Esas Travma Travmasızlıktır
Son yıllarda toplum olarak yeni bir kavram öğrendik: Travma. Karşılaştığım hemen her ebeveynin beş cümlesinden üçü “travma” ve “pedagoji” kelimeleriyle bezenmiş durumda. “Bizim çocuğun da olumsuz hâlleri olur arada.” diyen bir anne babayla karşılaşmak hayli güç. Her türlü taşkınlık, sorumsuzluk, verimsizlik mutlaka pedagojik açıdan başkalarının davranışlarıyla ilgili olup çocuğa hiçbir sorumluluk payı bırakılmıyor. Çocuklar çocuktur ve çocukların çocukça işler yapması kadar doğal ne olabilir? Her adımını hesap etmemesi, bazen şımarması bazen bile bile hata yapması “çocukluk”tur. Ancak her ne hikmetse olağan ve günlük sorunları o büyük kaynağa ısrarla bağlıyor, işin içinden böyle çıkıyoruz. Nedir o? Travma.
Çocuğun birey oluşunun hiçe sayılması, hiç saygı duyulmaması, aşağılanması, fiziksel ve ruhsal şiddet görmesi ne kadar büyük zulümse çocuğa her şeyiyle bir yetişkin muamelesi yapmak, yaptığı her hareketi mantıklı bir sonuca dayandırmak istemek, basitçe hata yaptığını kabul etmeyip mutlaka psikolojik sebepler aramak da zulüm. Elbette her çocuk bir birey. Elbette seçimlerini yapmayı öğrenmeli. Ancak nasıl ki ateşi olan çocuğa “Şu anda tercih edersen seni soğuk suya sokacağız.” demiyorsak her istediği alanda onun beyanına göre iş yapamayacağımızı kabul etmemiz gerekiyor. Her istediğini elde etmekle mutlu olan kimdir? Dünya, her şeyiyle bir mücadele alanıyken hiçbir sorunu çözmemiş olan çocuğun birey oluşu nerededir?
“Bizim çocuk biraz hassastır da…”
Hiç koşu yapmayan birini düşünelim. “Birden uzun bir mesafe koşması gerektiğinde yolun karşısına geçip şöyle mi diyecek: “Şey, ben biraz hassasım da…” Çocuklara büyük yükler verelim de altında ezilsinler, demiyorum. Hayatın içinde zorluklar var diye ona sürekli zorlu bir yol sunmamız merhametli de değil. Ev, yuva, aile çocuğun dinleneceği, güven duyacağı, kendisini bırakabileceği ve emniyette hissedeceği en mühim alan. Bunu sağlamak hepimizin borcu.
Kendi sorumsuzluklarımızı onlara ödetip “Zaten hayat zor, şimdiden alışsın.” demek sadece kendimizi kandırmak, vicdan rahatlatmak ve haddi aşmak olur. Dolayısıyla gayemiz, onları hususi olarak sıkmak, onlara zorbalık etmek değil.
Çocuklara çocuk gibi değil de bir prens veya prenses gibi davranmak, dünya sadece onun etrafında dönüyormuş gibi hissettirmek nasıl sağlıksızsa kendi çocukluğumuzdaki zorluklar üzerinden çocuğumuzun isteklerini şımarıklık diye adlandırmak da sağlıklı değil. Her durum, kendi zaman ve koşulları içinde değerlendirilir. Bizim sahip olmadığımız imkânlar, bugünün çocukları için temel seviye sayılabilir. İstisnalar olsa da belli imkânlara ulaşmanın sıradanlaştığı bir çağdayız. Dolayısıyla çocuğumuzun etrafındakileri sürekli görmesiyle zaman zaman huysuzlanması, daha fazlasına sahip olmak istemesi bizi öfkelendirmemeli. Bununla birlikte öyle istiyor diye -mümkün olsa dahi- her istediği ona sunulmamalı. Bir nimeti beklemek, çaba göstermek, kaybetmeyi bilmek insan gelişimi için hayli önemli etmenlerdir. Çocuğumuzu bunlardan mahrum etmek, yetişkinliğe doğru onu daha tahammülsüz, sabırsız ve mutsuz kılacakken istediği her şeyi saçma ve gereksiz bulmak da aramızdaki bağı zayıflatacaktır.
Peki ya nedir sihirli kelime? Denge. Oysa bugün ebeveynler iki dengesiz uçta toplanmış durumda:
• Her hamle ve durumu travmatik açıdan değerlendirmekten sıradan, olağan anne babalığı deneyimleyemeyen, kendilerine zulmeden, yorgun ve mutsuz ebeveynler. Sürekli yetersizlik hisseyle boğuşup durmaktalar.
• Çocuğun algısını hiçbir şekilde önemsemeyip teknolojiyle uyuşturulmasına izin veren, çocuğun kendi kendine büyüyeceğine inancı fazlaca yüksek olan yorgun ebeveynler. Çocuğun hırçınlığıyla boğuşup durmaktalar.
Elbette bunlar sadece gözlem. Bilimsel bir veri, kesin bir yargı veya sonuç değil. Sokakta, okulda, misafirlikte, sosyal medyada, markette rastladığımız sahnelerin bir bölümü. İki ucun dışında kalan ebeveynler olduğu da muhakkak. Kendisini ve yavrusunu kabullenmiş, yavrusunun önemsenmesi için onun ısrarla üstün bir çocuk olduğunu ispat etmeye çalışmakla yorulmayan, sıradan ebeveynler de var. Nadiren de olsa görüyor, mutlu oluyoruz.
Herkesin en parlak olmak istediği yerde, sıradanlık göz alır. Bütün güzel renkleri, koku ve tatları aynı anda kullanmak yalnızca kargaşa doğurur. Bugün de olan bu: Her şeyden olmaya çalışırken hiçbir şey olamamak. Memnuniyetsizlikle dolup taşmak. Okunan bütün kitaplara, iştirak edilen seminerlere rağmen baktığımız zaman içimize sinmemiş çocuklar. “Bir sorun var.” hissiyle yorulup durmak..
Öyle ya da böyle herkes yorgun, hepimiz yorgunuz. İşin uzmanları psikologlar, pedagoglar dahi aynı konularda birçok farklı görüşe ve yönelime sahipken tek bir doğruya ulaşmak çok güç. Anne babalar için yürümeleri istenen yol hakikaten kolay değil. Bu yazı da bilirkişi yazısı değil. Ortak bir dert, muhasebe, birlikte ışığa doğru yönelme arzusu. Hiç okumamak akıl işi değil, her okuduğumuzun gerçek hayatta uygulanabilir olduğunu düşünmek hayal. Nasıl derler: O iş öyle olmuyor. Uzaktan konuşmak, karar vermek, mana vermek, ahkam kesmek hiçbir efor istemeyen nefse de pek haz veren hâller. Bu yüzden herkes birbirine parmağını sallarken kimsenin kimseyi duymak gibi bir derdi yok. Sanki birilerinin ne kadar kötü anne baba olduğunu konuşursak bizim anne babalığımız aklanacak, başarı hikâyemiz nihayet anlaşılmış olacak. Öyleyse bu yazıyı okurken komşuyu düşünmeyi bırakıp kendi evimizi önümüze koyarak bir adım atmış olalım.
Yolu bine böldük, başladığımız yere geri dönelim. Bizi buraya getiren kelimeye, travmaya. “İleride acı çekecek, dünya zor bir yer.” diyerek çocuğa boyundan büyük sorumluluk vermek, onu bile bile üzmek, onunla gülmemek, ona yuva olmamak, komik bir anısını paylaşamaz hâle getirmek, zalimliktir. Çocuğa verdiğimiz sözü tutmamak, çocuğa bir söz verdiğimizde bunu ehemmiyetli bulmamak onun çok ince yerlerini kırıp geçirmektir. Hayallerini dinlememek, meziyet ve mizacına uygun yolları onun için açmamak kanatlarını yavaş yavaş koparmaya eştir.
Ancak bunlarla birlikte; çocuğun çocuk olduğunu unutarak her kararı verebileceğine inanmak, “hayır” dememek, anne babasına saygısızlık yapmasına izin verip bunun özgürlük olduğuna inanmak zalimliktir. Ona yaşına uygun sorumluluklar vermemek, kaybetmeyi öğretmemek, üzülmesine, kırdığını tamir etmesine, denemesine, utanmasına hiç izin vermemek de zalimliktir. İnsana verilen duygular onun inşa sürecinin parçalarıdır. Hiç utanmadan, sıkılmadan, üzülmeden, uğraşmadan insan nasıl insan olur? Çocuğa zorla özür diletmek sağlıklı bir sonuç vermez, doğru. Çocuğa özür dilemesine gerek yokmuş gibi muamelede bulunmak da bir o kadar yanlış.
Aklı, kullansın; gözleri, görsün; kulakları, işitsin; kalbi, hissetsin diye var. Onun yerine hissedemem. Ona gelecek bütün üzüntüleri engellersem büyüyen yalnızca bedeni olur, kalbini genişletmesi için ona imkân vermemiş olurum.
Sonucunda küçücük kalan kalp, yetişkin olduğunda, hayatla başa çıkmayı beceremez. Para her şeyi çözemez. Çözmemelidir de. Şaşırmak, üzülmek, özlemek insan içindir. Bunları sürekli kapatmak, yok saymak, orada değilmiş gibi yapmak bizi daha mutlu değil, daha eksik kılar. Sonra bardak kırılır, ağlarız. Yas tutmak, hüzün duymak, zorlanmak bizim içindir. Birbirimize sarılabilir beraber ağlayabiliriz. Eğer ağlanacak yerde bunu yapmazsak o bambaşka bir yerde ortaya çıkar. Şaşırırız, şimdi ne oldu? Şimdi olmadı.
Demem o ki biz hayatın sahibi değil misafirleriyiz. Öyleyse her şeyi kontrol edebileceğimize, çocuğumuzu her şeyden koruyabileceğimize dair asılsız inancı kenara bırakalım. Biz, ancak gayret edebiliriz. Elimizden geleni yapıp dua edebiliriz. Ölüm ve acı yokmuş gibi yapamayız. Bir acı bize isabet etmişse çocuğu tümüyle bunun dışında bırakamayız. Şaşırmak, üzülmek, ağlamak travma değildir ama her şeyi travmatik bulan bir anne babayla büyümek hakikaten travmadır. Çocuğumuzun kusurları yokmuş gibi yapamayız, onun iyiliği için yapmamalıyız. Ne olur, onları hata ve kusurlarıyla oldukları gibi görsek, kızılacak yerde kızıp gülünecek yerde gülsek, bıraksak kendimizi?
Çocuk da insan biz de insanız, bunu unutmasak. Çocuğumuzun bir hatasıyla karşılaşınca hiç vakit kaybetmeden onu aklamaya çalışmasak. Veya yermek için hazır beklemiyor olsak. Öylece, itidalli, sıradan, olağan evlerde; kusurlu, mutlu, onarmayı bilen çocuklar büyüse. Cam fanuslarda bir bitki gibi mevsimsiz gelişimlerle büyüyüp -affedersiniz büyüyemeyip- bir gün gerçek toprağa konduğunda nevri dönmese.
Ne güzel olur!
Dilara Tekin
Öğretmen