Dünyayı Gerçek Yurt Edinenlerin Ahirette Fakirlik Çöker Üzerlerine
Ne yazık ki benlik sevdamız, ruhumuzu tüm dişlileri ile sardı da, kendi cömertliğimizin musalladaki o hazin hâlini görüp yasını dahi tutamadık.
Biz varlık sahibi oldukça gönlümüzün o zenginlikleri silikleşti.
Yoktan var edenin adıyla…
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in oğulları Kabil ve Habil hadisesi, yoksul Karun’un ibretlik durumu üzerinden geçeli epey zaman oldu.
Geçen asırlar boyunca varlık sahibi olmanın yokluktan geçtiğini unuttuk. Yunus’un, “Dünya yalan kardeşim, dünya yalan! / Var mı yalan dünyada baki kalan. / Mal da yalan, mülk de yalan. / Var biraz da sen oyalan.” sözünü, mısraların arasında saklı kapaklı bıraktık. Şu dünya musallasına çıkarken heybemize en çok da neler alacağımız konusunda sağnak dolusu nisyana tutulduk. Bu dünyanın birer yolcusuyken, yolda gördüğümüz güzelliklerin cazibesine kapılıp, heybemizde duran sorumluluk yükünü bir kenara bıraktık.
Cennetin cömertler yurdu olduğunu unuttuk. (Tirmizi, Birr, 40.) Bizlere bahşedilen evlatlarımız ve mallarımız oynama ve oyalanmamız içinken, (Ankebut, 29/64.) bizler mirasçılarımıza ahirette faydası dokunmayacak süfli servetler bıraktık. Hz. Peygamberin, “bir babanın evladına bırakacağı en büyük servet terbiyedir.” (250 Hadis Diy. Yay. S. 116, 166 ve Tacu’l-Usul c. 5, s. 8, Beyrut 1961.) sözünü zaman zaman unutup, önceliklerimizi dünyevi işlere verdik. Bizler zenginleştikçe vicdanlarımız, hırslarımıza esir düştü. Gözlerimiz karardı, gönüllerimiz yaban düştü.
Şimdi kaldırıp başımızı, bakalım etrafımıza, uzatalım boynumuzu benlik penceremizden ve kalp gözlerimizle bakalım, baktığımız her yere. (Hac, 22/46.) Neden geldik biz bu dünyaya ve neden her köşede ıstırap dolu yürekler bir kurtarıcı bir sekinet (sükûnet) beklemekte. Ve biz kimin kullarıyız? Diye.
Ne yazık ki benlik sevdamız, ruhumuzu tüm dişlileri ile sardı da, kendi cömertliğimizin musalladaki o hazin hâlini görüp yasını dahi tutamadık.
Biz varlık sahibi oldukça gönlümüzün o zenginlikleri silikleşti. Biz sahip oldukça, o gönül insanları zihinlerimizde, doğu masallarında yaşayıp yaşamadıklarından bile haberdar olmadığımız kahramanlara dönüştüler.
Hatırımıza getirmeliydik, kendisine hastalık isabet eden her ferdin Hz. Eyüp’ün imtihanın bir şubesinde sınava girdiğini. Fakirliğin ve zulme uğramışlığın kol gezdiği Müslüman yurtlarında, tek umudun yine kendimiz olduğunu bilmeliydik. Maddi güç ve olanaklarımızın, ancak infak ettiğimizde en tesirli duaya dönüşebileceğini, bize birileri hatırlatmalıydı veya söylenegelene kulak kesilmeliydik. Her sabah kalktığımızda, imtihan kahramanı olan peygamberlerin uğradığı sıkıntılara kendi kabiliyetimiz ölçüsünde uğrayacağımızı tefekkür etmeliydik. Gözlerimiz nübüvvetin korkusuz, tevhidin sarsılmaz sancağını taşımalıydı. Çünkü bizler tuttuğumuzda tek bir olan Rabbin bayrağını, dünyadaki hiçbir Müslümanın bizim adalet duygumuzdan ötürü eza görmeyeceğine, Rıdvan beyatını gözlerimizin önüne getirerek iman etmeli ve inanmalıydık. Gerçekten inananların en üstün olduklarını hatıra getirmeliydik. (Âl-i İmran, 3/139.)
Hem unutmayalım ki, yüzlerimize dökülen aynı yağmurun suyu, üzerimize düşen aynı ağacın gölgesi ve aynı güneşin ışığı, aydınlatan bizi… Bizler ki, aynı kıblegâha yönünü çevirmiş, aynı Rabbe itaat etmiş, aynı membadan yardım dilemiş, aynı topraktan gelip aynı toprağa gidecek olanlarız. Peki, öyleyse kimden neyimizi sakındırıyoruz? Kime neyin üstünlüğünü kuruyoruz, gerçek üstünlük takvada iken?
Gelin yabancılaşmayalım şu sema çatısının altında birbirimize. Cennetten babamız Hz. Âdem çıkarıldığından beri, değişen tek şey:
Unuttuklarımız. Gelin tekrar hatırlayalım dünyadaki tüm adaletsizliklerin varlık hırsından dolayı olduğunu… Bilelim kişinin kendisine yetecek olandan fazlasını arzuluyor olmasının tul-i emel olduğunu. Hatırlayalım bizi biz yapan, insan yapan, nas yapan, kardeş yapan değerlerimizi.
Biz ki, insanlık çatısının bir zamandır sendelemiş ruhlarıyız. Haydi, ayıltalım birbirimizi. Paylaşalım, elimizdekini, gönlümüzdekini. Hiç kimseyi bulunduğumuz makam mevkiden ötürü küçük görüp de bir başkasına ondan daha fazla ilgi alaka göstermeyelim. Hz. Peygamberin bulunduğu kabileye olan aidiyeti sebebi ile değil; gönlündeki nübüvvet nuru ile bütün bir âlem-i İslam’ı etkilediğini bilelim.
Şimdi “dur” diyelim artık, kalbimizin ritmini bozan nemelazım şecaate. Çıkaralım üzerimize dünya serveti sinmiş gömleğimizi, çıkaralım bugüne değin olmaz diye elletmediğimiz kibir sandukamızı, katran dökülmüş kalpcağızımızın içinden. Ve hep çınlasın kulaklarımızda Yunus’un şu sözü:
Ey hayat ırmağından su içenler! Gelin soralım canlara ki güzelliği ne oldu da gidiyor. Ben hep seninim diyordu, şimdi neyi buldu da gidiyor?