Ölmeden Önce Nefsi Öldürmek
Tasavvufun başlıca gayesi, şeytanın tuzaklarına düşmeden, bedenin ve maddî isteklerin odaklandığı “nefs”in terbiye edilerek kemâle ermesini, bir bakıma onun ruh seviyesine çıkmasını sağlamaktır. Bu da sonuç olarak gafletten uzak bulunmak, uyanık olmak, manevî hayatla diri olmak demektir. Bir başka ifadeyle Rab’le birlikte olmaktır. Tasavvuf düşüncesinin temelini teşkil eden “ihsan” derecesini yakalamak, her an kendini Allah’ın huzurunda hissetmek, “O’nu görüyormuş gibi” kullukta bulunmaktır. En meşhur tasavvuf tariflerinden biri şöyledir. “Tasavvuf, Hakk’ın seni senlikten öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir.”
İşte bütün sır buradadır. Bu noktada çelişkiler yok olmakta, ölümle hayat birleşmekte, bir bakıma ölüm gerçek hayatın sebebi olmaktadır. Söylemeye hacet yoktur ki, bu tarifte geçen “ölüm” ve “hayat” kavramlarının fizyolojik/maddî ölümle bir ilgisi yoktur. Buradaki ölüm kibrin, gururun, enaniyetin, hasedin yok edilmesi; kısacası nefsin hâkimiyet altına alınması, sanki ölüymüşçesine etkisiz hale getirilmesidir. Tasavvuf terimiyle söylersek bu zühddür, terktir, nihayet “fenâfillâh”tır.[1]
Tasavvufta “Ölmeden evvel ölünüz.” tavsiyesi adetâ bir emr-i zarurîdir.
Ölüm gelip çatmadan evvel, hayatta iken nefsini öldürmek böylece yeni bir hayat kazanmak yegâne arzun olsun. Kötülüğü emreden nefsin ve kötülüğe teşvik eden aldatıcı şeytanın tuzaklarına düşmemek için ağla ve gözyaşı dök. [2]
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in “Ölüm gelip çatmadan evvel, şehvanî ve nefsanî hislerinizi terk etmek suretiyle bir nevi ölünüz.”[3] hadis-i şerifini bizlere hatırlatmaktadır.
Özellikle “ölmeden ön ölmek” veciz ifadesi bir nevi ön kayıt gibi bazı hazırlıkların yapılması gerektiğine işaret etmektedir.
Gerçek hayat ondan sonra ulaşılacak hayattır. Çünkü Hakk’la dirilmek; aşırılıklarını atmış ve hür olarak, adeta ilâhî bir kişilikle hayata devam etmektir. Bunun adı “Bekâbillâh”tır.
Hayât-ı câvidânı şeyh-i kâmilden suâl ettim
Ölmeden evvel ölmektir deyince intikal ettim[4]
Hayat ve ölüm iç içedir ve insanoğlunun nihaî mutluluk yolunun köşe taşlarıdır. Ölümü iyi düşünüp sırlarını idrak etmek, ölümü öldürenlerin, ölmeden evvel ölenlerin huzurunu insanoğluna sağlayabilir. Hayat pınarlarının her dem kurumaya devam ettiği, yoktan gelenin yoka gittiği ve bu kuralın hiç değişmediği ortadayken, yeniden dirilmek ve yeniden doğmak için ölüm, tefekkür edilip, idrak edilmeyi bekliyor.
Cesedi ölü, ruhu diri olanlar vardır bir de… Bunlar “Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i şerifine uygun olarak sefil ve iğreti tabiatlarından kurtulmuş bulunan ve ruhlarıyla sonsuzlaşan kişilerdir. Bunlar bedenleriyle aramızda olmadıkları zaman, maddî dünyaya tasarruflarıyla daha fazla yön verebilirler.
Bunların bedenlerinden kurtulmaları, kılıcın kınından çıkmasına benzer. Kınından çıkan kılıç daha etkili olacaktır.[5]
Bu anlamda bir şair mealen şöyle demektedir: “Her iki âlemde de velinin ruhu tasarruf ehlidir. Sakın, bu ölüdür, bundan nasıl derman olur, deme. Zira ruh, Hakk’ın bir kılıcı, ten de onun kınıdır. Kınından sıyrılmış bir kılıç daha güzel iş yapar.” Peygamberler ve veliler Allahu Teâlâ’nın “Mutasarrıf” isminin mazharıdır. Onların tasarruf sahibi olduklarını ifade etmek mecazendir, çünkü hakikî mutasarrıf Cenab-ı Hakk’tır. Ölenlerin tasarrufu yine bir mazhariyettir. Veliler Allah’ın “Hay” ve “Mutasarrıf” isminin mazharıyla nefes-i rahmânînin nefhası olurlar. Ölenler ten kafesinden de kurtuldukları için, hür bir tasarruf içindedirler.[6]
Nefsin Ölümü Ruhun Dirilişidir
Tasavvufta ölüm; nefsin isteklerini gidermek, nefsin heva ve hevesinin kökünü kazımak anlamında kullanılır. Nefsi maddî haz ve bedenî zevklere sürükleyen heva ve hevesin yok edilmesi, nefsin ölümü demektir.
Mutasavvıfların, “ölmeden evvel ölmek” eklinde formüle ettikleri hedef budur. Nefsin ölümü için yapılan çalışmalara da “cihad-ı ekber” denir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.), “Mücahid nefsiyle cihad edendir.”[7] hadisi ile iç düşman olarak tanımlayabileceğimiz nefse karşı verilecek mücadelenin, dışarıdaki düşmanlara karşı verilecek mücadeleden daha zor olduğunu ifade etmiştir.
“Ölmeden evvel ölmek” olarak tanımlanan riyazî ölümün tasavvufta, insan-ı kâmil olma yolunda büyük önemi vardır. Kuşeyrî; “Ölüp de rahata kavuşan ölmüş sayılmaz, sağ iken ölen ölmüştür.”
Sözüyle huzur ve rahatta bulunmanın ölmeden ölmekle gerçekleştiğini belirtiyor.”[8]
Şakik-i Belhî de, Allah’ın, kendisine itaat eden kimseyi ölümünde ihya ettiğini; âsî olanı ise hayatında öldürdüğünü söylemiştir.[9]
Tasavvuf ehlince tefekkür-i mevt, seyr-i süluke girecek salik için vazgeçilmez bir araç olarak görülmüştür. Böylece “ölmeden evvel ölmek” hedefine ulaşmak için tefekkür-i mevt’te bulunan kişi her nefesini son nefesi bilecek, ölüme her an hazırlıklı olmaya çalışacaktır.[10]
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de şöyle buyuruyor:
“Aşırı arzularla (nefsânî ihtiraslarla) gönül âlemini mahvedeni, lânet kefenine sarıp nedâmet toprağına gömerler. (Süflî) arzulardan vazgeçmek sûretiyle nefsâniyetini bertaraf edeni ise, rahmet kefenine sarıp selâmet zeminine gömerler.”[11]
Bu dünyada Hakkʼa vuslatın yolu, “ölmeden evvel ölmek” sırrına nail olmaktan geçer. Bunun için de nefsanî arzuları bertaraf edip Cenab-ı Hakkʼa tam bir teslimiyetle râm olmak gerekir. Yani ilâhî emir ve nehiylere, en ufak bir iç sıkıntısı veya üşengeçlik duymadan, cân u gönülden boyun eğmek ve aşkla, şevkle kullukta bulunmak icap etmektedir.
Nefs Kötülüğü Emredicidir
Nefsin Kur’an’da kullanılan bu şekli, nefs merhalelerinin ilki olan “kötülüğü emredici” manasına gelen nefs-i emmarenin anlatıldığı ayet-i kerimelerdir. İnsanın her türlü kötülüğü işlemesine sebep olan nefs-i emmare ile ilgili ayet-i kerimede Hz. Yusuf (a.s.) şöyle diyor: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum çünkü nefs daima, kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin esirgediği hariç, nefs aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[12]
İnsan nefsinin yaratılışta şehvete, günaha ve kötülüğe doğru bir eğilim vardır. Nefs gücünü bu yönde kullanmaktadır. Bu nedenle insan kendi nefsiyle baş başa kaldığı zaman kötülüğe sürüklenmektedir. Ancak, yukarıdaki ayet-i kerimeden de anladığımız üzere Allahu Teâlâ’nın koruduğu, yani Hz. Yusuf’un (a.s.) nefsi gibi Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetiyle tüm kötülüklerden arındırılıp temizlenmiş, başka bir deyişle terbiye edilerek ruhani ve manevî özellikler kazandırılmış nefisler bundan müstesnadır. Kur’an-ı Kerim’de nefsin aldatıcı ve insanı kötü işlere sürüklediği şu âyet-i kerimelerde de anlatılmaktadır: “…Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi, artık bana güzelce sabır gerekir.”[13]
Nefis, insana birtakım kötülükleri yapması konusunda vesvese verir. “İnsanı biz yarattık. Onun için nefsinin ona neler fısıldadığını pekiyi biliriz çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”[14]
Nefsin fısıldadığı şey vesvese, gizli ses, bayağı düşünce gibi akla gelenlerdir. Biz ona şah damarından yakınız demek, ruhundan daha yakınız demektir. (Bu yakınlık manevidir) Herkes Hakk’a yakındır ama bu yakınlığa vâkıf değildir. Vâkıf olduğu zaman fikri, perdenin ötesine geçmemiştir.
Hakk’a göre perde yok, kula göre vardır. Güneş herkesin gözüne eşit gelir, lâkin körün gözünde perde olduğundan o nuru algılayamaz. Nefs insana cimriliği emredip onun cömert olmasına engel olur. “Kim nefsin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[15]
Öyleyse Yüce Rabb’in huzurunda verilecek hesaptan korkup nefsi hevâdan, kötü isteklerden alıkoymak gerekmektedir.
“Ama kim Rabb’inin azametinden korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa, varacağı yer şüphesiz cennettir.”[16] Müslüman cennete tâlip olandır.
Cennet fedakârlık ister, nefse hâkim olmayı gerektirir. Nefsine hâkim olan âhiretini imar eder ve cenneti kazanır. Nefsine hâkim olamayan için ise cehennem müstahaktır.
Şeytan Bir İmtihan Vesilesidir
İnsan ve şeytanın birbirleri ile sınanması, yaşanılan dünya hayatının değer kazanması ve dünyevî referanslarının tespiti açısından önemlidir.
Her ikisinin de varlığı Allah’a bağlı ve Allah tarafından yaratılmış olmalarına rağmen, referans olarak dini kabul edip, kulluk bilincinde olan kazanacak; kazanmış görünse bile şaşaalı bir hayatın sonucunda hevâ ve hevesini kendisine rab edinen şeytan gibi kaybedeceklerdir. Şeytan bir imtihan vesilesi, hayat ise bir yönüyle onunla mücadele neticesinde değer kazanan zorlu bir süreçtir.
Aslında daha farklı bir okuma ile insanın terakki etmesi şeytanla mümkün olmaktadır. Kulluk noktası, İnsan ile şeytanın ayrıldıkları, zıt kutuplarda yer aldıkları bir noktadır. İnsanın sınırsız hayır ve şer ekseninde gidip geleceği, şeytanın her fırsatta kendi tarafına çekmeye çalışacağı, kendisinin ise kararlı bir şekilde kötülük noktasından ayrılmayacağı bir noktadır. Kur’an’da Âdem’le şeytan münasebeti yaratılış esnasında olup-biten bir hadise olarak ele alınmaz; dünya hayatı boyunca devam edecek bir karşılaşmanın iki tarafı olarak bakılır. İlk karşılaşmadan sonra vahiy ile Âdem neslini bilgilendiren Allah, devamındaki süreçte, mücadelenin dinin insanın hayat anlayışı ve ahiret inancına uygun olmasını ister. İnsandan önce var olan Melek güzelin, iyinin ve kayıtsız şartsız isyanla kirlenmemiş itaatin, şeytan ise çirkinin, kötünün ve isyanın temsilcisidir. Cenab-ı Allah dünya hayatının meleklerin yaşadığı gibi bir hayattan ibaret olmasını istememiş; iyilik- kötülük, güzellik-çirkinlik, helâl-haram arasında tercih yapabilen bir varlığın dünya hayatını daha değerli kılacağı düşüncesiyle Âdem’i yaratmıştır. İnsanı sadece melek veya sadece şeytan olarak görmek yaratılma gerçeği ile de uyuşmamaktadır. Yeni yaratılan varlık, melek ve şeytanın özelliklerinin hepsiyle mücehhez; güzeli öne çıkarırsa Melekleşme, kötüyü öne çıkarırsa şeytanlaşma temayülü olan, hatta daha da aşağı düşmeye hayvanlardan kötü olmaya namzet birisidir. Din, insandan melek olmasını beklemiyor ancak şeytana doğru her gidişte ikaz ediyor, sonucun onu vahiy ekseninden uzaklaştıracağını bildiriyor.
Dünyanın güzel ya da çirkin olması tamamen gayretlerine bağlı olan insanın kötü ve kötülükler karşısındaki duruşu çok önemlidir. Bu duruşun olumlu ve sürekli olabilmesi, devamlı mücadele ve iyiye koşmakla mümkündür. Dünyada bir ferdin bile mutluluğunu önemseyen İslâm açısından toplumların, milletlerin ve bütün insanlığın mutluluğu insanın temel gayesi ise, mutluluğun önündeki engel “kötü”nün iyi tanımlanması ve bilinmesi vazgeçilmez bir gerekliliktir.
Yaratılışında bilgi ile yüceltilerek meleklerin kendisine secde etmesi emredilen -ki bu secde Âdem nesli için de bir şereftir- varlık gaflette bulunarak şeytanın kendisinden kaçtığı zavallı hale gelmesin; rövanşı şeytan almış olmasın. Allah tarafından yaratılan, peygamberler ve vahiy ile doğru gösterilen, bilgi ile yüceltilen insanın kendisine secde emrine isyan eden şeytanla mücadelesinin yine vahiy eksenli bilgi ile donanarak kazanılacağı kesindir.[17]
------------------------------------------------------
[1] İsa Çelik, “Türk Tasavvuf Düşüncesinde Ölüm”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı. 40, Erzurum, 2009, s. 121.
[2] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz) Nasihat Yayınları, Ankara, s. 79.
[3] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:29.
[4] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay. İstanbul 1996, s.332.
[5] Çelik, age., s. 127.
[6] Selçuk Eraydın, “Ölüm”, Tasavvuf ve Edebiyat Yazıları, Mavi Yayıncılık, İstanbul 1997, s.89.
[7]Tirmizî, Hadis no. 1671, III, 182
[8] Abdülkerim Kuşeyrî, Tasavvufun İlkeleri: Risale-i Kuşeyrî, çev. Tahsin Yazıcı, Kervan Kitapçılık Basım Sanayi, İstanbul 1978, s.126.
[9] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, Marifet Yay., İstanbul 1981, s.36
[10] Çelik, age.,s. 134.
[11]Süleyman Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, TDV Yayınları, Ankara 1994, s. 187.
[12]12/Yusuf, 53.
[13]12/Yusuf, 18.
[14]50/Kaf, 16.
[15]59/Haşr, 9.
[16]79/Nâziat, 40-41
[17] Mustafa Çoban, Kur’an ve Sünnet Rehberliğinde Şeytanla Mücadele Edecek İnsanın Eğitimi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Konya 2007. s. 9-10.