Ahirete İnanmanın İnsan ve Toplum Bakımından Önemi
İnsan, toplum içinde yaşayan bir varlıktır. Durum böyle olunca insan için geçerli olan hususlar toplum için de geçerlidir. Bunun için tek bir insana yönelik alınan tedbir veya uygulamada bile toplumun tamamının gözetilmesi gerekir.
Çünkü bir uygulama, sözü edilen kişi ile sınırlı kalmaz içinde bulunduğu bütün toplumu etkileyecek bir boyuta ulaşabilir. Bu yüzden Kur’an’da insanın zikredildiği yerlerde aslında toplumun bütününe yönelik bir hitap bulunduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Zira toplum insanlardan oluştuğu için her bir fert toplumu temsil etmektedir. Bir toplumda bir ferdin kötü olması bütün bir toplum için tehlike arz edebilmektedir. Bu yüzden de tehlikeli kişiler ya cezalandırılmakta veya hapsedilmek suretiyle hareket alanları kısıtlanmaktadır.
Yüce Allah kötülerin kötülüklerinin önlenmesi için uyarıcı olarak peygamber göndermiş ve kitap indirmiştir. Yapılan uyarıların bedellerinin ödenme yeri olarak ahiret hayatı gösterilmiştir. Nasıl ki dünya hayatında kanunlar ve kurallar, birtakım cezai yaptırımlarla güvence altına alınıyorsa ilahî emir ve yasaklar da ahiretteki mükâfat ve mücazat ile garanti altına alınmıştır. Ahiret hayatı ile Yüce Allah hem fert hem de toplum için bir otokontrol mekanizması kurmuştur.
Ahiretin varlığının önemini kavramak için öncelikle insanın yaratılışının ve özelliklerinin bilinmesi gerekmektedir. Hiçbir varlık bir hikmet ve gaye gözetilmeksizin boş yere yaratılmış değildir. Evrendeki varlıkların en şereflisi olan insanın da bir hikmet ve gaye ile yaratılmış olduğu açıktır. Bu doğrultuda Allah’ın “İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyame, 75/36.) uyarısı insanın kesinlikle boş yere yaratılmadığını ve kendi başına bırakılmayacağını ifade eder.
Nitekim “Biz insanları ve cinleri ancak bize kulluk etsinler diye yarattık.” (Zariyat, 51/56.) ayeti de insanın yaratılış gayesini bize bildirir.
Yaratılış gayesini yerine getirebilsin diye Yüce Allah, insanı akıllı ve iradeli bir varlık kılmıştır. Ancak insanın aklı ve iradesi iyi yönde de kötü yönde de çalışabilmektedir. Sözgelimi bir insan Allah’ı bırakıp başka tanrılar edinebilir veya şeytana uyabilir. “Onlar Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böylelikle onlar hidayet üzere olduklarını sanıyorlar!” (A’raf, 7/30.) “De ki: Amelleri boşa gidenleri size haber vereyim mi? Onlar iyi işler yaptıklarını sanıyorlar ama onların dünyadaki yapıp ettikleri boşa gitmiştir.” (Kehf, 18/104.)
İnsanı yanılgıya iten şehevi arzuları, biriktirdiği mal ve mülkün gözünü kamaştırması, sahip olduğu kadın ve çocukların onu ne oldum sevdasına düşürmesidir. Bunun sonucunda insanoğlu biriktirdiği mal ve mülkün kendisini ebedî kılacağını bütün bunlar sayesinde hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini zanneder; öldükten sonra da kemiklere ve yok olan et ve derilerine bakıp bu dünya dışında bir dünyanın olmadığı, zaten bu çürümüş kemiklerin toplanıp bir araya getirilmesinin de imkânsız olduğu vehmine kapılır. (bk. Âl-i İmran, 3/14; Hümeze, 104/2-3; Kıyame, 75/3.) Hâlbuki insan, yukarıda belirtildiği gibi özel bir amaç doğrultusunda yaratılmış, kendisine doğru yol gösterilmiş ve yanlış yollara gitmemesi tembih olunmuştur. Bu buyrukları güvence altına almak için özellikle ahiretin varlığı hatırlatılmıştır. (İbn Rüşd, el-Keşf an Menâhici’l-edille (Lecnetü İhyaü’t-Turâsi’l-Arabî, Felsefetü İbn Rüşd içinde), Beyrut 1402/1982, s. 134.)
Verilen görevi yerine getirsin, çizilen hedefe ulaşsın diye insanoğluna bedenî ve ruhi birçok imkânlar tanınmıştır.
Üstelik bütün bir evren ona musahhar kılınmış, adeta emrine verilmiştir. Güneşin aydınlık, gecenin dinlenme, yıldızların yol ve yön tayin etme araçları kılınması; yağmurlarla türlü yiyeceklerin bitirilmesi, otlaklarda beslenen hayvanların etlerinden, sütlerinden istifade edebilme yeteneğinin verilmesi insana tanınan tabii imkânlardır. (bk. En’am, 6/95-99.)
İnsana tanınan bu imkânların karşılığında birtakım sorumlulukların yüklenmesi, olması gereken bir husustur. İnsanın bu sorumlulukları da dış zorlama ve yönlendirme ile değil, kendi irade ve niyetine göre yerine getirmesi gerekir.
Çünkü Allah, akıllı ve iradeli yarattığı kulundan gönülden bir yöneliş bekler. Başkasının zorlaması ile yapılan yöneliş, Allah’ın istediği ve razı olduğu bir şey değildir. Bundan dolayı Yüce Allah “Biz ona doğru yolu gösterdik, ya şükreden olur ya nankör olur.” (İnsan, 76/3.) buyurarak insana hem beklentisini bildirmekte hem de ona sınırlarını göstermektedir.
Çünkü insanın şükretmenin dışında yapabileceği şey nankör olmaktır, dönüp dolaşıp geleceği yer de göklerin ve yerin sahibi Allah’ın huzurudur. (bk. Nur, 24/42.)
Kendisine verilen iradeyi kötüye kullanan ve yükümlülüklerini yerine getirmeyen kişi için de, bir cezanın takdir edilmesi adaletin yerini bulması için gereklidir. Gözlemlerimiz ve deneyimlerimiz bu cezanın bu dünyada tam olarak gerçekleşmediği yönündedir. Öyleyse mazlumun ve mağdurun hakkını alabilmesi, adaletin yerini bulması ve zalimin zulmünün yanına kâr kalmaması için bir hesaplaşma ve karşılık gününün olması gerekir. Böyle bir günün olması ihtimal dışı olmadığı gibi, insan için sürpriz de olmamalıdır. Çünkü Allah Teala gönderdiği peygamberler vasıtasıyla açıkça bunu bildirmiştir.
Ahiretin varlığı aynı zamanda toplum hayatının düzeni için de gereklidir. İyi insanlardan oluşan toplumun iyi ve düzenli bir toplum olacağı aşikârdır. İnsan nasıl ki, dünyevi geleceğini garanti altına almak için birtakım planlar yapıyor ve çalışmalar yürütüyorsa, ahiret hayatını garanti altına alabilmek için de hem kendine hem de topluma yönelik çalışmalar yürütmesi gerekir. Nitekim Asr suresinde insana bireysel olarak inanıp iyi işler yapmasının yanında toplumsal boyutta hakkı ve sabrı tavsiye eden bir davranış içinde olması emredilmektedir.
Hayat bu dünyadan ibaret değildir. İbn Haldun’un dediği gibi, insan için bu dünyanın son olması, yaratılmasının abes olması anlamına gelirdi. Eğer ölüm bir yokluk ise insanın geleceği yokluk, gidişi yokluğa doğrudur ve hâlihazırdaki varlığı da anlamsızdır. (İbn Haldun, Mukaddimetü İbn Haldûn, nşr. Ali Abdulvâhid Vâfî, Kahire 1401/1981, III, 1093.)
Öte yandan insan hem kendisi hem de çevresi hakkında düşünen, kaygı duyan, plan ve program yapan bir varlıktır.
Bu insanın en temel özelliğidir. Bu özellik ona ahiret hayatını bilsin, hatırlasın ve ona göre hazırlansın diye verilmiştir. Aksi durum yani ahiretin olmaması, insanın bu özelliğinin boş ve gereksiz olması; insanın bin bir emek sarf ettiği, çile çektiği, türlü eziyetlere katlandığı ve üzüntüler içinde kıvrandığı bu dünya hayatında, hayvanlara eşit veya onlardan daha kötü bir pozisyonda olması anlamına gelir. Çünkü “dünya karar yeri değil, bir uğrak alanıdır.” (Ali b. Ebû Tâlib, Nehcü’l-belâğa (nşr. Subhî Sâlih), Beyrut 1982, s. 493.) Hâlbuki insan ebediyet için yaratılmıştır. (Râgıb el-Isfahânî, Tafsîlü’n-neş’eteyn ve Tahsilü’s-seâdeteyn, Beyrut 1408/1988, s. 197-198.) Ededî hayatını da kişi, eşi, dostu ve bilumum yakınları ile geçirmek ister.
İnsanın bir başka özelliği de toplum içinde yaşamasının bir gereği olarak adaletin tam olarak gerçekleşmesi arzusudur. Ahirette kişilere takdir edilecek ceza tam da bu adaletin gerçekleşmesi içindir.
Adalet genellikle “bir şeyi yerli yerine koymak” ve “layık olduğu değeri vermek” şeklinde tanımlanır. Suçlunun yeri cehennem ise onu oraya koymak adalettir. Dünyada suç işleyenlerin özgürlüklerinin kısıtlanarak hapishaneye konması nasıl doğru ise ahirette de cehennem aynı şekilde değerlendirilmelidir. Bu aslında suçluya gereken cezanın takdir edilmiş olması anlamına gelir. Aksi takdirde suçlu ile suçsuzun eşitlenmesi gibi bir adaletsizlik ortaya çıkar.
İnsanlar her ne kadar belirli bir süre yaşıyorlarsa da işledikleri suç, işlendiği zaman dilimi ile sınırlı değildir. Her ne kadar suç, kısıtlı bir süre içinde işlenmiş olsa bile, mahiyeti bakımından incelendiğinde, bazı suçların zaman ve etki alanı itibarıyla son derece geniş sonuçlar doğurduğu bir gerçektir. Nitekim doğurduğu sonuçlar dikkate alındığında, her ne kadar suçlu kısıtlı bir zaman dünyada kalıyor olsa da, işlediği suç bütün zamanları aşan bir etkiyi ve sonucu doğurabilmektedir. Şirk ve küfür işte böyle bir suçtur.
Yüce Allah rahmeti gereği hiçbir kulunun cehennemde olmasını istememiş, bunun için de peygamberler ve ilahî kitaplar aracılığı ile uyarılarda bulunmuştur. Bütün bunlara rağmen suç işleyen kuluna ceza takdir etmesi de adaleti gereğidir. Bu aynı zamanda mağdurun ve mazlumun yüreğinin rahatlamasını sağlayan bir tedbirdir.