Âhirette Amel Yönünden Ençok Zarara Uğrayanlar
Hevâsına muhalefet eden ve hüdâya teslim olan mü’minler için hakikatin kaynağı Kur’ân’ı Kerim’dir. Furkan olan bu kitap insanları küfrün karanlıklarından, vahyin aydınlığına çıkaran yegane rehberdir. İbadet hayatımızdan miras hukukuna, ceza hukukundan, alış veriş muamelelerine, devletlerarası ilişkilerden evlenme ve boşanma gibi her alanda Kur’ân-ı Kerim’in hükümlerine teslim olmamız farzdır. Bu farza riayet etmeyen her insan, çölde susuzluktan kıvranmak ve serap görmekle meşgul olur. Bu hakikat muhkem nassla haber verilmiştir:“Küfredenlerin amelleri ise dümdüz çöldeki serap gibidir. Susuz kalmış insan onu su zanneder; fakat oraya gelince hiçbir şey bulamaz.”(Nur,24/39) Bu Âyet-i Kerime’de kâfirlerin amellerinin, yapmış oldukları iyiliklerinin, dümdüz ve sıcak bir çölde o anda insanın en çok ihtiyaç duyduğu, en önemli madde olan suyun hayaline (seraba) benzetilmiştir.
ÖLÇMEK, bilinen bir birimin, bilinmeyen bir birim ile karşılaştırılmasıdır. Ölçüleri yanlış olanların ölçümleri de yanlış olur. Bir ölçme işleminde sonucun doğru olabilmesi için hem ölçü aletinin doğru olması gerekir, hem de ölçmeyi yapan kimsenin adil olması gerekir. Bir bina inşa edecek olan kimsenin temelde yapacağı bir derecelik yanlış hesap, tek katlı bir binada sorun olmayacaktır. Fakat 50-60 katlı ve daha yüksek gökdelenlerde binanın en üst katlarına doğru çok büyük bir sapma olarak ortaya çıkacaktır. En ufak bir deprem veya büyük bir fırtınada bina yıkılacaktır. Ebedi hayatımızı üzerine bina edeceğimiz itikadi değerler, gerçekten çok hassas incelikleri gerektiren önemli bir konudur. Bu konuya ışık tutacak bir örnekleme İmam Gazali tarafından şu şekilde nakledilir.” Körlerden bir cemaat memlekete fil getirildiğini duymuşlar, ona dokunup incelemek için filin yanına gelmişler. Körlerden biri filin bacağına, biri dişine, biri de kulağına dokunup yoklamış ve bunun üzerine -Biz fili anladık, demişler. Filin yanından arkadaşlarının yanına döndükleri zaman, diğer körler filin nasıl olduğunu onlara sormuşlar. Onlardan her biri file dokunduğu kısmını anlattığı için ortaya değişik değişik tarifler çıkmış. Filin bacağına dokunan demiş ki: -Fil, bir direk gibidir. Fakat direkten biraz yumuşaktır! Filin dişine dokunan kişi demiş ki: -Onun dediği gibi değildir. Aksine fil serttir. Onda yumuşaklık yoktur ve kaygandır. O direk gibi kalın değildir. İnce bir sopa gibidir. Filin kulağını elleyen demiş ki: ‘Hayatımla yemin ederim. Fil yumuşaktır. Onda sertlik yoktur. Benden önce konuşanlardan biri doğru söyledi, dedikten sonra şöyle devam etmiş. - Fakat fil ne sopa gibi, ne de direk gibidir. O kaim ve enli bir deri gibidir. Körlerden her biri, bir yönden doğru söyledi; zira her biri filin dokunduğu kısmından haber vermiştir. Hiçbiri filin vasfı hakkındaki tecrübesinden dışarı çıkmamıştır. Fakat üçü de filin suretinin hakikatini ihata etmekte kusur etmişlerdir” (1)
Dikkat edersek bu örnekte insan faktörünün ölçme ve tanıma hususundaki yetersizliğine dikkat çekilmiş. İnsanlar doğru ölçülerden yanlış çıkarımlarda bulunabilirler. Nitekim Hariciler “Hüküm Allah’ındır” diyerek, doğru bir sözden yanlış çıkarım yaparak Hakem olayına rıza gösteren Hz.Ali’yi bile tekfir etmekten geri kalmamışlardır. Bir de ölçüleri yanlış olanlar vardır ki, onların ölçümlerinin doğru olma ihtimali çok zordur. Herhangi bir cismin ağırlığını terazi ile değil de el tartması ile bulmaya çalışanlar ancak çok kaba bir ölçü ile doğruya birazcık yaklaşabilirler. Ölçülen cisimde miligramlar önemli ise o zaman doğru sonuca asla ulaşamazlar. Ölçülen şey din hususunda Allah’ın emir ve yasaklarını tesbit etmek ise işte o zaman sonuçta o derece önemlidir. Yanlış bir sonuç ölümcüldür. Üstelik bedenleri değil, ruhları öldürür.
Ölçüleri Yanlış Olan Bir Güruh: Kâfirler.
Allah’ın emir ve yasaklarını kabul etmeyerek nefislerini ilâh edinen ve tağutları kendilerine rehber edinen inkârcı kâfirler, tercih ettikleri bu hayat tarzını doğru görürler. Hatta diğer insanları hataya nisbet ederler. Özellikle her hususta Kur’ân’ın emirlerine tabi olan müttaki müminleri gericilikle, dar düşünmekle, çağın gerisinde kalmakla suçlarlar. Doğru yaşam şeklinin kendilerininkinin olduğunu iddia ederler. Bunlar, Allah’ın yaratıcılığındaki muhteşem sanatı ve mükemmelliği itiraf ederler. İş onun emretme, hüküm koyma, insanlar için hayat tarzı belirleme hususundaki emirlerine gelince aynı teslimiyeti göstermezler. Hatta Allah’ın yöneticiliğini reddederek, hâkimiyeti kendilerine, önder edindikleri liderlere, toplumlara ve rejimlere tahsis ederler. Bu hususta Rabbimiz, terbiye edicimiz olan Allah(c.c.), yaratıcılığını kabul eden, fakat hüküm koyuculuğunu reddeden insanlara şu uyarıyı yapmaktadır; ”Dikkat edin, yaratma da O’nundur, emir de (Hüküm koyma) O’nundur”(Araf, 7/54). Aynı zamanda şu Âyette; “( Yaratıcılığını kabul ettiğiniz) O Allah buyuruyor ki; iki ilah edinmeyin, o şüphesiz tek bir ilahtır. O halde sadece benden korkun. Yer ve gökler O’nundur. Sürüp giden hayat nizamı (ile ilğili hükümler) da O’nun dur” (Nahl,16/51-52) diyerek; - Allah vardır ve yaratmıştır, diyenlere, o halde “Hayat prensiplerimizi de Allah belirler” kaidesini kural olarak bildirir. Fakat insanlar bu hususta tercihlerini nefislerinden ve şeytandan yana koyunca, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Yaptıklarının doğru olduğu fikrini beyinlerine yerleştirerek bâtıl inanışları için mücâdele verirler. Hatta bu yolda ölümü bile göze alabilirler. ”İnananlar Allah yolunda savaşır, küfredenler tağut yolunda savaşır” (Nisa,4/76) Âyetinde bu durum ifade edilir. Bâtıl inanışları ve hayat tarzlarının doğruluğuna öylesine inanırlar ki kendilerinin tercih etmiş hayat sistemlerinin, ideolojilerinin insanlık için kurtuluş reçetesi olduğunu şiddetle savunurlar, bunun dışındaki inançları yok etmeye çalışırlar. Çünkü ilk baştan kendileri için açık olan doğru tercihi reddetmişler, kalplerinin derinliklerinde olan tevhid akidesini örterek kâfir (Örtücü) olmuşlardır. İnandıkları gibi yaşamayarak, yaşadıkları gibi inanmaya başlamışlardır. İşte bu kâfirler bozuk hayat şartlarının ancak kendi ilkeleri, devrimleri ile düzeleceğini iddia ederler. ”Onlara, Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman, ‘Bizler sadece ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, fakat farkında değillerdir” (Bakara,2/11-12) Bu insanlar gerçekten yaptıkları çirkin fiilleri güzel zannederler, fesada sebeb olduklarının farkında, şuurunda değillerdir. İşte onların ruh halini en iyi bilen rabbimiz onların ne düşündüğünü bizlere şu Âyetle ne güzel bildiriyor ”Şu kadar var ki kafirlere yaptıkları işler güzel görünmektedir.” (Enam,6/122)
Bunlardan bazıları aynı zamanda Allah’a ve Âhiret gününe de inanırlar. Fakirlere yardım ederler, onları doyurup giydirirler. Okul ve cami yaptırırlar. Hayır dernekleri kurarlar. Kandil gecelerinde içki içmez, camilere giderler. Trafik lambalarında dilenenlere sık sık para verirler. İhtiyaç sahiplerine yardım için konserler düzenlerler. Ayrıca kedi ve köpekleri de çok severler. Ve tabii ki bu davranışlarıyla cenneti umut ederler. Ebedi âhiret mutluluğunu en yakın kendilerinde görürler. Çünkü onların kalpleri temizdir! Artık bu kadar amel onların cennete girmesine yeter de belki de artar bile! Düşünceleri budur. Fakat durum hiç de onların düşündüğü gibi değildir. Tağutları, Allah’ın hükümlerinin yerine geçmek üzere hüküm koyanları reddetmeyen kimselerin imanını Allah(c.c.) asla kabul etmemektedir. İman hem Allah’ın yaratıcılığına, hem de hüküm koyuculuğuna inanmaktır. Aynı zamanda da bütün insan ürünü olan kanun ve ideolojileri reddetmekte imanın en başında gelir. (Bakara, 2/256)
YAPTIKLARI AMELLERİ (İBADETLERİ) VE
HARCAMALARI (İNFAKLARI) BOŞA GİDENLER
Tağutları reddetmeyen kimselerin sözde Allah için yapmış oldukları hayır türünden harcamalarıyla ilgili olarak Allah(c.c.) Kur’an’da şu benzetmeyi yapmıştır. “Onların bu dünya hayatında harcadıkları şeyin örneği; kendilerine zulmeden bir kavmin ekinlerine isabet eden soğuk ve kavurucu bir rüzgara benzer. Oysa Allah, onlara zulmetmemiş fakat onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir”(Âl’i imran,3/117) Bu âyet-i kerimede Allah(c.c.) kâfirlerin, mü’minlerin ameline benzeyen hayır türünden harcamalarını ve infaklarını, boşa giden, mahsul vermeyen bir uğraşa benzetir. Görüntü itibarı ile onlarda aynı işi yaparlar. Aynı tohumu ekerler. Gübrelerler, sularlar. Hatta ekinleri belli bir dereceye kadar büyür.
Fakat iş mahsul almaya yaklaşırken onların ekinlerini soğuk ve kavurucu bir rüzgâr yok eder. Neden? Çünkü onlar, ekinlerini yanlış yere ve yanlış zamanda ekmişlerdir. İşi ilmine göre yapmamışlardır. Ziraat Mühendisinin onlara verdiği talimatlara riÂyet etmemişler, ilimsiz amel etmişlerdir. Bu sebeple suç mühendisin değil, kendilerinindir. Onlar mahsul alamadıkları gibi ellerindeki tohumluk buğdaylardan da olmuşlardır. Sermayeleri de kaybolmuştur. Kendilerine mal olarak, verilen sağlık, para, evlat, ilimle birlikte, “hayat” sermayelerini de ziyan etmişlerdir. Allah onlara zulmetmemiş, onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir. İşte kâfirler de asıl yapmaları gereken” iman etme” görevlerini yerine getirmedikleri, Allah’a hüküm koymada ortaklar kabul ettikleri için suçları çok büyüktür. Bu hususta Allah(c.c.) bir Âyet-i Kerimede; “Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz, bunun dışındakilerden dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa büyük bir günahla iftira etmiş olur”(Nisa,4/48) buyurur. Bu insan, ampulü bulan Edison da olsa, Allah Rasûlü’ne(s.a.v.) yardım eden Ebu Tâlib de olsa, kuduz mikrobunu keşfeden ve tedavi eden Pastörde olsa, insanları doyuran, onlara yardım eden, onları barındıran ve giydiren kişiler de olsa asla cennete giremeyeceklerdir. İsterse bu insanlar çok büyük topluluklara iş imkânı sağlayan adaletli işverenler olsun, isterse merhamet adına katledilen hayvanlara yardım eden, onları koruyan, onlara barınak temin eden hayvan severler olsun, durum değişmez. İman etmeyen bir insan ne kadar iyilik yaparsa yapsın bu yaptıkları ona cenneti kazandırmadığı gibi, onun binlerce sene uzaktan duyulan güzel kokusunu bile duyamazlar. Ancak içinde ebedi olarak kalacakları cehennemdeki azap derecelerini hafifletir. Tabii ki insanlara zulmeden, onları öldüren, onların haklarını yiyen, işkence eden kâfirler yedi kat olan cehennemin azabı en şiddetli olan en alt tabakalarında yer alırlar. Onlar için çok şiddetli azaplar vardır. Onlar cehennemin kuyularındadırlar. İyilik yapan kâfirlerin misali bir fabrikada işe başlayıp kendisine üretim ile ilgili görev verilen bir kişinin bu görevi yapmayarak gidip kendi başına yolları süpürmesi, lavaboları temizlemesine benzer. Yaptığı iş görüntü itibarı ile elbette güzel bir iştir, temizliktir, diğer insanlara hizmettir. Fakat fabrika sahibi kendisini yine de kınar. O bu durumunu devam ettirirse ücret alamadığı gibi bir de işten atılır. Çünkü onun asıl görevi imalâttır. İşte insanlara dünyada faydalı işler yaparak onların dünya hayatlarını kolaylaştıran, güzelleştiren insanlar asıl yapmaları gereken ve insanlar için hayatiyet arz eden o malı üretmedikleri için ceza görürler. Onların asıl görevi, yeryüzündeki zulmü yok ederek adaleti hâkim kılmaktır. İnsanların geçici dünya hayatlarını süsleyerek, ebedi olan âhiret hayatlarını harap edenler asla iyi insan olamaz. Allah onları sevmediği gibi biz de onları sevmeyiz, sevemeyiz. İçinde bulunduğumuz tağuti rejimlerin biz Müslümanlara yapmış oldukları kolaylıklar, iyilikler de onları iyi rejim ve yönetim yapmaz. Onları sevmemize sebep olamaz. Çünkü Rabbimiz Allah (c.c.) Kur’ân’da; “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir toplumun; babaları, oğulları, kardeşleri veya yakın akrabaları dahi olsa, Allah’a ve Rasûlüne muhalefet eden kimseler için bir sevgi beslediklerini göremezsin”(Mücadele,58/22) buyurmuştur. Bu kimseler bize en yakın, bize en çok iyilik eden, bizi en çok seven kimseler bile olsa kalbî sevgiyi yasaklamıştır. Ancak onlara merhamet etmek, minnet duymak, hoşgörülü olmak, şefkat duymak gibi duygularımızı sonuna kadar gösterebiliriz. Onların kâfir olması onlara iyi davranmamıza, yüzlerine gülmemize, onlara hizmet etmemize engel değildir. Tam tersi eğer onlar İslâm düşmanı değillerse onlara en güzel davranışlarımızla hizmette bulunmak, onlara tebessüm etmek, iyiliklerde bulunmak, ziyaretlerine gitmek, dertlerine ortak olmak teşvik edilmiştir. Bu hususta İmam Kurtubi Mücâdele Suresi 22. Âyetin tefsirinde Es-Suddî’den şu nakli yapar. Es-Suddî dedi ki; Bu Abdullah b. Ubey’in oğlu Abdullah hakkında inmiştir. Bir gün Peygamber (sav)’in yanında oturdu. Peygamber bir su İçti, ona;”- Allah aşkına ey Allah’ın Rasûlu, şu içtiğin sudan bir miktar arttır, onu gidip babama içireyim. Belki onunla Allah kalbini temizler” dedi. Bunun üzerine Peygamber ona biraz su arttırdı. Abdullah da bu artanı babasına götürdü. Babası kendisine; “-Bu da ne?” diye sorunca, oğlu;”- Peygamber (sav)’ın içtiği sudan bir artıktır. Sen içesin diye bunu sana getirdim, belki bununla Allah senin kalbini arındırır”, dedi. Babası ona;”- Bunun yerine niye bana annenin sidiğini getirmedin? O bundan daha temizdir”, dedi. Oğlu bu işe kızdı ve Peygamber (sav)’a gelerek;”-Ey Allah’ın Rasûlu” dedi. “-Babamı öldürmeye bana izin vermez misin?” Peygamber (sav);”- Hayır, ona yumuşak davran ve ona iyilik yap” dedi.
“Küfredenlerin amelleri ise dümdüz çöldeki serap gibidir. Susuz kalmış insan onu su zanneder; fakat oraya gelince hiçbir şey bulamaz.”(Nur,24/39) Bu Âyet-i Kerimede de kâfirlerin amellerinin, yapmış oldukları iyiliklerinin, dümdüz ve sıcak bir çölde o anda insanın en çok ihtiyaç duyduğu, en önemli madde olan suyun hayaline benzetiliyor. Kâfir Ona umutla gider, fakat yanına varınca bir de bakar ki boş. Hiçbir şey yok. Sadece sıcak ve kavurucu kumlar. Aslında o susuzluğunu gidermeyi ve serinlemeyi umut etmişti. Umutları boşa çıkmıştır. Çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadığı gibi artık yeni bir umudu da kalmamıştır. Çünkü orası âyette belirtildiği üzere “dümdüz”dür. Tek bir tepe yoktur ki arkasında su hayal etsin, tek bir çukur yoktur ki dibinde su bulmayı umut etsin. Tüm umutları tükenmiş ve çaresiz olarak çölün sıcak kumlarında kavrulur. Susuzlukla beraber umutsuzluğun karanlıklarında âciz ve çaresiz kalır. İşte bu tip insanları anlatan başka bir Âyet “ Amel bakımından âhirette en çok hüsrana uğrayan kimseleri size bildireyim mi? Onların dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı.”(Kehf,18/103-104). Allah(c.c.) biz Müslümanları bu duruma düşmekten muhafaza etsin. Dünyada birçok insan kendisinin en doğru yolda olduğunu iddia etmekle birlikte, cennete girenlerin de kendileri gibi düşünen ve hareket eden insanlardan olacağını söylemektedirler. Ancak Allah(c.c.) hayat rehberimiz Kur’ânda; “Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder”(Maide,5/27) buyurmuştur. Bu Âyette Âdem (a.s.)’in iki oğlu da kurban vermiş ancak Allah bir tanesinin kurbanını kabul etmişti. O da İman eden ve Allah’a teslim olan Hâbil’di. Kâbil ise Allah’ın hükmüne râzı olmayarak ona âsi gelen bir kimse idi. Allah zalimlerin amellerini kabul etmez. Onlar karanlıklar içinde kalmış, nereye gittiğini ve gideceğini bilmeyen kör ve sağır insanlardır. Onlar neredeyse burunlarının ucunu dahi görmekten âciz kimselerdir. Onlar için Allah(c.c.) yukarıda zikrettiğimiz ”Onların amelleri dümdüz çöldeki serap gibidir” âyetinden sonra şu tanımlamayı yapar ve âyetler devam eder; “Ya da (onların hâli) derin bir denizin karanlıklarına benzer. Onun üstünde dalga üstüne dalga vardır. Üstünde de bir bulut. Birbiri üstüne karanlıklar. Elini çıkarsa neredeyse onu bile göremeyecek.”(Nur,24/40) Âyeti tefekkür edersek şu incelikleri görebiliriz. Denizin derinlikleri karanlıktır, ürperticidir. Denizin durgun hâlinde bile durum böyle iken bir de kat kat dalgalı olduğu ve havanın kapalı olduğunu, denizin üzerinde kara bulutlar olduğunu düşünün. Böyle bir havada denizin derinlikleri gerçekten karanlıktır. Karanlık üstüne karanlık. Hava güneşli olsa bile dalga üstüne dalga denizin dibini daha da karanlık yaparken siz bir de bu durumu kapkara bulutların güneşi örttüğü zamanda hayal ederseniz ortaya neredeyse zifiri karanlıklar çıkar. İşte kâfirlerin de durumu aynen böyledir. Onlar kendi uzuvlarını bile görmekten âciz iken, kendileri bile karanlıklar içinde kalmış yol bulmaktan yoksun kimseler iken nasıl başkalarına yol göstersinler? Allah(c.c.) böyleleri için; “Ölü iken dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında, vasıtasıyla yürüyeceği bir ışık verdiğimiz kimsenin durumu, hiç içinden çıkamayacağı karanlıklar içinde kalmış kimse gibi midir? Şu kadar var ki kâfirlere yaptıkları işler güzel görünüyor”(Enam,6/122) buyurmaktadır. Müminlerin kılavuzu, yol göstericisi Allah’tır. Kıyamete kadar değişmeyecek olan yaşam kılavuzumuz Kur’ân’ı Kerim mü’minler için küfrün karanlıklarından, vahyin aydınlığına çıkaracak olan bitmez ışık kaynağımızdır. Her hususta, ibadetlerde, miras hukukunda, ceza hukukunda, alış veriş muamelelerinde, devletlerarası ilişkilerde, evlenme, boşanma gibi her alanda Kur’ân’a, onun hükümlerine teslimiz. Onun dışında ne kadar sistem, ideoloji, hayat tarzı varsa hepsini reddederiz. “Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfredenlerin velileri ise tağuttur. Onları aydınlıktan, karanlıklara çıkarır.”(Bakara,2/257)
Yeryüzünde insanların çoğu Allah’a ve Ahiret gününe inanmakla beraber her insan kendisine bir Allah inancı ve yaşam tarzı oluşturmuştur. Hindistan’da İnekleri kutsal görenler dahi onları ilâh kabul etmemekte, sadece Allah’a yaklaştırıcı, bereketi simgeleyen bir unsur olarak görmektedirler. Putlara tapan Mekke müşrikleri Allah’a inanıyorlardı ve putları Allah’a yaklaşmakta bir aracı, vasıta olarak görüyorlardı. “Hâlis (katıksız) din yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka veliler (dostlar) edinenler (şöyle derler:) “Biz, bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.”(Zümer,39/3) Günümüzde de Allah’a inanan komünistler, sosyalistler, liberaller, demokratlar, kemalistler, lâikler, bizantistler vs. ne kadar ideoloji varsa bunların âhiret için yapmış oldukları harcamalar ve ameller Allah indinde asla kabul edilmeyecektir. Biz Müslümanlar için de durum, doğru inancımızı korumadığımız müddetçe bundan farklı değildir. İman etmek çok kolay, onu korumak çok zordur. Bu hususta Allah(c.c.) biz iman edenlere şu hitabı yapmaktadır; “Ey iman edenler, Allah’tan hakkıyla ittika edin ve ancak Müslümanlar olarak ölün.”(Âl’i imran,3/102) “İttika” ilimle beraber yapılan inanç ve amellerdir. (2)
Bu âyette Allah(c.c.) iman edenlere hitab ederek; “Sadece iman etmekle kalmayın, takva üzere, ilim üzere bir yaşantınız olsun, bu yaşantıya ulaşmak da yetmez, son nefesinize kadar da bu hâl üzere kalın, imanızı sonuna kadar koruyun” emrini vermektedir. Hz.Ömer bile cennetle müjdelendiği halde kendisine;”- Neden çok ibadet ediyorsun? sen cennetle müjdelendin” diyenlere, “ – O zamandan beri birçok olaylar geçti” diyerek, kalplerin değişebilme, bozulabilme tehlikesine işaret etmiştir. İman edenlerin takva üzere yaşamaları, Allah’tan hakkı ile korkmaları ve son nefeslerine kadar bu hâl üzere kalmalarının formülü de bir sonraki âyette bildirilmiştir. “Allah’ın ipine (İslâm cemaatine) sımsıkı sarılın”(Âl’i imran,3/103)” İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten nehyeden bir topluluk bulunsun.”(Âl’i imran,3/104) Küfürden, şirkten, sapık fikirlerden ve bozuk inanışlardan korunmanın yolu cemaattir. Müslümanlarla beraber olup, İslâm fıkhına göre şekil almış bir toplulukla beraber dini yaşamak kurtuluş reçetemizdir.
Amellerimizin soğuk ve kavurucu bir rüzgâr tarafından yok edilmesini istemiyorsak... Sıcak ve kavurucu çöllerde(mahşerde) serap görerek hayal kırıklığını ve umutsuzluğu yaşamak istemiyorsak... İmanımızı son nefese kadar hakkı ile korumak istiyorsak, dinimizi Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) tarif ettiği gibi cemaat halinde yaşamalıyız. “Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder.”(Maide,5/27)
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) İmam Gazali, ihyâ-u Ulûmi’d-dîn; 4.cilt sh.15
(2) Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak dini Kur’ân Dili,Bakara 40-41 tefsirinde.
İbrahim Dönertaş.