Osmanlı’da Ev Hayatı
“Osmanlı insanı” dediğimiz zaman hem bir şefkat manzumesini hatırlamalıyız, hem de bir cesaret âbidesini... Onların hepsini olmasa bile, birçoğunu “yürek adam” olarak tanımlamak mümkündür!
“Yürek adam” formasyonundan son derece mahrum bulunduğumuz, ama son derece büyük bir iştiyakla da istediğimiz bu hasrete acaba nasıl ulaşabiliriz?
Bunun için sihirli bir formül yok; hatta bunun bir formülü de yok. Öncelikle idarecilerin, ailenin, eğitim sisteminin ve toplumun bu konuda bir “ortak niyet” sahibi olması lâzım.
“Yürek adam”ların yetişmesinde sokaklar kadar mahallelerin, eğitim sistemi kadar yaşanan evlerin rolü var. Meselâ sayısız “yürek adam”ın yetiştiği Osmanlı evleri sözün tam anlamıyla “yaşanacak mekânlar”dı ve evin tamamı kullanılırdı. Gösterişe açılan tek bir kapısı bile yoktu. Her kapı insana açılır, her bölüm insanın kendini huzurlu ve mutlu hissedeceği şekilde tasarlanırdı.
Dün de söyledim: Osmanlı evleri yüksek tavanlıydı.
Tavanın yüksek oluşu insan ruhunu hem yüceltir, hem de ruha ferahlık ve sükûnet verir. (Alçak tavanlı “daire”lerde ruhumuz bunalıyor, sık sık depresyona giriyoruz).
Evlerin pencereleri karşılıklı birbirine açılırdı. Komşular pencereden pencereye “sohbet” eder, birbirlerine karşı muhabbetlerini artırırlardı. Ayrıca evde biten herhangi bir şeyi komşudan istemenin en kestirme yolu yine bu pencerelerdi: “Hû komşu, misafir geldi de bir içimlik kahveniz var mı?” diye başlayan sohbetler genelde koyulaşır, vakti unutturur, ama komşuluğu da geliştirirdi. (Evler üst üste binip “apartman” olduğundan beri balkon kapıları halı-kilim silkme kavgasına açılıyor, komşuluk da gitti gidiyor).
Tek veya çift katlı olan Osmanlı evlerinin alt katında kışın oturulan bir oda, mutfak, kiler ve ambar yer alırdı.
Alt kattan üst kata çıkışlar ahşap merdivenle sağlanırdı. Üst katta “divanhane” (buna başoda diyebiliriz), haremlik (kadınların bulunduğu bölüm), selâmlık (erkeklerin bulunduğu bölüm) olurdu. Bazılarında bir “yaz odası” (evin nispeten daha serin olan bölümü) bulunurdu.
Merdiven başındaki geniş mekânın adı “sofa” idi (“antre” diye bir yer yoktu). Sofadan odalara geçilirdi. Odalardan birinin sokağa bakan ve hane halkının dışarıyı görebilmesini sağlayan bir çıkması olurdu. Buna “köşk” denirdi.
Üst kat pencereleri “cumba”lı olup dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslenmişti. Kafesler, içeriden dışarıya bakanları değil, dışarıdan içeriye bakmak isteyenleri sınırlardı.
Odaların hemen hepsinde ısınmak, yemek pişirmek ve hatta aydınlanmak için birer ocak vardı. Bir de odalarda yatak ve yorganların konduğu bir “yüklük” olurdu. Yüklüğün bir köşesi banyo olarak kullanılırdı. (Asıl yıkanma yerleri, sağlıklı olduğu da kabul edilen şehir hamamlarıydı).
Osmanlı ailesi sofra bezi ya da “sini” denilen büyük bakır tepsi üzerinde yemek yer, yemek yediği mekânda oturur, gece olunca da yatakları serip uyurdu. Sabah yatakları kaldırıp hayata devam edilirdi. Odalar hemen hemen mobilyasızdı.
Yani evin her köşesi insana tahsis edilmiş, insanın yaşam alanı eşya ile sınırlandırılmamıştı. Bu da o mekânlarda yaşayanları rahatlatan bir faktördü. (Şimdiki evlerde insanın değil, eşyanın saltanatı var). Mobilya yerine, pencere kenarlarında divan ve sedirler, yerlerde çoğu zaman kilim, bazen halı ve yer minderleri bulunurdu.
Mimari anlayış tamamıyla Osmanlı insanının hayat görüşünün bir yansımasıydı. Evlerini kendi faniliklerini simgelercesine, kireç ve kerpiç gibi dayanıksız malzemelerden yaparken, cami, çeşme, kervansaray, hastane gibi hayır kurumlarıyla devlet binalarını, sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yaparlardı. Bu yansımanın bir boyutu “devlet-i ebed müddet” anlayışı, diğer boyutu ise “hayırda ebedileşme” arayışıydı.
Bu evlerde ve ortamlarda yetişen isimleri hatırlarsak, mekânın ve ortamın, çocuk yetiştirmede ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. İnsan “tesadüfen” yetişmez!