AHİRETE NE HAZIRLADIN?
ınsanların zamanlarının büyük bölümü gelecek yaşamları için hazırlıklar yapmakla geçer. Yazın kış hazırlıkları, sınavlara hazırlık, evlenmeye hazırlık vs. Dünya hayatı için binbir türlü çaba harcanıp hazırlıklar yapılır. şüphesiz bu yapılması gereken bir şeydir. Ancak dünyaları için bunca hazırlıklar yapan bir çok insanın sıra ahiret hayatına gelince hiçbir hazırlıkları bulunmadığı, aksine böyle bir kaygı da taşımadıkları görülmektedir. Geçici hayatları için nice hazırlıklar yapan, ama ahiret hayatlarını ihmal eden insanların durumu çökmekte olan bir binanın boyasını yenileme çabasına benzemektedir. Doğru olan şüphesiz her iki dünya için de hazırlık yapmaktır. ıslam insanlardan hem dünyaları hem de ahiretleri için iyilik dilemelerini emretmiştir.
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr 59/1.
“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm 53/39)
Hesap günü, insanlara, kendilerine dünyada düşünüp hakkı idrak edecekleri kadar bir ömür verildiği hatırlatılacak ve ömür sermayesini ne şekilde geçirdiği insanlara sorulacaktır.
ınsanlara gerçekten de düşünüp öğüt almaya fazlasıyla yetecek kadar bir ömür verilmiştir. Ortalama insan ömrünün atmış beş olduğunu göz önünde bulunduracak olursak bu süre içerisinde insanlar kendilerini Allah’a kulluğa götürecek nice tablolarla karşılaşır. Kainattaki kusursuz muhteşem düzen, sürekli yaşanan doğumlar, ölümler, insanın donanımı, bitkiler alemi, hayvanlar alemi vs düşünen bir insanı kolaylıkla Rabbine götürür. Koca atmış beş yıl. ınsanlar bu süre içerisinde mutlaka pek çok akıllara durgunluk veren nimetlerle karşılaşır. Bu süre içerisinde yaşadığı her bir dakika kendisine doğru yolu bulmak için verilen fırsattır. ışte bu nedenle Rabbimiz hesap günü dünyadayken yapıp ettiklerinden pişmanlık duyup yeniden dünyaya dönüp iyi işler yapmayı isteyen insanlara “Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi?” şeklinde hitap edecektir.
“Onlar orada: ‘Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım’ diye feryad ederler.
Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur.” (Fatır 35/37)
Ahiret yaşamını kaale almayan ve dünya hayatına dalıp giden insanlarda ölçüsüz bir dünya hayatına düşkünlük görülür. Bu insanlar dünyadaki hayatlarının sona ermesini hiç istemez, ölümü kolaylıkla kabullenmezler. Ölüm onlar için bir kâbustur, kabullenilmez bir şeydir. Allah’a kulluk eden muttakiler için ise ölüm, hayatın gerçeklerinden biridir. Onlar ölümü gerçek hayatın kapısı olarak görürler. Ölüm onlar için insanın asla kaçamayacağı kaderidir, fakat bir son değildir. Kalıcı hayatın başlangıcına giden yol, Allah’a kavuşmanın ilk adımıdır. Kısacası muttakiler için vuslatın bir adımı, cennete açılan kapı anlamını taşıyan ölüm, dünya hayatına dalıp gitmiş insanlar tarafından kabullenilmez bir son olarak görülmektedir.
Onlar, dünya hayatlarının sonsuza kadar sürmesini istemektedirler. Bu istek bazı insanları çılgın eylemlere de sürükleyebilmektedir. Mesela Batı dünyasında bazı kişiler ölüme çare bulunacağı umuduyla milyonlarca dolar karşılığında öldükten sonra cesetlerinin özel dondurucu ortamlarda muhafaza edilmesini istemektedir. Öldükten sonra yeniden hayata döndürülme umuduyla gerçekleştirilen bu işlem ehl-i dünya insanlardaki fazla yaşama arzusunun ne boyutlarda olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.” (Bakara 2/96)
“Evet, onları da, atalarını da barındırdık. Nihayet ömür kendilerine (hiç bitmeyecek gibi) uzun geldi...” (Enbiya 21/44)
Gerçekten insan ömrü, varoluşun niçinini, nasılını sorgulayıp tefekkür etmek ve hakka tabi olmak için yeteri kadar uzundur. ınsan, ömrü boyunca, kendisini iman etmeye ve Allah’ın kudretinin büyüklüğünü idrak etmeye sevk edecek nice büyük nimetlerle karşılaşmakta, nice akla hayale sığmayan güzelliklere şahit olmaktadır. Bir kimse kendi bünyesinde varolan kusursuz tasarım ve işleyiş üzerinde durup düşünse, bu kendisini Yüce Allah’a kulluğa götürmeye yetecektir. Peki insanları bu tefekkürden alıkoyan nedir?
Bu sorunun cevabını aradığımızda görürüz ki, insanların çoğunluğu dünya hayatına ve meşgalelerine öyle dalmışlardır ki, hayatın anlam ve gayesi üzerinde düşünmeye fırsat bulamamaktadır. ınsanlar ev ve işlerine ayırdıkları zamanın dışındaki vakitlerini genellikle televizyon izleyerek, kahvehanelerde vs zaman öldürerek geçirmektedirler. Kitap okuma, tefekkür etme, eğitici sohbet ve benzeri etkinliklerde bulunan insanların sayısı fazla değildir.
Tıpkı Hz. Peygamber Kur’an okurken müşriklerin Kur’an duyulmasın diye gürültü çıkardığı gibi günümüzde de insanlar düşünüp sorgulamasınlar, hakka yönelmesinler diye ıslam’ın mesajıyla toplumun arasına çeşitli engeller konulmuştur. Özellikle de televizyonun insanların zamanlarını boşa geçirmesinde çok büyük etkisi olmaktadır. ınsanlar televizyon dizileriyle, ekranları dolduran futbol maçlarıyla, hiç eksik olmayan müzik ve eğlence programlarıyla meşgul edilmekte, bu şamata arasında insanların tefekkür etmesi, hayatı anlamaya çalışması, kitap okuyup sohbet etmesi engellenmiş olmaktadır.
ınsana Yüklenen Temel Misyon:
ıyiliği Emredip Kötülükten Menetmek
ıslam’ın, yüce Allah tarafından yeryüzünün halifesi olarak belirlenen insanoğlu için bildirdiği temel misyon, iyiliği emredip kötülükten nehyetme sorumluluğudur. Bu misyon, ıslam’ın devlet ve cemiyet anlayışının temelini oluşturmaktadır. Müslümanlar ister fert olarak, ister cemiyet olarak, ister de devlet olarak olsun bulundukları her yerde iyiliği emredip kötülüğü nehyetmekle, iyiliklerin taşıyıcısı, kötülüklerin ise önünde engel oluşturmakla mükelleftirler. Müslüman bir kimse, kötülük kimden gelirse gelsin ve kime yapılırsa yapılsın ona kayıtsız kalamaz. Gücü ölçüsünde kötülüğe ve haksızlığa karşı mücadele vermek zorundadır, bu, inancının ona yüklediği bir sorumluluktur. Müslüman bir kimse sıradan insanlar gibi olamaz, olmamalıdır. Çünkü o, Müslüman olmakla Rabbiyle ahidleşmiş olmaktadır. Rabbiyle ıslam üzere ahidleşen kimse büyük bir mücadelenin, büyük bir davanın şahitliğini üstlendiğinin farkında ve bilincinde olarak yaşamını sürdürmelidir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette iyiliği emredip kötülükten nehyetme yükümlülüğünü Müslümanlara bildirmiş ve bu yükümlülüğü yerine getirmeyi, ebedi kurtuluşun temel şartlarından biri olarak saymıştır.
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız...” (Al-i imran 3/110)
“Onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten menederler; hayırlı işlere koşuşurlar. ışte bunlar iyi insanlardandır” (Al-i imran 3/114)
Temel misyonları insanlara iyiliği emredip kötülükten nehyetmek olan Mü’minlerin vasıflarından biri de, kötülüğü iyilikle savmaktır. Kötülüğü iyilikle savmak ve kötüleri iyiliklerle karşılamak gerçekten son derece büyük bir erdemdir. Bu Rabbani merhametin insanlara yansıyan yüzüdür. Rabbimiz kullarına karşı şefkatli, merhametli ve affedici olduğu gibi insanlara da kendi aralarında affedici ve merhametli olmalarını emretmektedir. Tabii ki Mü’minlerin affediciliği, merhametli ve şekatli oluşu, Allah’ın dinine karşı düşmanlık yapanlar söz konusu olduğunda geçerli değildir. Mü’minler, Allah’ın dinine savaş açan ve yeryüzünde mazlum ve mahrumlara zulmeden kimselere karşı şiddetlidirler.
Zaten kötülüğü iyilikle savma prensibi, insanların bilinçsizce takındıkları yanlış tavırlar söz konusu olduğunda geçerlidir. Yoksa zalimlerin zulümlerine ve tuğyanlarına, hırsızların hırsızlıklarına, gücü elinde bulunduranların haksızlık ve adaletsizliklerine karşı hoşgörülü ve affedici olmak, mazlumlara, haklılara, adalet bekleyenlere yapılabilecek en büyük kötülüklerdendir. Rabbimiz, bizlerden zulüm, haksızlık ve adaletsizliklere karşı mücadele etmemizi istemektedir. ınsanlara zulmeden, ölçü ve tartıda hile yapan, yetimin ve yoksulun hakkını gasbeden haramzadelere karşı hoşgörülü olmak, hakka ve adalete sadakatsizliktir. Müslüman bir kimsenin hoşgöreceği ve iyilikle savmaya çalışacağı kötülük, mazlumlara karşı işlenen suçlar, haksızlık ve adaletsizlikler değil, cahillerce şahsına yöneltilen sataşmalardır. Aksi halde ıslami değerlere, hakka ve adalete karşı yapılan kötülükler asla hoşgörülemez. Allah’ın hoşgörmediği bir şeyi, bir Müslümanın hoşgörmesi düşünülemez.
Tabii ki bir insanın şahsına yönelik bilinçsizce yapılan bir sataşmaya, takınılan alaycı bir tutuma karşılık iyilikle cevap vermesi kolay bir iş değildir, zordur. Ancak Rabbimiz bizlerden kolay olanı yani kötülüğe kötülükle karşılık vermeyi değil, zor olanı yapmamızı istemektedir: Kötülüğü iyilikle savmak. Zira kötülüğe kötülükle karşılık vermek hiçbir şeyi çözmeyeceği gibi düşmanlıkları, kin ve nefreti körükleyen faktörlerdir. Oysa kötülüğe iyilikle karşılık vermek hem kötülere bir mesajdır hem de aradaki kin ve nefret yangınının üzerine sıkılmış su işlevi görecektir. Rabbimiz bu konuyla ilgili şöyle buyurmaktadır:
“Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; biz, onların nitelendiregeldiklerini en iyi bileniz.
Ve de ki: 'Rabbim, şeytanın kışkırtmalarından sana sığınırım.'” (Mü’minun 23/96-97)
“ıyilikle kötülük bir olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.
Bu(kötülüğü iyilikle savma olgunluğu)na ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük bir pay sahibi olanlar kavuşturulur.
şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.” (Fussilet 41/34-36)
Dikkat edilecek olursa hem Mü’minun suresindeki hem de Fussilet suresindeki kötülüğün iyilikle, iyi bir tarzda savılmasını öngören ayetlerin hemen ardından şeytanın kışkırtmasına vurgu yapılmakta ve onun kışkırtmasından Allah’a sığınılması istenmektedir. Her iki surede de, kötülüğe kötülükle karşılık vermenin şeytanın kışkırttığı bir tutum olduğu, Rabbani tavrın ise kötülüğü güzel bir tarzda savmak olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca kötülüğü iyilikle savmanın herkesin harcı olamayacağı, bu özelliğin ancak sabredenler ve hayırdan pay sahibi olan insanlara bahşedileceği vurgulanmaktadır.
Kötülüğü iyilikle savmak zor bir tavırdır. Her yiğidin harcı değildir. Çünkü kötülükle karşılaşan bir insanın negatif duyguları ister istemez harekete geçecektir. Öfke, kin ve intikam alma hisleri kendisini gösterecektir. ınsanın bu duygulara kapılıp kötülüğe kötülükle karşılık vermesi insanın kendini duygularına mahkum etmesiyle kolaylıkla gerçekleşecek bir eylemdir. Oysa böyle bir durum karşısında metanetini korumak, duygulara hakim olmak, öfke ve intikam hislerini yenerek kötülüğe iyilikle karşılık vermek kolay değildir. Duyguların yoğun bir şekilde harekete geçtiği anlarda aklı duyguların önüne geçirebilmek çaba isteyen bir tutumdur. Negatif hislerin kabardığı anlarda pozitif duyguları harekete geçirip negatif hisleri devre dışı bırakmak gerçekten büyük bir başarıdır.
Bir Fincan Kahvenin Kırk Yıl Hatırı Vardır!
Bu meşhur atasözünü hepimiz biliriz. Bu söz, minnettarlık duygusunun insanlar üzerindeki güçlü etkisini çok iyi ifade etmektedir. Gerçekten de insanların çoğu, kendilerine ikramda bulunan, zor zamanlarında yardımlarına koşan kimselere karşı etkili bir şükran ve minnettarlık duygusu hissederler. Genellikle de bu iyilik veya ikramı karşılıksız bırakmamak için çabalarlar. şükranlarını hissettirmek için fırsat kollar, aksi halde içlerinde büyük bir eziklik hissederler. Peki bu minnettarlık ve şükran hisleri yüce Allah’ın nimetleri söz konusu olduğunda niçin zayıflamakta, genellikle insanlar bir fincan kahvenin hatırı kadar bile olsa, Rabblerinin ikram ve nimetleri karşısında çoğunlukla şükürsüz ve nankör kesilmektedirler?
Öyle zannederim ki, bu çarpık durumun temel sebebi, gaybe olan imanın zayıflığıdır. Evet, insanlar, bir kimse kendilerine bir ikramda bulunduğunda, ikramı bizzat müşahade ediyorlar ve bunun karşılığında o kimseye şükran duyuyorlar. Başta hayatı olmak üzere, insana sahip olduğu bütün nimetleri bahşeden yüce Allah’ın nimetleri ise insana çeşmeden, ağaç dalından, tarladan, bağdan, bahçeden... ulaşıyor. Bu nimetlerin kaynağını tam ve doğru olarak algılamak ve Allah’ı hakkıyla tanımak ise mutlaka gaybe iman etmekten geçiyor. Oysa insanların çoğu gaybe iman etmenin ne demek olduğu bilincini bile taşımıyor ki, gaybe gereğince iman etsin. Mesela ne kadar insan, cennet ve cehenneme onları görüyormuşçasına şeksiz şüphesiz iman ediyor? Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırının bulunduğu bir dünyada alemlerin Rabbine kulluk edenlerin sayısı, nankörlük edenlerin sayısına bile erişemiyorsa temel sorun, insanların gaybe iman edip etmemeleri noktasındadır.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır. Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıklarında da öğüt alan bir toplum için gerçek bir ibret vardır.
ıçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O'dur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. (Bütün bunlar) onun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir. Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.” (Nahl 16/12-15)
şüphesiz Yüce Rabbimiz’in tüm bu nimetlerinde düşünüp idrak eden insanlar için büyük ibretler vardır. Kâinattaki kusursuz düzen üzerinde kafa yoran bir kişi mutlaka Allah’a iman edecek ve bu muhteşem düzenin kurucusunu rüku ve secdelerle tesbih edecektir. En ince ayrıntısına kadar hesaplanmış bu kusursuz düzeni tesadüf kelimesiyle açıklamaya çalışanlara ise ancak acımak gerekir. Bu öylesine mükemmel bir düzendir ki, karıncadan insanoğluna kadar her şeyin bu düzende mutlaka bir misyonu vardır. Her şey birbiriyle bağlantılıdır. Her varlığın doldurduğu bir boşluk vardır. Hiçbir şey boş yere yaratılmamıştır. Bir karınca, bir örümcek, bir çekirge, bir aslan, bir köpek ve diğerleri boşuna yaratılmamıştır.
Avrupa’nın bir kentinde belediye aldığı bir kararla lağım farelerini ortadan kaldırma çalışması başlatıyor. Bunun için de kanalizasyonlara ilaç dökülerek lağım fareleri öldürülüyor. Çok geçmeden kanalizasyonlar taşmaya ve şehri kirli sular basmaya başlıyor. Böylece, lağım farelerinin kanalizasyonlarda hareket etmek suretiyle tıkanmaları önledikleri anlaşılıyor ve kanalizasyon sistemine yeniden lağım fareleri yerleştirilerek taşmalar önleniyor. Yani her varlığın doldurduğu bir boşluk, yerine getirdiği bir misyon vardır. Bazen insanların “Bu niye yaratılmış” diyerek küçümsediği varlıklar da dahil olmak üzere her varlığın kâinattaki Rabbani sistemde mutlaka bir işlevi vardır.
ınsanlar tarafından ortaya konan basit bir eserde bile bir çok kusurlar bulmak mümkündür. Oysa akla hayale sığmayan bir organizasyon olan kainatta kusur aramak boşunadır. Nitekim Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“O ki, birbiri ile ahenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?. Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk 67/3-4)
Bu ne müthiş bir meydan okumadır. ınkârcılara inkârlarını ispatlamaları için işte bir fırsat. ışte hodri meydan. Haydi tüm imkânlarınızla, uzay mekikleri, teleskoplar ve astronotlarınızla kainatta inkarınızı ve tesadüf iddialarınızı ispatlayacak bir kusur bulun. Haydi gözlerinizi gökyüzüne, yeryüzüne, bitkilere, hayvanlara, kendinize çevirin ve yaratılışta bir kusur arayın. Gözünüzü ve kuşkucu bakışlarınızı nereye yönlendirirseniz yönlendirin Kur’an’ın ifadesiyle gözünüz aradığı bozukluğu bulmaktan aciz ve bitkin halde size geri dönecek, kuşkulu bakışlarınız aradığını bulmaktan aciz düşecektir.
“Allah, sizin için, yarattığı şeylerden gölgeler kıldı. Dağlarda da sizin için barınaklar yarattı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar yarattı. ışte böylece Allah, müslüman olmanız için üzerinize nimetini tamamlıyor.” (Nahl 16/81)
“Allah'ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? Yine de, insanlar içinde, -bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı yokken- Allah hakkında tartışan kimseler vardır.” (Lokman 31/20)
“Allah, yeri canlılar için yaratmıştır.
Orada meyveler ve salkımlı hurma ağaçları vardır.
Yapraklı daneler ve güzel kokulu bitkiler vardır.
O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?”
(Rahman 55/10-13)
ınsanların çoğunluğu bunu idrak etmekten uzak bir yaşam sürse de şurası çok açık bir gerçektir ki Yüce Rabbimiz biz insanlara son derece büyük lütuflarda bulunmuştur. ınsana yaşamı için verdiği akla hayale sığmayan nimetlerin yanında yaşam süresi ve ahiret hayatında da insanları büyük lütuflar beklemektedir. ınsan Allah’a bir adım yaklaşsa Allah ona on adımla karşılık vermektedir. Kendisine yönelen kullarına rahmet kapılarını açmakta, dualara karşılık vermekte, tevbe edenin tevbesini kabul etmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi iman edip salih amel işlemiş olanlara ahiret yurdunda kat kat mükafat verirken cürüm işlemiş olanlara işledikleri cürüm kadarıyla ceza vermektedir. Rabbimizin nimet ve lütufları saymakla bitmez, Kur’an’ın ifadesiyle denizler mürekkep ağaçlar kalem olsa O’nun nimetlerini yazmaya yetmez. Allah’ın nimetlerinden yararlanıp onların şükrünü eda etmemek, üzümü yeyip bağını sormamaktır:
“Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfal 8/29)
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin.
(Böyle davranırsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab 33/70-71)
“Böylece Allah, onların geçmişte yaptıkları en kötü hareketleri bile örtecek ve yaptıklarının en güzeline denk olarak mükâfatlarını verecektir.” (Zümer - 39/35)
Dünya mı, Ahiret mi? Tercih Bizim
ınsanlar kendilerine verilen irade ve akıl sayesinde hayatta üzerinde bulunacakları yolu seçmeye muktedir kılınmışlardır. ınsanların dünyada yapacakları tercihler ahiret hayatındaki akıbetlerini de belirleyecektir. ıslam, vasat yol olarak insanlardan hem dünya hem de ahiret saadeti için çalışmalarını istemektedir. Oysa şu anda dünyada hakim kültür konumundaki Batılı yaşam tarzı, tamamiyle dünya hayatına endekslenmiş bir yaklaşıma sahiptir. Bu kültürün yaygınlaşmasıyla birlikte, dünyevîleşme çoğu toplumların temel hastalığı olarak kendini göstermiştir.
Son zamanlarda sıkça dillendirilen medeniyetler çatışması, esasen Batının öngördüğü seküler, tamamen dünyevîleşmeye dayalı yaşam tarzıyla, ıslam’ın öngördüğü dünya ve ahiret dengesine dayalı hayat anlayışının çatışmasıdır ve bu anlamda medeniyetler çatışması toplumsal katmanlarda sürekli yaşanmaktadır.
ıslam, insanların dünya ile ilişkisini “dünyalılık” üzerine bina ederken, Batı kültürü bu ilişkiyi “dünyacılık” esasına dayandırmaktadır. Müslüman kimse asla dünyacı değildir. ıslam’la Batı kültürünün hayata yükledikleri anlam hakkındaki temel fark, dünyada yaşamak ile dünya için yaşamak arasındaki farktır. Ya da dünyadan faydalanmak ile dünyaya tapınmak arasındaki farktır. Müslüman için dünya, ahiretin tarlasıdır, dolayısıyla ne ihmal edilmelidir, ne de nihai durakmış gibi ona dalıp gitmelidir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (şura 42/20)
“Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas 28/77)
ınsanlar yaşamlarını ya dünya eksenli ya da ahiret eksenli olarak sürdüreceklerdir. Hayatın odağında ya dünya ya da ahiret bulunacaktır. Bu konuda tercih tamamen insana bırakılmıştır. ınsan, yaşamını dilerse Rabbine, dilerse de dünyevi zevklere adayabilir. Bu onun yapacağı tercihe bağlıdır. Yapacağı tercih kendisinin hem dünya hayatını hem ahiret hayatını belirleyecektir. Ya malını, canını ve sahip olduğu her şeyi Rabbinin yoluna adayıp ebedi mutluluğa ulaşacak ya da sahip olduklarını dünyanın geçici zevkleri peşinde harcayıp ebedi hayatında kaybedenlerden olacaktır.
ınsanların çoğunun, tercihlerini dünya hayatından yana yapmaları büyük bir aldanışın neticesidir. ınsanlar ayakkabı veya elbise alırken, pazarda domates, elma seçerken gösterdikleri titizlik ve seçiciliğin beşte birini sahip oldukları dünya görüşü ve hayat tarzı konusunda göstermiş olsalar, muhakkak ki ahiret hayatından yana tercih yapanların sayısı kat kat artacaktır. Fakat insanların çoğunluğu, “Uydum kalabalığa Mevlam kayıra” kabilinden bir başıboş hayat anlayışına sahip olduğundan, tercihler daha çok kalabalıkların benimseyip sürdürdüğü hakim kültürlerden yana yapılmaktadır. Aslında bu hal üzerindeki insanların tercih yaptıkları da söylenemez. Onlar kalabalıkları taklit etmekten başka bir şey yapmıyorlar, toplum ne yöne gidiyorsa onlar da oraya doğru sürükleniyorlar. Böylece birçok kimse dünya hayatının aldatıcı güzellikleri arasında dalıp gitmekte, kendilerini ziyana sürükleyen yollarda ömür tüketmektedirler. Dünyanın geçici güzelliklerine aldanmayıp tercihini ahiret hayatından yana yapanlar ise, kendilerinden önce gelip geçmiş muvahhidlerin izinde ve vahyin aydınlatan kılavuzluğunda ebedî kurtuluşa yol almaktadırlar.
Her nerede olursak olalım, hangi konumda bulunursak bulunalım, nasıl bir hayat sürersek sürelim ölüm mutlaka bir gün gelip çatacaktır. Kur’an’ın tabiriyle sağlam kaleler içerisinde de bulunsak ölüm gelip bizi bulacak ve dönüşümüz yüce Rabbimize olacaktır. Ölüm, insanın dünya hayatının son bulduğu ve böylece asıl varılacak yer olan ahiret yurdunun eşiğine geldiği andır. Artık imtihan süresi sona ermiş, imtihanın sonucunu bekleme vakti gelmiştir. Tıpkı Haziran ayında üniversite sınavlarına giren öğrencilerin sınav sonucunu öğrenecekleri Ağustos ayını beklemeleri gibi. Ağustos ayı geldiğinde sınav sonucu açıklanır. Kimi sevinç içerisinde ailesinin yanına koşturur, kimi ise hayal kırıklığı ve üzüntüyle karşılar sınav sonucunu.
Hesap günü de böyledir. O gün dünya imtihanını başarıyla vermiş olan insanlar, Kur’an’ın tabiriyle sevinç içerisinde ailelerinin yanına koşturacaklardır. ımtihanı kaybedenler ise büyük bir pişmanlık yaşayacak, “Keşke toprak olsaydım da bu günümle karşılaşmasaydım” diyeceklerdir. Ama iş işten geçmiş, hüküm verilmiştir. Onlara, dünyadayken övündükleri malları, oğulları ve başka hiçbir kimse o gün yardımda bulunamayacak, yine Kur’an’ın ifadesiyle şefaatçilerin şefaati fayda vermeyecektir. O gün insan amelleriyle baş başa kalacak, dünyada yapıp ettiklerine göre ya ebedî kurtuluşu hak edecek ya da ebedî ziyana uğrayacaktır. Dünya hayatı bu imtihanın işleyen sürecidir.
Dünya tarlasına iman ve salih amel tohumları ekenler, bunun karşılığında cennet bahçeleriyle mükâfatlandırılacaktır. Küfür, fısk ve Allah’a isyan ekenleri ise cehennem azabı beklemektedir. Yani dünyada rüzgar ekenleri ahirette fırtına, güzellik ekenleri ise ahirette gül bahçeleri beklemektedir.
Yüce Rabbimiz Bakara suresinin ilk yirmi sekiz ayetinde kimlerin kurtuluşa ereceğini ve kimlerin kaybedenlerden olacağını açıklamıştır. ınsanlar eğer ebedi kurtuluşu istiyorlarsa bu ayet-i kerimeleri dikkatlice okumalarında yarar vardır.
ıslam’ın toplumsal değişim anlayışı temelde şu ilkeye dayanır: Bir toplum kendilerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Aynısı bireyler için de geçerlidir: Bir kişi kendinde olanı değiştirmedikçe, kendini değiştirme çabası göstermedikçe Allah onun durumunu değiştirmez. ışte bu temel ilke gereğince şunu rahatlıkla söylemek mümkündür ki; insanlar ve toplumlar kendi durumlarını, bugünlerini ve yarınlarını kendileri belirlerler. Yüce Rabbimiz insana verdiği akıl ve iradeyle, kendi durumunu belirleme imkânını da vermiş bulunmaktadır. Bu nedenle insanlar dünya ve ahiretlerini kendi elleriyle inşa etmektedirler. Ebedî cennet mükâfatını elde etmek de, ebedî cehennem azabına müstahak olmak da kişinin tercihlerine ve yapıp ettiklerine bağlıdır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“...Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur.” (Ra’d 13/11)
“Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (ıslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (Nur 24/55)
ıslam “ınsanın hayatı rüzgâr karşısındaki yaprak gibidir, kader onu ne yöne götürürse oraya gider” anlayışını tamamen reddetmiştir. ıslam’ın temel öğretisi, insanların yeryüzünde imtihana tabi tutuldukları ve bu imtihanda yapıp ettiklerine göre hem dünya hem de ahiret hayatlarını kendi elleriyle inşa ettikleri yönündedir. ıslam’ın nazarında hayat bir imtihan, dünya da imtihan salonu hükmündedir. Akıl ve iradeyle donatılan insanoğlu dünya hayatıyla sınava tabi tutulmaktadır. Her şey bu imtihanın kazanılması ya da kaybedilmesinden ibarettir. Bu da insanların kendi ellerindedir. ınsan, dünyada yapıp ettikleriyle ya kendi cennetini inşa etmekte ya da kendi cehennemini hazırlamaktadır. ıslam’a göre insan, hayatın mefulü değil failidir, edilgeni değil etkenidir. Dünya hayatını bir hikâyeye benzetirsek, bu hikâyenin başrolünde insanoğlu yer almaktadır. ınsanoğlu hayatta yürüdüğü yola ve ortaya koyduğu performansa göre ahirette karşılığını bulacaktır.
Şükrü Hüseyinoğlu