ÖLÜM DİRİ KALACAK VE TÜM DİRİ BİLDİKLERİMİZ ÖLECEK
Bazen “ne dendiğinden” daha çok “ne denmek” istendiği mühimdir. Kabristanları hâlâ mezarlıklara meydan okuyan, her biri birer sanat harikası olan mezar taşları ve kitabeleri ile konuşan bir medeniyetin ölüleri, ölüme yaklaşımı görmek isteyen için çok şey anlatır. Konuşturulup farklı şeyler söyletmek isteyenlerin aksine kitabeler de hâlâ “hüve’l-bâkî” yazar. Hâlâ o taşlar tek bir şeyi:
“Bir medeniyetin diriliğini gösteren ölüleridir” i söyler.
Hayatın ve ölümün idrakinde olabilecek tek varlıktır insan. Onu insan yapan şeylerden sadece biridir bu. “Hayatı” kavrayamayan insanlar çoğu zaman ölü gibi yaşarken, ölümü kavrayamayanlar ise hakiki hayatın varlığından bî haber yaşamayı “hayat” sayar.
İnsanın bir kez öldüğünü düşünürüz çoğumuz. Oysa bu “tek bir” ölüm bile kimilerine öyle tahammülsüz gelir ki; ölüm denince gözlerinin feri söner adeta. Her gün ölmeyi bir kez ölmeye tercih etmek değil midir bu? “Ecel” denen ve ne zaman bizi bulacağını bilmediğimiz mukadder saat gelene dek süren ve hiç dirilmesi olmayan bir ölmedir yani. Ölümü bir kez gelecek sanırız çoğumuz. Tenlerinde can taşıyan ama her gün onlarca kez ölen cesetleri görür de, hiç bakma cesareti gösteremeden geçer gideriz.
Mukadder olan ömrün bitiş saatidir ecel. Mukadder olan bir başka hayat için, “hadi vakit tamamdır” diyen mevtin elçisinin beşer gözü ile göreceğimiz son varlık olarak bize refakat etmesidir. Ukbanın ne olduğu konusunda uzun uzun fikir yürüten âdemoğluna, hem geldiği yerin hem de gideceği yerin ukba olduğunun gösterilmesidir. Ecel bir saattir, ansızın gelecek mukadder bir saattir.
Ölüm ile hayat apayrı şeyler değildir oysa. Bunun için ölüler ile dirilerin irtibatını fark etmek kâfidir. Çok tuhaf bir şey değil söylemeye çalıştığımız. Hepimiz bir yerlerde ya duymuş ya da görmüşüzdür güzel işlemeli bembeyaz başörtüleri, tebessüm dendiğinde akla ilk gelmesi gereken çehreleri ile, görmediğimiz halde meleklere benzettdiğimiz nûranî teyzelerimizi. Somut olmayan varlıklar değil bahsettiğimiz. Aramızda, öz olmasa dahi teyze dediğimiz, onları bırakın görmeyi hatıra getirdiğimizde bile içimizin ayrı bir sükûna kavuştuğu, ecel saatine bizden daha yakın olduğunu düşündüğümüz varlıklar.
Saflıklarından ve masumiyetlerinden emin olduğumuz meleklere benzettiğimiz bu teyzelerin Pazartesi ve Perşembe geceleri gözden kaçmayacak kadar belirgin ayrı bir heyecanları vardır. Bu heyecanı paylaşmayı da adet edinmişlerdir hani. En belirgin vasıflarıdır onların, hayatın ölümle bağını koparmayan insanların melekleşeceği hakikati. En küçük torunun okuduğu yasini dinlemeye gelen geçmişlerimizi yani ölülerimizi anlatır dururlar. Yasin-i şerif her okunuşunda ölülerin de iştirak ettiğine inanılan, hem dirilere hem ölülere okunan, ölümü ve hayatı anlatan bir suredir… Öyle derler hal lisanı ile.
”… Ufalanmış o kemiklere hayat verendir onları diriltecek…”
Ölüler hâlâ evin birer sakinleri gibidir onların nazarında. Bunun fiziki imkânı/imkânsızlığı tartışılmayacak kadar ortadır. Ama insanoğlunun gideceği yere nasıl yürüdüğünü görmek ve gidenleri unutmamak açısından düşünmeye değer bir hadise değil midir?
“…
Sizin matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz
Hâlbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor
Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor
Onlar ekmek yiyor anladın mı bay yabancı
Onun için matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez…”
Mezarlık dendiğinde zihinlerimize geliveren dünya, pazartesileri ve perşembeleri dizlerinin dibine oturduğumuz teyzelerimizi evlerimizden “kovduktan” yani çekirdek ailelerimize kavuştuktan(!) sonra onların yerini aldı. Evlerin önünde, arasında, mahallenin en çok göze çarpan yerinde, ağaçların her çeşidinin gülleri gizlediği, güzel kabristanların mezarlığa dönüşmesi de aynı zamana denk gelir.
Siyah bir takım elbise, siyah bir çift gözlük, bir çelenk ya da bir buket çiçekle beraber ölü adeta terkedilir. Rahmetli kelimesi dillerde o kadar eğreti dururki, rahmetin nasıl eylendiğinin bilinmediği ortadadır. Rahmet meğer ölülere de istenen bir şeymiş. Hep dirilere derdik “Rahmanın rahmeti üzerinize olsun…” diye.
“Ölüm güzel şey budur perde ardından haber.
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber”
Cümlesinin muhatabı Baki kabristanlığına her çıkışında şöyle hitap ederdi kabristan sakinlerine:
“Allah’ın selamı üzerinize olsun ey Baki Kabristanı ahalisi! İnşallah yakında bizler de size mülaki olacağız…”
Göstermelik uğurlamalar da kabristanlarımızı bırakıp onların yerlerine mezarlar yapmaya başladığımızda ortaya çıktı.
“Kalp hüzünlenir, göz yaşarır…” unutulalı çok oldu. Kalbin neler gizlediği bilinmez ama gözler gizleyemiyor bazı şeyleri. Gözlere takılan kapkara gözlüklere rağmen. Ölü bembeyaz kefenlerde giderken diriler neden kapkara kesilir?
Taştan daha çok birer yakutu andıran her birinin önünde yer alan önemsiz bir ayrıntı deyip geçiliveren oyuklarda biriken sulardan minik gagalarıyla beliriveren minik kuşların uğrak yeri olduğu kabristanların yerlerini mezarlıklar aldı. Kitabesi, gülleri ve ağaçların arasından süzülen ışıkları ile cennet bahçesi diyebileceğiniz kabristanlar bugün daha çok “birer cehennem çukurunu” hatıra getirmiyor mu?
Ölümü ve ölüyü bir daha hatırlamamacasına şehrin ve evlerin en uzak noktasında, kuşların en az uğradığı yerlerde kurulan mezarlıkları görmeli bir. Hayat tarzımıza, zihinlerimizde varolan ölüm tasavvuruna ne kadar uygun değil mi?
Oysa bakıldığında cennete bahçelerini andıran, sakinlerinin ne kadar sekînet içinde olduğuna emin olduğumuz kabristanlardan kimsecikler kaçmaz, kuşlar uğrar dahası dünyada dost olanlar bu dostluğu bir şekilde devam ettirirdi. Modern insan anlamak istemese de kabullenmese de biri ölü biri diri olmasına rağmen dostlukları sürerdi.
Çırakların daha çırak olmadan ilk ziyarete götürüldükleri yerlerden biri o sanatın pirinin kabri olmasının ne kadar kuvvetli bir irtibatla çırağı ilk ustaya nasıl rabt ettiği, tesbihin son tanesinin imameye nasıl ulaştığı düşünmeye değer bir şeydir. Tasavvufi terbiyede üstad isimlerinin zikredilmesi aynı anlayışın tekkelerde görülen şekli değil mi? Onların yaşamasından başka neye hamledebilirsiniz böyle bir şeyi?
Bizi bulmaması için türlü önlemler alıp Firavunlar gibi piramitler inşa ettirdiğimiz, duvarların arasına hapsolma pahasına ondan kaçtığımız hatta biri bize bir şey yapar da ona rastlarız diye kimi kime karşı koruyacağı meçhul olan “muhafızlar”(!) tuttuğumuz “ecel”e kimileri eğlenerek gider. Koşar adım onu arar da durur.
Hem ecel gelene kadar bizi koruyan iki muhafız melek yok mu? Yoksa meleklere benzeyen teyzelerimizle beraber onları da mı yitirdik? Eyvah denecek yer burası değil mi? Son Raşit halife eceline giderken, eceli kendisine gelirken bir fecir vakti evinden çıkarken dönüp şöyle der ev ahalisine;
“İnsanın sağında ve solunda onu koruyan muhafaza melekleri bulunur ve ecel gelince giderler. Muhafaza meleklerimin gittiğini hissediyorum…”
Muhafaza meleklerimiz tüm umursamazlığımıza, mezar taşlarımızın değişmesine, ölülerimizi hatırlamayışımıza, onların hayatımızdan kovarcasına şehir dışına kovuşumuza, ölülerimize bir fatihayı çok görüşümüze, kara gözlüklerimize ve takım elbiselerimize, “bir medeniyetin dirilerini diri yapan ölüleridir” hakikatini kulak ardı etmemize rağmen, yanı başımızda durup bizi muhafaza ediyorlar. Bir gün muhafaza edemeyecekleri tek şey olan “ecel”le hayatımızın en anlamlı buluşmasını yaşayacağız.
O zaman göreceğiz belki diri sandıklarımızın ne kadar ölü, ölü sandıklarımızın da ne kadar diri olduğunu:
“Ölüm” diri kalacak ve tüm “diri” bildiklerimiz