Oruç İbâdetinin Hikmeti
Bütün peygamberler ve onların ümmetleri hakkında, Allah’ın (cc) değişmeyen sünnetlerinin (kanunlarının) bulunduğu, muhkem nasslarla haber verilmiştir. Allah (cc) her kavme; önce kendi içlerinden, kendi dilleriyle konuşan bir rasûl veya nebi göndermiş, daha sonra kendilerine hidayeti veya delâleti tercih etme mesuliyetini yüklemiştir.(1)
Peygamber gönderilmesinin hikmeti; insanların sırat-ı müstakiym üzerinde yürümelerine, akıllarını kullanmalarına, şeytanın güzel gösterdiği şeylerden sakınmalarına ve hevâlarına tabi olmaktan kaçınmalarına yardımcı olmaktır. İmtihanın mahiyetini, şartlarını ve keyfiyetini tebliğ eden peygamberler, babaları bir kardeşler gibidirler. Dinleri birdir.(2)
Muhakkak ki peygamberlerin vazifeleri, sadece vahyi almak ve tebliğ etmekle sınırlı değildir. Başka vazifeleri de vardır.
Sünnetullah’ın keyfiyetini açıklamak ve insanların fıtratlarını muhafaza edebilmeleri için zaruri olan amellerin nasıl edâ edileceğini öğretmek, peygamberlerin en önemli vazifeleridir.
Kur’ân-ı Kerîm’de insanın yaratılış hikmetinin, sadece Allah’a (cc) ibâdetle sınırlı olduğu haber verilmiştir. İslâmi literatürde ibâdet; Allah’ın her emrini, emrettiği gibi yerine getirmeyi ifade eden bir kavramdır. Bazı âlimler ibâdeti, “Hevâsına muhalefet eden ve Allahü Teâlâ’ya (cc) ihlâsla teslim olan mükellefin meşrû fiillerine ibâdet denilir”(3)
Şeklinde tarif etmişlerdir. Oruç ibâdeti, daha önceki ümmetlere de farz kılınan bir ibâdettir. Bu hakikat muhkem nassla sabittir: “Ey iman edenler! Sizden evvelki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç yazıldı. Umulur ki (günahlardan ictinâb ederek) korunursunuz.” (El-Bakara Sûresi:183) Bilindiği gibi oruç kelimesi, ‘Farsça’ olan bir kelimedir. Kelimenin aslı “Roze”dir. Bu kelime Türkçe’ye önceleri “Oruze” (günlük) olarak geçmiş, daha sonra oruç şeklinde kullanılmaya başlanılmıştır. Arapça karşılığı “Savm” veya “Siyam”dır. Savm kelimesinin lügat manası; imsak, hareketsiz kalmak, yeyip-içmekten vazgeçmek ve her kötülükten el-etek çekmektir.(4)
İslâmi ıstılahta; “İkinci fecrden (fecr-i sadık) itibaren güneşin grubuna kadar; yemekten, içmekten, cinsi münasebetten ve orucu bozan diğer şeylerden, Allah’a (cc) ibâdet niyetiyle nefsi men etmeye savm denilir”(5)
Şeklinde tarif edilmiştir. Sahih olan rivayete göre oruç ibâdeti; Bedir Savaşı’ndan sonra, hicretin ikinci senesinde farz kılınmıştır.(6)
Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) ve ashabının daha önce, Muharrem ayında (Aşure günü) ve her Hicri ayın bazı günlerinde oruç tuttuğu malûmdur.
NEFS-İ EMMÂRE İLE SAVAŞIN ÖNEMİ
Oruç ibâdeti; açlığa, susuzluğa ve nefsin diğer arzularına boyun eğmemeyi beraberinde getiren bir ibâdettir. İmam-ı Serahsi ‘oruç ibâdeti ile insanın hevâsına karşı mücadelesi’ arasındaki münasebeti izah ederken şöyle demiştir: “Oruç tutarak Allah’a yaklaşmak, nefs-i emmaresinin (hevâsının) ihtiraslarını bir kenara bırakmak, onunla savaşmakla olur. Bu anlamdaki savaş iki şekilde gerçekleşir. Birincisi; arzu edilen zamanda nefsi yemekten alıkoymak, ikincisi; uykuyu sevdiği bir zamanda kalkıp ibâdet etmekle olur. Dili korumak ve Allahû Teâlâ’nın (cc) yücelttiğini yüceltmek de nefisle savaşın bir unsurudur. Nitekim İmam-ı Muhammed (rha) oruç bölümüne ‘nefisle savaşmak’ diye başlamıştır.”(7)
Allah’a (cc) iman eden ve O’nun yolunda cihada karar veren mükellef, oruç ibâdeti sayesinde kuvvetli bir iradeye sahip olur. Hicrî takvim ayın hareketlerine göre değiştiği için oruç ibâdetini; baazan (- 30) derecede, bazan da (+ 40) derecede edâ etmesi gerekir. Bunun anlamı şu¬dur: Mükellef, ‘dondurucu bir soğuk ve kavurucu bir sıcakta, Allah’ın (cc) rızası için herşeye hazırım’ taahhüdünde bulunur. Ayrıca ‘elbette mülk (hâkimiyet) Allah’ındır ve O’nun mülkünde müstekbirlerin ve tağutların egemenliklerinin bir önemi yoktur. Her hâl-ü kârda, Allah’a (cc) karşı tekeb¬bür eden tağuti güçlere karşı cihada hazırım.’
Oruç ibâdetinin diğer bir vechesi de insanın kendi ile hesaplaşmasıdır. Musavmi (oruç tutan kimse) gün boyunca açlık ve su¬suzluk sebebiyle kıvranırken, hem kendi varlığını, hem Allah’ın (cc) ni¬metlerinin kadr-ü kıymetini tefekkür eder. Ayrıca hiç kimse yokken ve her türlü nimet önünde dururken; ilâhi tekliflere riayet ederek açlığa, susuzluğa ve nefsin diğer arzularına karşı mücadele eder. Herhangi bir sebeble orucunu bozarsa, kendi ceza-sını kendisi vermekle yükümlüdür. Hiçbir mazerete sığınmadan insanın ken¬dini cezalandırması, aleyhinde olan hükümlere boyun eğmesi ve bu olgunluğa kavuşması ne büyük bir nimettir. Beşeriyete ibâdet mezhebinin (Hümanizmin) ve Pozitivizmin yayıldığı toplumlarda, nefs murakabesi denen melekenin tamamen kaybolduğu dikkate alındığı zaman, oruç ibâdetinin insana yeni meziyetler kazandırdığını söyleyebiliriz. Mükellef olan insanın oruç tutup tutmadığını, hiçbir resmi otoritenin (Polis, jandarma vs) kontrol etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla oruç ibâdeti, insanın iradesinin güçlenmesine, şahsiyet özelliklerinin gelişmesine ve fıtratının muhafazasına vesile olan bir ibâdettir. Hz. Osman İbn-i Ebi’l-Âs’dan (ra) rivayet edilen Hadis-i Şerif’te Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) şöyle buyurduğu malûmdur: “Oruç (mükellefi) cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır. Tıpkı sizi harbde ölüme karşı koruyan kalkan gibi.”8
Müfessir İbn-i Arabi, bu hadisin keyfiyetini izah ederken şu tesbitte bulunmuştur: “Peygamberimiz Efendimiz (sav) orucun cehennem ateşine karşı bir kalkan olduğunu beyan etmiştir. Bu bir teşbihtir. Çünkü orucun mânası şehvetlerden el çekmektir. Şehvetin azalmasıyla ateş izâle edilmiş olur. İnsan dünyâda elini, belini ve dilini şehvetten koruduğu zaman; bu davranışı, ahirette onu cehennem ateşinden muhafaza eder.(9)
Oruç ibâdetinin; mükellefi hem dünyada tehlikeli olabilecek şehvetlere karşı, hem de ahirette bu şehvetlerin alevlendirdiği ateşe karşı koruması için, bütün şartlarına riayet edilmesi gerekir. Peygamberimiz Efendimiz (sav) “orucun bir kalkan olduğunu” beyan ettikten sonra, şu tavsiyede bulunmuştur: “Her kim oruçlu ise kötü söz söylemesin; câhiller gibi hareket etmesin ve bir kimse kendisiyle dövüşmek veya dalaşmak isterse, ‘ben oruçluyum’ desin ve bunu iki defa tekrarlasın” Gayr-i meşrû sözler sarfetmenin ve kötü hareketlerde bulunmanın nehyedildiği malûmdur. Aynı zamanda bu nehiy, sadece oruç tutanlara ve münhasıran oruç ayı olan Ramazan’a mahsus değildir. İnsan bütün ömrü boyunca hayır konuşmak ve salih amellerde bulunmak durumundadır. Oruç ibâdetinin zahiri ve batıni edeblerini hafife alan, gününü aç ve susuz geçiren kimselerin bu ibâdeti hafife aldıklarını söyleyebiliriz. Peygamberimiz Efendimiz (sav) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Kim yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, Allah (cc) o kimsenin yemesini ve içmesini terketmesine bir kıymet vermez.”(10)
Binâenaleyh yalan ve gıybet gibi kötü sözler; tutulan orucu, ibâdet olmaktan çıkarttığı gibi, ondan hâsıl olacak sevabı da ortadan kaldırır. Hatta İmam Evzâi’den rivayet olunduğuna göre, gıybet etmek orucun bozulmasına sebeb olur. Gıybet eden kimsenin, o günün orucunu kaza etmesi gerekir.(11)
Kendisini her türlü kötü söz ve hareketlerden koruyan musavmi (oruç tutan kimse), başkalarının şahsına karşı yaptığı kötü davranışları da sükûnetle karşılamayı öğrenir. Zâten oruçlu olan ağızdan kötü sözler çıkması kadar acâip bir durum tasavvur edilemez. Altın tepsinin içerisine pislik doldurulduğu nerede görülmüştür?
Hz. Muaz b. Cebel’den (ra) rivayet edilen hadis-i şerifte Peygamberimiz Efendimiz (sav) dilin muhafazasının önemini haber vermiştir. Hadis-i şerif meâlen şöyledir: “Birgün ‘Ya Rasulallah, beni cennete koyacak ve cehennemden uzaklaştıracak bir ameli haber verir misin?’ sualini sordum, Bana: “Çok zor bir sual sordun. Böyle olmakla beraber Allah’ın yardımına mazhar olan kimse için bu sualin cevabı kolaydır. Allah’a ihlâsla teslim olur, O’na hiçbir şekilde şirk koşmazsın. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, Ramazan orucunu tutar ve gücün yeterse haccedersin.” Efendimiz sonra buyurdu ki: “Sana hayır kapılarını göstereyim mi? Oruç fenalıklara karşı bir kalkan, sadaka; suyun ateşi söndürdüğü gibi günahları söndüren bir iyiliktir. Kişinin geceleyin kıldığı namaz da hayır çeşitlerindendir.” Daha sonra Peygamber Efendimiz: “Onların vücutları gece namaz kılmak için yataklarından uzaklaşır, korku ve ümidle Rablerine dua ederler, kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. Onların yaptıkları amellere mükâfat olarak geldikleri için gözler süruru olacak nimetlerden neler gizlenmiş olduğunu hiç bir kimse bilmez” mealindeki (Secde Sûresi: 16- 17) âyetleri okudu ve “Dinin esası ve direği nedir sana söyleyeyim mi?” dedi. “Evet, Ya Rasulallah” dedim. “Her şeyin başı imandır. Dinin direği namazdır, en yüce tarafı da cihaddır” buyurdu ve “Bu dediklerimin hepisinin daha mühim olanını sana haber vereyim mi? dedi. Evet ya Rasulallah, dedim. Mübarek dilini tuttu ve “ Şunu muhafazaya gayret et” buyurdu.(12)
ORUÇ İBÂDETİNİN NETİCESİ: TAKVA
Kur’ân-ı Kerîm’de; daha önce yaşayan ümmetlere de farz kılınmasının hikmeti beyan edilirken, korunmaya (takvâya) vesile olduğu haber verilmiştir: “Ey iman edenler! Sizden evvelkilere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç yazıldı. Umulur ki korunursunuz.” (El Bakara Sûresi: 183) Takvâ kavramı; Allah’a (cc) ihlâsla teslimiyeti ve ilâhi teklifleri rükünlerine, şartlarına ve hükümlerine uygun bir şekilde yerine getirmeyi ifade eden vücûh bir kavramdır. Kur’ân-ı Kerîm’de, iştikâklarıyla beraber 238 ayette yer almıştır. Lugatta “sipere girmek, titizlikle korunmak ve nefsi kötülüklerden alıkoymak” gibi manâlara gelir.(13)
Takvâya uygun hareket eden kimselere, Kur’an ve sünnette “Muttaki” vasfının verildiği malûmdur. Sahabeden Hz. Muaz b. Cebel (ra) bu vasfın keyfiyetini şöyle açıklamıştır: “Muttaki vasfına haiz olan kimseler; açık ve gizli şirkten korunan, ibâdetlerini sadece Allah (cc) rızası için edâ eden ve cennete lâyık olan kimselerdir. Takvâ denilince, önce kalbe yerleşen tahkiki iman akla gelir. Peygamberimiz Efendimizin, “takvâ kalptedir” buyurmasının hikmeti budur. Sahih imana ve selim bir kalbe sahip olmadan bu vasfı elde etmek mümkün değildir.”(14)
İnsanın Allah (cc) nezdindeki değerinin, takvâsıyla sınırlı olduğu nassla sabittir: “Ey insanlar! Hakikat biz sizi bir erkekle, bir dişiden yarattık! Sırf birbirinizle tanışmanız için büyük cemiyetlere ve küçük kabilelere ayırdık! Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvâca en ileri olanınızdır.” (El Hucûrat Sûresi:13)
Bütün ibâdetlerin ve salih amellerin değeri, mükellefin kalbinde bulunan ihlâs ve ihsan unsuruna bağlıdır. İslâm uleması “Allahü Teâlâ’nın (cc) indirdiği hükümlere kalben teslim olmayı ve sadece O’nun rızası için ibâdet etmeyi ihlâs, ilâhi murakabe altında olduğunu bilmesini de ihsan kavramıyla izah etmişlerdir. Muhlis ve muhsin vasfına haiz olan kimselerin, yeryüzündeki hilâfet vazifelerini kolaylıkla edâ etmeleri mümkündür. İmam Seyyid Şerif Cürcani, ihsanı şöyle tarif etmiştir: “İbâdet ederken veya herhangi bir ameli edâ ederken Allah’ın (cc) murakabesini kalb gözüyle müşahede etmeye ihsan denilir.”(15)
Bu tarif, muhaddislerin “Cibril Hadisi” olarak vasıflandırdıkları haberde yer alan keyfiyete uygundur. Bilindiği gibi Cebrail’in (as) “İhsan nedir ?” sualine, Rasûl-i Ekrem (sav); “İhsan; Allah’ı görüyormuşsun gibi, O’na ibâdet etmendir. Zira sen Allah’ı görmüyorsan da, O seni görüyor”(16)
Cevabını vermiştir. Daima ilâhi murakabe altında olduğunu idrak eden bir mükellefin, ibâdetlerin zahiri ve batıni hükümlerini hafife alması mümkün değildir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İslâm âlimleri ilâhi tekliflerin sebebleri ve hikmetleri üzerinde durdukları gibi, ahkâma mahsus olan makâsıdın (gayelerin) ve vesâilin (vasıtaların) neler olabileceği üzerinde de durmuşlardır. İlâhi tekliflerin tamamı, bir hikmete mebnidir. İlâhi tekliflerde yer alan maslahatın, ‘ya faydalı olanı elde etmek (celb-i menfaat) veya zararlı olanı ortadan kaldırmak’ (def-i mazarrat) şeklinde tezahür ettiği bilinmektedir. İslâm fıkhında; illeti akılla kavranabilen hükümler bulunduğu gibi, teabbûdi olan hükümler de vardır. İslâm âlimleri, ilahi tekliflerin hikmetini ‘insanların dünya ve âhiret saadetlerine vesile olmakla’ sınırlandırmış ve bunu maslahatın temini olarak ifade etmişlerdir. Oruç ibâdeti, mükellefi cehennem ateşine karşı koruyan manevi bir kalkandır.
---------------------------------------------------------------------------------------
(1) Gadı Beyzavi- Envarû’t Tenzil ve Esrarû’t Te’vil- İst., 1303, C:l, Sh: 278
(2) Sahih-i Buhari- İst., 1401, C: 4, Sh: 142, K. Enbiya: 48
(3) Seyyid Şerif Cürcani- Et Ta’rifat- İst., ty., Sh: 146
(4) İbn-i Abidin- Reddü’l Muhtar- İst., 1983, C: 4, Sh: 228. Ayrıca Molla Hüsrev-Dürerü’l Hükkam- İst., 1307, C:l, Sh: 196
(5) Şeyh Nizamüddin ve Heyet- El Feteva-i Hindiyye- Beyrut: 1400, C: 1, Sh: 194
(6) Geniş bilgi için/ Mecmûatû’t Tefasir- İst., 1979, C: 1, Sh: 257, (Haazin böl); Ayrıca İbn-i Kesir- Tefsirû’l Kur’ân’il Aziym- Beyrut: 1969, C: 1, Sh: 213
(7) İmam-ı Serahsi- El-Mebsût- Kahire: 1324, Bsk. Ofset Beyrut: ty., C: 3, Sh: 55
(8 Sünen-i Nesai - İst., 1401, C: 4, Sh: 167
(9) İbn-i Hacer - Fethû’l Bari - Kahire: 1319, C: 4, Sh: 73
(10) Sahih-i Buhari - İst., 1401, K. Savm: C: 2, Sh: 228
(11) İbn-i Hacer - a.g.e - C: 4, Sh: 73
(12) Sünen-i Tirmîzî- İst.,1401, K. İmam: 5. Ayrıca Sünen-i İbn-i Mace- K.Fiten: 2
(13) Ragıp El Isfehani- El Müfredat- İst., 1986, Sh: 530. Ayrıca M. Hamdi Yazır-Hak Dini Kur’ân Dili- İst., 1938, C: 6, Sh: 4479
(14) İmam Fahrüddin-i Razi- Mefatihû’l Gayb- İst., 1308-1311, C: 1, Sh: 243 vd. Ayrıca İbn-i Kesir-Tefsirû’l Kur’ân’il Aziym- Beyrut: 1969, C:1, Sh: 39
(15) Seyyid Şerif Cürcani- Et Ta’rifat- İst., ty., Kaynak yay. Sh: 12
(16) Sahih-i Buhari - İst., 1401, Tefsirû’l Sûre: 31/2, K.İman: 37. Ayrıca Sahih-i Müslim - İst., 1401, K.İman: 57, Sünen-i Ebû Davud - İst., 1401, K.Sünne: 16