Ölüm ve Hayat
Birçok ayet-i celîle, hayat ile ölümün imtihan gayesiyle yaratılan iki kardeş hakikat olduğunu; hayr ü şer denemelerine ait bir fitne tecellîsi bulunduğunu açıklamakta ve kimin daha iyi amellerle fazilet müsabakasına iştirak ettiğini neticeleriyle belirtmek için dünyaya getirildiğimizi bildirmektedir.
Şu halde, hayat ve ölümün hakîkî mânâları kavranmadıkça teklîfî bir âlem olan dünyanın kuruluş ve açılış hikmeti anlaşılamayacak demektir. Fânî günlerin, mahiyeti bilinmeyen ölüm karanlıklarına karışması kadar insan ruhuna çöken bir bela kâbusu tasavvur olunamayacağına göre, saadete doğru adım atmak isteyen bir hayat yolcusuna her şeyden önce ölüm muammasını çözmek ve o derin istikbal karanlığını aydınlatmak zarûreti vardır.
Hayatın mânâsı ölümle tahakkuk ettiği gibi ölümün de sırrı, hayat zâviyesinden mütalaa edilmekle zahir olur. Denilebilir ki:
Ölüm, hayat âyetinin geniş bir tefsirinden ibarettir. Ölümün timsali kürsüleri olan musalla taşlarından îrâd olunan hakikat hutbeleri, sessiz ve kelimesiz derslerdir ki; alıcı, ayarlı, duygulu insalara neler anlatmaz? İbret, âkıbet, hakikat derslerini en salahiyetli ve âteşîn bir vaizden dinlemek isteyenler ölümden yana gelsinler… Hayata karşı açılan bir mezar ağzından daha kuvvetli, belâgatlı bir ifade kaynağı aramak hatadır.
Yalnız, ölüm vaazını dinlemeye giderken, ucu cehâlet karanlığına karışan şahsî bilgilerini, o kısa mesafe ışıklarını; vesveseye dayanan felseferini bırak!.. Onlar, tabut gölgesinde barınamayan ürkek hazan kuşlarıdır. Ölümün dili yok; fakat her dilde yer alan, o!.. Ölümün ağırlığını kelimelerin zayıf omuzları taşımaz. Ölümün ifadesi sözlerde değil; ölülerin dudaklarında düğümlenen sükûtta gizlidir.
Ölümün yüksek makamına akıllar, beşeri mantıklar yükselemez; zira ölüm, tefekkürlere baygınlık veren bir tecellî zirvesidir.
Ölüm karşısında fâni bilgilerimizin hepsi sona erer ve erir; orada, ancak iman mantığı bahar açar ve yeşerir. Gelgeç emeller, çılgın arzular, rengi solmuş zevk ü sefâlar, yakası yırtılmış felsefeler ölüm rüzgârlarının önünde sararmış, müteverrim sonbahar yapraklarından daha fecî bir sürünme manzarası çizer. Lâkin iman hakikatleri, ahlâkî neşeler, bâki ameller ölüm duvarından cennete sarkan bahar dallarıdır.
Müslümanlara, “Lezzetleri mahveden ölümü çok düşünün!” emirini veren Rasûlullah (s.a.v) Hazretleri, hayatın dâimî bir ölüm havası içinde gizlendiğini açıklamışlardır. Filhakîka, ölüm gecesinden ebedî bir saadet güneşi doğmadıkça ömürlerin istikbale uzanan zincirleri, ıstırap şangırtıları olmaktan kurtulmayacak ve korkunç âkıbete doğru meyus bir akış manzarası çizmekten hâli kalmayacaktır.
Ölüm bir nurdur, onun aydınlatmadığı hayat yüzü karanlıktan kurtulmaz. Ölüm ışığının girmediği kalpler, güneşten mahrum evlere benzer. Onlarda -ne kadar güleç ve neşeli olsalar- fânîlik hastalığının dâimî solgunluğu ve ümitsizliği görünür.
O gibilere, inkârlarının mezar rutûbeti ve karanlığı sinen bunaltıcı muhitlerinden uzaklaşıp hayat güneşleriyle çalkanan iman ülkelerine hava tebdili için gitmeleri tavsiye olunur.
Ölüm, hayat yüzüne tutulmuş bir istikbal aynasıdır. Hayat hatıralarımız insanlık yüzümüze nasıl bir renk vermişse ölüm aynasında onu göreceğiz. Ölüme karşı ekşi bir sîmâ takınma ki; tatlı bir ölüm yüzü göresin! Ölümden korkan, hayat yüzünü kirletmesin; küfürler ve günahlarla karartmasın. Saadetli bir ölüm, iman ve Kur’an nurları altında geçen bir hayatın neticesidir. Müptezel ve gayrimeşru bir hayat sürenler, iyi bilsinler ki; Fânîlik boşluğuna bıraktıkları zehirli nefesleri, gaflet ve cehâlet karanlıklarıyla dolu mezarlarına berzahı semâhlardan haşarat yağmurları halinde dökülecektir.
Hayat, bütün neşe ve saltanatıyla “Âh, mine’l-mevt!..” gölgesinde ağlarken, ahmaklığın bile kalbini sızlatan bir lâkaydî içinde ölümün asîl ve ciddî yüzüne karşı atılan imansızlık kahkahaları -elbette ki- sahiplerinin başına cehennemin ateş bulutları şeklinde çökecektir.
Şu nokta, hiç unutulmamalıdır ki; dünya hâdiseleriyle bunalan ve ölüm buhranları altında ezilen her insan, gaybın kurtarıcı sesine şiddetli bir ihtiyaç duymuş ve iman kafilesine katılmak zarûretini sezmiştir.
Dünyanın son müraacat kapısı kabir olduğuna göre, o meçhul âkıbet konağının ilâhi bir irşad ışığı altında gizli tertibatını; kibriyaî teşkilâtını öğrenmek -her akıl taşıyana- geçilmez bir hayat şartıdır.
Dışından sessiz bir toprak yığını gibi müşahede edilen kabir, iç teşkilâtı tezahüratı bakımından bir mahşer numûnesidir ki; hakikati, hayat malzemesinden ibarettir.
Allah’ın rızasına uyup uymamak cihetinden -müspet, menfî olarak- tasnif edilip, ilmî, ahlakî, amelî müktesebatımızla meydana gelen kabir hakkında Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz:
“Ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur” tabirini kullanmakla ölümle hayatın sıkı rabıtasına ve alâkasına işaret buyurmuşlardır.
İşte, ölümün bu iç hakikatini bilen uyanık gönüller, hayatlarını bir fazîlet ırmağı halinde ölüm denizine akıtmakta ısrar göstermişler; kabirler karşısında titremişlerdir.
Sahabe-i Güzîn Efendilerimizden içli ve hakîm bir sofî bulunan Ebüdderdâ (r.a) Hazretleri bir kabrin başında durup:
“Ey kabir! Dışın ne kadar sessiz; fakat için ne kadar dehşet verici korkularla doludur.” demiş ve hüngür hüngür ağlamıştı.
Bu sebepledir ki; “Akıllı insan kimdir Yâ Rasûlullah?” diye soran bir a’rabiye, Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz:
“Ölümü çok düşünen ve ona karşı hazırlığını tamamlamakla meşgul olan kimsedir, işte onlar zekî insanlardır.” cevabını vermişlerdir.
Bir takım insanlar, peygamberimizin bu mübarek uyandırıcı ve aydınlatıcı beyanlarına aykırı olarak; ölüm anılınca, oturdukları koltuk veya önlerindeki masaya parmaklarının boğum kemikleriyle vurup “Evlere şenlik, Allah geçinden versin!” gibi eblehane temennilerle ölümün civarından savuşmayı hüner sayarlar. Bu zavallı ölüm kaçakları düşünmezler ki; parmaklarıyla vurdukları tahtalar da onları teneşir, tabut hikâyelerini nakletmektedir.
Bilmezler ki; evler, yaşayan ölülerin aile kabristanıdır. Henüz öğrenememişlerdir ki; ölüm, ne geçinden ne erkenden gelir; ancak vaktinde gelir.
Ölümden kaçmak isteyenlere Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“De ki: Kaçmakta olduğunuz ölüm, size erişecek; sonra da -görünür görünmezi bilen- Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız; ne yaptınızsa hepsini size bildirecektir.”
Yine bir âyet-i celîlede:
“Her nefs, ölümü tadacaktır; biz sizi imtihan olarak şerler ve hayırlarla denemekteyiz; hepiniz bize varacaksınız!” buyrulmuştur.
Binaenaleyh, ölüm mevzuunda karanlık bir dalâlet uçurumuna yuvarlanıp ecel kampanasının acı ihtarlarıyla uyanmaya özenmemelidir. Allah’ın hikmet kâinatını gaflet ve cehâlet ayaklarıyla çiğneyip dünya sofrasından kaparozculuk usulüyle faydalanarak hayat yükünü karın tokluğuna ve şehevat azgınlığı bahasına taşıyan ve nihayet zaman kazmasıyla açılacak bir çukurun ağzına meçhul bir lokma şeklinde yerleşen ve böylece kör ve sağır bir kudretin zebunu olduğunu kabul eden münkirin ölümü ne fâciâdır?
Lakin beri tarafta mü’min, ilahi bir görüşle cihan hikmetine ve hilkat âhengine hususiyle kendisine ait hakikat teşkilâtına nüfuz ederek ilâhî mülâkata doğru vuslat heyecanları içinde süzülürken; ona, en cazibeli bir dilber gibi refakat edecek ölüm, ne saadet âlemleri açacak; ne zevk u sefâlar tattıracaktır…
Tevhid ve mârifetullah neşeleri üzerinde ölenleri Rasûl-i Ekrem Hazretleri cennetle müjdeliyorlar. Hadis-i şerîflerinde:
“Bir kimse, Allah’ı bilerek ölürse muhakkak cennete girecektir.” buyurdular.
Allah’a hamd ü senâ edelim ki; bizi, ölüme karşı iman mantığı ile ayarlanan kullarından kılmış; dünyanın kırık kadehinden emel içmek hülyasına düşürmemiştir. Gerçi dünya, görünüşte renkler baharını aksettiren bir zümrüt ülkesidir; lâkin dikkat edilirse ölüm sarığı, fânîlik hazanı o yeşillikler altında saklıdır. Dünya bahçelerinin yeşil dallarında öten emel bülbüllerine kapılıp âhiret baharının solmazlığını unutmayınız!.
İyi biliniz ki; emel çiçekleri bu topraklarda açmaz. Nefesler ki; murâd tohumlarıdır; iman tarlasına ekilmedikçe ebedi saadet mahsûlü biçilmez. Ölüm ötesinden gelen rüzgarlar, mü’min gönüllerden geçerken cennet baharını bırakıp geçiyor. Bu bakımdandır ki; ölümü mü’mine ilâhî bir vuslat selâmıdır. Ölüme, dâimi bir hazırlık içinde bulununuz! Bekâ yolcuları olduğunuzu hatırdan çıkarmayınız!
Ölüm yüzünün soğuk ve topraklı oluşu sizi ürkütmesin; düşününüz ki; mayamız, toprak; gıdalarımız topraktandır. Toprakların gıda vermesi, semâvî muameleler ve hükümlerle olduğu gibi ölümün hayat bahşetmesi de iman semâlarından dökülecek bereket sağanaklarıyla meydana gelir. Mezarlıklar, hakîkî hayata kavuşmuş ana-baba, çoluk-çocuk, sevgili, hısım-akraba, arkadaş adresleriyle doludur. Zarûrî gidilecek yerden kaçınmak olmaz. Fazîlet müsabakası için yaratılmış dünyayı, rezalet meydanına çevirmekten sakınalım. Mâneviyatlı, rûhânîyetli güzel günlerimiz ve gecelerimiz vardır. Allah’ın gufran mevsimlerini ganimet biliniz! Âhiretinize, ebedî kazançlarınıza ait fırsatları kaçırmayınız! Zira kaçırılan fırsatlara nedâmet gözlerinden başka ağlayacak yoktur.
Allah cümlemizi, iman ve Kur’an gölgesinde yaşamak; rahmet ve gufran tecellîleri altında göçmek nasîp ve müyesser kılsın.
Âmin.
----------------------------------------------------
Bu yazı Merhum Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hocafendinin “Fatih Minberinden Mü’minlere Hutbeler” kitabından alınmıştır.