ORUÇ KALP VE NEFS İLİŞKİSİ
İnsanın kişilik arınması ve tekâmülü, hiç şüphesiz ebedî kurtuluşu (felâh) için en ehemmiyetli vazifelerinden biridir. Bu vazifenin çalışma mahalli insanın “nefs” ve “kalp” alanıdır. Nefs, fücurdan (her çeşit mâsiyet temâyülünden ve günah kirlerinden) temizlenmeli ve kalp de takvâ ile korunmalı ve donanmalıdır. Aksi halde hayat sermayesi zayi olacak ve insan kaybedecektir. Beden mülkümüzde cereyan edecek bu mücâhedede yol haritası da, Rabbimiz tarafından ilâhî bir müfredât olarak, bütün insanlığa Kur’ân-ı Kerim ve Allah Resûlü’nün beyanları, fiilleri ve hâlleri ile takdim edilmiştir. Biz bu yazıda “oruç ibâdeti”nin bir ibâdet olmasının yanı sıra, nefsin tezkiyesi ve kalbin takvâ ile muhafazası ve terakkisine vesile oluşuna dikkat çekeceğiz.
İnsan hakikatini/benliğini ifade eden nefs, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle var gücüyle kötülüğü emreden bir mahiyete sahiptir1. Ancak tezkiye edilmeye yani arınmaya da istidatlı kılınmıştır2. Belki insanın kendisiyle imtihanı ve sorumluluğu da burada başlamaktadır.
Kalp ise hem anlama ve akletmenin, hem de insanın Hak katında mükerremiyetini (şeref ve değerini) belirleyen “takvâ”nın mahallidir. İnsânî özdür ve Hakk’ın nazargâhıdır. Kulun kıyamette değer ölçüsüdür.
Oruca gelince hem nefsin lüzumsuz arzularını terbiye edici ve hem de kalpteki takva duygusunu takviye edici bir özelliğe sahip, esasen tüm insanlığa değişik şekillerde farz kılınmış, cihanşümul bir ibadet ve tezkiye/terbiye vesilesidir. Şimdi oruç ibadetiyle nefs ve kalp arasındaki terbiye ve tezkiye ilişkisine bir bakalım.
Medeniyetimizin terbiye öncüleri diyebileceğimiz ârif ve mürşidlerimiz, nefsin terbiyesi ile bedenin istek ve arzularını birbiriyle çok yakından ilgili görmüşlerdir. Bedenin ne ile ve nasıl beslenmesi gerektiği, nefsin terbiyesinde neredeyse ilk adım görmüştür. Haramın her çeşidinden şiddetle sakınıp helalle beslenmek, şüphelilerden uzak durmak ve uyanık bir gönülle Allah’tan gafil olmadan nimetlerden istifade etmek, sürekli hatırlatılmıştır.
Meşhûr âriflerimizden İbrâhim Hakkı Erzurumî, Mârifetnâme adlı eserinde, “İrfân Yolu”nun yani kişinin kendini ve Rabbini bilme (ma’rifetü’n-nefs ve mârfetullah) mektebinin erkânı (rükünleri, temel esasları) olarak şu esaslara dikkat çeker:
Taklil-i taam (Az Yemek)
Taklil-i kelâm (Az konuşmak)
Taklil-i menâm (Az uyumak)
Uzlet-i enâm (Zarûret ve ihtiyaç durumu hariç halktan uzak durmak)
Zikr-i müdâm (Devamlı bir surette Hakk’ı hatırlamak/zikretmek)
Fikr-i temâm (Tam bir tecridle murakabe ve tefekkür hâlinde olmak)3
Dikkat edilirse bu altı maddenin hemen hepsi bir şekilde hem nefsin tezkiyesi, hem de kalbin takvâsını takviye gayesine matuftur. Oruç ibadetinde de sayılan esasların tamamı, bir şekilde yaşanmaktadır. Şöyle ki:
Oruçta yeme-içme belli bir müddet yasaktır. Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “savm-i visâl”i yani iftar etmeden peş peşe oruç tutmayı uygun görmemiştir. Zira aşırı açlık ve riyazat, Budist rahiplerinde ve Brahmanlarda olduğu gibi kişiye bir takım olağanüstülükler yaşatsa da zamanla onu dengeli bir kişilik kıvamından uzaklaştırmaktadır. Binaenaleyh İslâm’daki oruç ibadeti, “taklil-i taam” (yemekte itidal) eğitimi vermiş olmakta ve bu suretle kalbi nefse galip getirmekle birlikte, onu hayattan da koparmamaktadır. Diğer bir ifadeyle nefsin haklarını verip hazlarını (arzu ve şehvetlerini) sınırlamış ve dizginlemiş olmaktadır.
Oruçta konuşmak tümüyle yasaklanmamıştır. Yani sükût orucu diye bir uygulama dinimizde tavsiye edilmemiştir ve fakat dile sahip olmak, lüzumsuz söz ve sataşmalardan uzak durmak özellikle tavsiye edilmiştir. Bu da marifet yolunun temellerinden biri olan “Taklil-i kelâm”dır (sözü az ve öz tutmaktır).
Gece kıyâmı, özellikle teravih ve teheccüdlerle seherlerin ihyâsı, Ramazan-ı şerifte büyük bir zevk ve şevkle îfâ edilen bir sünnet-i peygamberîdir. “Sahurda bereket vardır”4 buyurularak gecenin ortasında müminlerin ayakta olması ve Rableriyle beraberlik yaşaması murâd edilmiştir.
Yaşanan bu güzellikler, seyr u sülük terbiyesinin temellerinden biri olan “Taklil-i menâm”dır (uykuyu azaltma uygulamasıdır).
Oruç ayı, kulun Rabbiyle baş başa hususi anlarını çoğaltma ayıdır. Bu sebepledir ki Allah Resûlü –sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hemen her Ramazan-ı şerifte “İtikâf”a girmiş, özellikle son on gününde gece-gündüz mescidden ayrılmamıştır. Âdetâ mâsivâ ile yani Allah dışındaki her şeyle ilgisini asgari düzeye çekmiştir. Bu hâl “uzlet-i enâm”dır.
Oruç bir yönüyle Hakk’ı daimî bir surette hatırlamaktır. Zira O istedi diye yeme-içme gibi en tabii ihtiyacını ve zevkini terketmek, kişide elbette tam bir zikir hâli doğurur. Bu hâl günün yarısından fazlasında âdetâ zarûrî bir şekilde devam eder. İşte bu da, yukarıda bahsedilen esaslardan “zikr-i müdâm” ve “fikr-i temâm”ın bir ifadesidir.
Sayılan esasların her biri, bir taraftan nefsin lüzumsuz, fuzûlî ve çoğu zaman zararlı yönelişlerine bir terbiye ve tezkiye olduğu gibi, aynı zamanda kalbi gereksiz meşgalelerden koruyup, ona gıda ve takviye olacak zikir, fikir ve murâkebe gibi takvâyı oluşturan hassasiyetlerle beslemektir. Zaten Yüce Rabbimiz, orucun farz kılınış hikmetini/illetini tam da bu gaye olarak beyan etmekte ve “takvâ sahibi olasınız diye oruç size farz kılındı” buyurmaktadır.5
Takvânın çok sayıda tariflerinden biri de “Kuldaki Allah’a karşı mesuliyet şuuru”dur. Bu anlamda oruç, insanda hem Allah’a karşı kulluk mesuliyetini artıran bir ibadet, hem de mahlûkata yönelik mesuliyet duygusunu tekâmül ettiren Rabbânî bir müfredattır. Zira Ramazan-ı şerif, bir taraftan namaz başta olmak üzere farz ve nafile olarak çok sayıda ibâdetin yaşandığı bir ay iken, diğer taraftan da zekât ve fitre gibi merhamet, şefkat ve infak şuurunun yüksek düzeyde hissedildiği müstesnâ bir mevsimdir.
Yine Oruç ibadeti, açlık ve az yemenin tabiî bir neticesi olarak, kalpten hikmet pınarlarının doğmasına da vesile olabilmektedir. Nitekim çok sayıda ârifimiz, açlık ile hikmet arasında yakın bir ilginin olduğunu eserlerinde beyan etmişlerdir. Hikmet de hem kalbimiz ve hem de hayatımız adına büyük bir ikrâm-ı ilâhîdir. Bu yönüyle oruç ibâdetinin, ilâhî nurların ve tecellilerin gönlümüze yansımasında önemli bir vesile olduğunu da söyleyebiliriz.
“Oruçluya iki sevinç vardır; birisi iftar anındaki sevinci, diğeri de Rabbine kavuştuğu andaki sevinci” hadis-i şerifinden6 ilhâm alan bazı irfân ehli demişlerdir ki oruç, aynı zamanda bir vuslat (Hakk’a kavuşma ve cemâlini müşâhede) muştusudur. Öyleyse oruç, daha dünyada iken Rabb’i her şeyde müşâhede edebilecek bir hissiyata ve idrâk sıçramasına da bir köprüdür. Bu yönüyle o, kalplerin itmi’nânını oluşturan bir sekîne-i Rabbânîdir.
Orucun kalbi takvâ, takvânın mahalli de kalbdir. Kalbin orucu ise nefs kokusu taşıyan her çeşit maksadı bertaraf edip, mâsivâ denilen Hak’tan gayri her şeyi gönülden çıkarmak ve kalp sarayını yalnız Mevlâya tahsis edebilmektir. Bu hâl, bütün âriflerin hayatları boyunca gerçekleştirmek istedikleri bir “ömür orucu”dur. Bu kıvama erişmek için oruç oruç arınmak, bir nice mücâhedeyle 7
İlâhî rahmet ve hidâyeti celbetmek ve Rabbin tevfîkının refik olmasına 8 mazhar olmak gerekecektir. Rabbimiz muînimiz olsun.
Amin.
------------------------------------------------------------------------------------
Dipnotlar:
1 - Bk. Yûsuf Sûresi, 53.
2 - Bk. Şems Sûresi, 7-9.
3 - İbrâhim Hakkı Erzurumi, Marifetnâme, Ahmed Kâmil Matbaası, İstanbul 1330, sh. 304.
4 - Buhârî, Savm 20; Müslim, Sıyâm 45.
5 - Bakara Sûresi, 183.
6 - Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163.
7 - Mücâhede, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye yolunda Rabbin razı olacağı kullardan olma niyetiyle her türlü ibâdet, gayret ve hizmetlere yönelmektir.
8 - Tevfîk, Allah’ın bir kuluna akl-ı selîme ve şer-i şerife uygun olan hususlarda yardım etmesi ve onun elinden tutmasıdır.