Başkasının Ölümü
“İş bu söze Hak tanıktır
Bu can gövdeye konuktur.
Bir gün ola çıka gide
Kafesten kuş uçmuş gibi.”
(Yunus Emre)
Ömür sermayesinin tükenişidir ölüm. Ömür sermayemizin ne kadar olduğunu bilemeyiz ama sanki hiç bitmeyecekmiş gibi tüketiriz hayatı.
Ömürde bereket bize, tükeniş ise başkasına mahsusmuş gibi yaşarız. Çevremizde genç yaşlı ölenlerin tamamı başkasıdır. Ölüm, haber bültenlerinin neredeyse sıradanlaşan kaza anonsu, gazetelerin üçüncü sayfa haberi ya da tanıdıklarımıza taziyelerimizi iletme sebebidir.
Eğer ölen aileden biri ise veya can dostumuzsa yüreğimizden bir şeyler koptuğunu hissederiz. Bu durumda ölüm bizi teğet geçmiştir ve ölen yine yakınımız da olsa bir başkasıdır.
Kimse ölümü üzerine kondurmak istemez. “Faraza ölürsem” diyerek vasiyetname bırakmak isteyenlere yakınları “Ağzını hayra aç” sözü ile çıkışırlar. Şu anda hayatta olan bizler, hayatımızda hiç ölmemiş kimseler olarak ölümün ciddiyetini göz ardı ederek yaşama kolaycılığını tercih ediyoruz, ölümü anlatan kişi, olay ve yazıları anlamaya çalışmak da işimize gelmiyor, ölümü bizzat tecrübe etmiş olanlara da zaten sorma imkânımız yok.
Çocuklar için ölüm bir oyun ve eğlencedir. Plastik tabancalarla birbirlerini onlarca kez öldürürler. Bilgisayar oyununda da ölmeleri sorun değildir. Birkaç canları daha vardır zira. Daha da olmazsa oyuna yeniden başlarlar. Gençlerin öyle hayalleri vardır ki bir ömre sığmaz, ölüm ise hiç gündemde değildir. Genç ölümlerinin trajik bir hikâyesi vardır ve bu hikâye, ilgili şahısla birlikte sona ermiştir. Orta yaşa gelmiş olanlar ölümü, vefat eden anne baba, eş, dost, akraba ve arkadaşların aile, çevre ve toplumda bıraktıkları boşluk sebebiyle üzerinde düşünmeye değer bir konu olarak ele alırlar. Ancak hayatın koşuşturması bu konuda fazlaca düşünmeye fırsat tanımaz. Yaşlılar ise ölümü yakın bir ihtimal olarak görseler de, hayat boyu çok çalıştıklarını, yorulduklarını ve kâfi miktarda dinlenmeye hakları olduğunu, emekliliğin tadını çıkarmaları gerektiğini düşünürler. Her ne kadar en çok yaşlılar ölse de, her yaştan ölenlerin olduğunu, ölümün yaşlılara mahsus bir vaka olmadığını tasavvur ederler. Gerçekte herkese yakın olan ölümü herkes bir şekilde kendisinden uzaklaştırmaya çalışır.
Üstat Necip Fazıl şöyle der:
“Yağız atlı süvari koştur atını koştur
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.”
Ölüm vakasından ziyade ölümün sebebi ve ölenin sosyal statüsü üzerinde daha çok durulur. Bir trafik kazasında genç bir babanın hayatını kaybetmesi, geride bıraktığı yetimler dolayısı ile trajik bulunur. Çukura düşerek ölen çocuk için de yüreklerde şefkat menşeli bir sızı oluşur.
Vatani görevini yapan askerimizi kendimize yakın bulduğumuz için şehit cenazeleri yüreğimizi parçalar. Aynı yaşta hastalıktan vefat edenin yakınları ise, israf olduğu düşünülen gençliğe yanarlar sadece. Eğer, ölümün sebebinden ziyade kendisi ile ilgili olsaydık, belki de kendimizi ölüme bu kadar uzak hissetmeyecektik. Zira ölüm vakası doğrudan yaşayanlarla ilgiliyken, ölümün sebebi başkası ile ilgilidir. Bu durum, ölümün de başkasına ait olduğu yanılgısına götürür insanı.
Minarelerden yükselen sala başkasının ve musallada yatan ölü de hep başkasıdır. Her gün duymaya alıştığımız için sıradanlaşan cenaze salaları, birçoğumuz için ölümün habercisidir sadece. Müezzinin için için verdiği sala yalnızca ölenin yakınlarını hüzünlendirir. Sala, ölüm vakti gelmiş yaşlı veya hastanın ve ölümü hak etmiş bir şahsın ölüm haberi olarak telakki edilir. Oysa her sala verişte ölen başkası olsa da her nefes alışta ömrü tükenen bizleriz. Verilen sala, sadece vefatı haber verilen mevtanın salası değil, aynı zamanda tükettiğimiz nefes ve geçen ömrün de salası hükmündedir. Salayı bu duygu ve düşünce içinde dinlediğimizde hayatımızın kalan kısmının değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Öğlen ya da ikindi vaktinde merkezî camilere gitmişsek, namaz sonrası hoca efendi, “Er kişi/hatun kişi niyetine” diyerek cemaatin cenaze namazına hazırlanmasını ister. Zamanımız varsa sevabını kazanalım diye uyarız hoca efendiye. Binlerce insanın yaşadığı bir şehirde elbette her gün doğumlar da ölümler de olacak, diye düşünürüz. Bu hoca efendi günün birinde benim de cenaze namazımı kıldırır, diye düşünenimiz çok azdır. Muhtemelen namazını kıldığımız merhum da bu günü pek öngörmemişti. Eğer ölüm gerçeğini unutmayan biriysek, benim şu anki şahitliğimi günün birinde de bu cemaat benim hakkımda yapacak, diye düşünmekten kendimizi alamayız.
Bu yazıyı kaleme almama, süratli araba kullanan ve işini dikkatsiz yapan bir kişiden duyduğum şu söz sebep olmuştur: “Kötüye bir şey olmaz, iyiyi de Allah korur.” Buna göre her gün trafik kazalarında ölenler kötü de değildir iyi de. Onlar sadece takdir olunmuş bir kazanın kurbanıdırlar. Ağır bir trafik kazası, şiddetli bir deprem veya tehlikeli bir hastalık ve kıl payı hayatta kalma imkânı… Birini öldüren sebep başkasını öldürmeyince ölüme karşı bağışıklık duygusu gelişiyor, bana bir şey olmaz düşüncesi kolayına geliyor.
Ölümü düşünme (rabıta-i mevt), birçoğunun huzurunu kaçırıyor. Can sıkıcı düşüncelere dalmaktansa, bu beni ilgilendiren bir konu değil diye düşünmek işine geliyor insanın. Her gün öleceğime bir kere ölürüm, diyor belki de. Doğrusu ölümü düşünmekle onu çabuklaştırmış olmuyoruz aksine ölüm düşüncesi hayatı daha da anlamlandırıyor ve dünyaya bağlılığımızı azaltıyor.
Ölümü düşünmemekle ölümden kaçabileceğini sananları Allah Teala şöyle uyarıyor:
“De ki: Haberiniz olsun, o kaçıp durduğunuz ölüm, muhakkak gelip size ulaşacaktır. Sonra, gizliyi de aşikârı da bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O size neler yaptığınızı haber verecektir.” (Cuma, 62/8.)
Hayatı anlamayanlar, ölümü anlamayı arzu etmezler, der Tolstoy. Ölüm düşüncesini pas geçenler, hayatın akışına kendisini kaptırmış ve güncel olaylar karşısında aktör değil faktör olanlardır. Sanki ev, dükkân ve arabayı sigortalatır gibi hayatı da ölüme karşı sigortalatmıştır. Ölümün kol gezdiği bir dünyada hayatın geçici teminatlarına güvenilir mi hiç?
Dr. Elisabeth Kubler Ross, ölümcül hastalıklara yakalanmış olan hastalarıyla yaptığı görüşmeleri “Ölüm ve Ölmek Üzerine” isimli kitapta toplamış, yaptığı incelemede şu sonuca varmıştır: Öleceğini hisseden insanlar ölüme karşı şu duyguları hissediyorlar:
Yadsıma, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. (Ahmet Deniz, Ölüm Son Değil, 3. baskı, Ankara 2005.)
Önce, hayır, olamaz, doktor tahlillerinde hata olmalı, şeklinde sorgulamalar… Sonra, “İyi de neden ben? Daha benim yaşıtlarımdan çoğu yaşıyor.” tepkileri... Bilahare bazı adaklarla zaman kazanma hamleleri…
Eğer ömrüm yeterse hacca gideceğim, okul yaptıracağım, öğrenci okutacağım vs. vaatleri... Dr. Ross, dördüncü safha olarak depresyonu zikretmiş ama bizce kâmil iman sahibi bir mümin, ölüm duygusu sebebi ile depresyona girmez, girmemelidir. Kâmil iman sahibi bir mümine, veren de O, alan da O, şeklinde tam bir teslimiyet göstermek yakışır. Dr. Ross’un “kabullenme” olarak nitelendirdiği beşinci safhanın adını biz teslimiyet olarak değiştiriyor ve teslimiyeti ilk sıraya yerleştiriyoruz. “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz (İnna lillahi ve inna ileyhi raciun) (Bakara, 2/156.) ayetine iman etmiş bir mü’min, henüz ölümün açık ve yakın alametleri belirmemiş olsa bile teslimiyeti başa alır. Zaten teslimiyetin olduğu yerde yadsıma, öfke ve pazarlığa yer yoktur.
Bütün yollar ölüme çıkıyor. İnsan ölümü unutsa da ölüm insanı unutmuyor. Herkes bilir ki doğumla başlayan dünya hayatı ölümle sona erecektir. Doğum, ölümün ilk habercisidir. Aslında ölüm, doğum kadar hayatın doğal akışı içerisinde yer alır. Ölümün doğal sayılması değil vakayı adiyeden görülmesidir sakıncalı olan. Biz doğduğumuzda ağlıyorduk, ölünce güler miyiz, ağlar mıyız onu da ölünce göreceğiz.
Biz Müslümanlar, ölümün bir âlem değişikliği olduğuna inanırız. İyi bir insan öldüğünde, muhtemelen, “Burada bambaşka ve daha iyi bir dünya varmış, geride bıraktığım dostlarım için üzücü olsa da neticede onlarla bir süre sonra burada, berzah âleminde buluşacağız.” diyeceklerdir. Kötü insanlar ise, “Eyvahlar olsun bize, biz ölümü bir son sanırdık, ama hayat bir başka âlemde hâlen devam ediyor, hocaların ve dinî kaynakların söyledikleri doğruymuş demek ki, keşke bu günleri göreceğimize toprak olsaydık.” diyeceklerdir. (Nahl, 16/28, 32; Fussılet, 41/30-32; Enfal, 8/50; Furkan, 25/22; Mülk, 67/2; Ayrıca bk., Buhari, Rikak, 41, s. 97.)
Ölümle ilgili çok şey söylendi, inanan ve düşünenler ne demek istendiğini anladı fakat ölümle ilgili son sözü hiç şüphesiz Azrail söyleyecek:
“Dünya hayatın buraya kadar. Şimdi sonsuzluğa yürümek vaktidir.”