. Yılın sonunda işveren ödülleri dağıtırken herkes vereceğine inanıyor çünkü gözüyle görüyor. Hak edenler ödüllerini alırken diğerleri hasret ve hüsranla seyrediyorlar.
Şimdi anladım. Demek ki ahirete inanmanın yolu dünyayı anlamaktan, kazanmanın yolu da dünya hayatını değerlendirmekten geçiyor.
Evet, tam da öyle. İnansak da inanmasak da bu dünyanın bizim için ebedî olmadığı kesin. En iyisi ve doğrusu inanmak. Çünkü inanmak, kazanmanın başı; iyi işler yapmak ise kazanmanın garantisidir. “İman eden ve iyi işler yapanlara, içinde ırmaklar akan cennetlerin kendilerine verileceği müjdesini ver.” (Bakara, 2/25.)