Çağın Hastalığı Depresyon ve Sarsılmayan Bir İman
“Depresyona girdim”, “stresten kurtulamıyorum” sözlerini șu günlerde çok sık duyuyoruz ne yazık ki… Toplumun ahlakı değişmiş. İnsanlar birbirine yabancılaşmış, telefon, internet ellerden düşmez olmuş, iletişim kurulamaz olmuş. “Bizim zamanımızda böyle miydi?” diyen nice amcalarımız teyzelerimiz var. Evet, zaman değişince biz de değiştik, aslında zamanı değiştiren bizlerdik. Televizyon programlarında depresyon belirtilerini sayıyorlar; yaptığınız işlerden zevk almıyorsanız, sürekli uyumak, yalnız kalmak istiyorsanız, suçluluk değersizlik duygularına kapılıyorsanız ve aklınızda bin bir intihar planlarını kuruyorsanız siz bir depresyon hastasısınız.
Çareyi hekimlerde arayan hastalar, bir antidepresan ile hayata devam ediyorlar. Fakat antidepresan da çare değil, bağımlılık yapıyor ve bir sürü yan etkileri var. Ayrıca bırakıldığı takdirde, hasta boşluğa düşüyor ve intihara teşebbüs edebiliyor.
“Eskiden depresyon mu vardı” denilir. Bilemiyoruz, belki de… Çağımızın manevi hastalığının adını depresyon koymuşlar. Bu hastalık insanı hayattan koparıyor, ümitsizliğe sürüklüyor, bir felakete çağırıyor. Sürekli üzgün hissetmek, hayattan zevk alamamak insanın ruh halini alt-üst ediyor. “Ateş düştüğü yeri yakar” derler ya, bu “hastalık ateşi” de böyle bir şey. Yaşayan bilir ve hastanın halinden ancak hasta anlar. Haydi, bu ateşi birlikte söndürelim. İmanımızı bir güzel tazeleyelim. İman ne güzel bir nimettir, görelim.
Bu dünya hayatı bir imtihan yeri, imtihanı kazanan cennetle ödüllendiriliyor. Kur’ân’ı Kerim’de birçok ayet “Hüve’t-tevvâbu’r-Rahîm” ile bitiyor, yani “O tevbeleri çokça kabul edendir.” Allahu Teâlâ bizi bizden daha iyi biliyor, biz günah işlemeye meyilli yaratıldık. Eğer ki günah işlememek için yaratılmış olsaydık bu imtihan dünyasının bir anlamı kalmazdı veya Allah dileseydi hepimizi melek olarak yaratırdı o zaman kulluk nedir bilmezdik. Fakat öyle değil, Allah bizi yarattı, O’na kul olmak için, iman edip salih ameller işleyip HUZUR bulmak için.
Cenneti kazanmak zor değil, uyman gereken kurallara uyarsan, cennete buyur edilirsin. O yüzden insanoğlu şeytanın fısıldamalarına kulak asmamalı. Sinsice yaklaşıyor yanına ve diyor ki “Sen zaten günahkârsın, Allah seni affetmez!” Sonra huzurunu bozuyor. Düşmanımız ya, düşmanlık edip duruyor. Hatırla ey kul, Allah seni yoktan var etti, samimi gönülle tevbe edersen Allah senin günahlarını mutlaka affeder. Tıpkı bir alacaklının borçlu olana yaptığı jest gibi, borçlarını bir anda siler.
Evet, Allah buna hiç şüphesiz kâdirdir. O tevbeleri çokça kabul edendir. Sanki Yüce Rabbimiz bize her fırsatta “kulum üzülme” diyerek bizi zorla cennete götürüyor da biz de sanki inadına gitmek istemiyoruz. Şeytan ise bunu fırsat bilip sürekli fısıldıyor da fısıldıyor. Ya yaptığımız hayır işlerinde niyetimizi bozuyor, ya sevdiklerimizle aramızı. Parmağı olduğu bir iş vardır mutlaka. Eûzü besmele çekip ilk başta onun sinsice planlarından ve vesveselerinden âlemlerin Rabbi olan Allah’a sığınalım. Sığınalım da şeytanın elini, kolunu bacağını kıralım.
Bu yazımı okuyup anlayabiliyorsan, Türkçe biliyorsun veya Türk´sün. Ekseriyetle de, Türk isen Müslümansın. Müslümansan, enderlerdensin. Beş vakit ezan okunan bir ülkede yaşıyorsan, güzelliğin tam ortasındasın. Gayri müslim bir devlette yaşayanlar bilirler nedir onca Hristiyan, Musevi, ateist arasında dimdik Müslüman kalabilmek! Acınılacak durumdalar, çünkü İslamiyet’ten, o sarsılmaz imandan habersizler...
Kurtuluş İslam’dadır. İslam, Allah’ın buyruklarına iman etmektir. İman ne müthiş bir nimettir. Farkında mıyız acaba? İman, Allah’ın birliğine inanmaktır, O’na dayanmaktır, O’na müracaat etmektir, O’ndan yardım dilemektir. İmanı olmayan bir kimse hangi aciz kraldan, hangi çaresiz patrondan medet umar? Bir Müslüman, sebeplere riayet etmeli ve “el-hamdulillah iman nimetini tattım, benim dayanağım ALLAH´tır” demeli...
İmanımız olmasa, Rabbimiz olmasa, biz ne yapardık? el-Hamdulillahi âlâ ni‘meti’l-İslâm.
Rabbimiz bizi onca kâfir içinden seçip Müslüman olarak yarattı. Yaratmayabilirdi de. Bu iman nimeti için ne kadar şükretsek azdır. Hiç şükrediyor muyuz acaba?
“İman ahir zamanda elde tutulan kor gibidir.”hadis-i şerifini çokça düşünmemiz gerekiyor. Müslüman olarak güzel yaşayıp, İslamiyet´i güzel temsil etmeliyiz. Bu sayede gayri müslimlere güzel örnek olup, onların hidayetine vesile olabiliriz.
Peygamberimiz Hayber Gazvesi günü sancağı Hz. Ali Efendimize teslim ederken buyurdu ki: “Tâ Hayberlilerin sahasına ininceye kadar onların üzere sükûnetle yürü! Sonra onları İslam’a girmeye davet et! Ve onlara, İslam’da üzerlerine vacib olacak Allah’ın haklarını haber ver! Allah’a yemin ederim ki, senin sayende Allah’ın bir tek kişiye hidayet vermesi senin için, kırmızı tüylü develerin olmasından daha hayırlıdır.” (Buhari 7/3468, Müslim 2406/34)
Rabbim güzel yaşayıp, başkalarının hidayetine vesile olanlardan eylesin bizleri.
İman varsa her şey vardır. Ama tek başına iman yetmiyor, amel etmek gerekiyor. Amel etmeyenin durumu tıpkı bir lokmanın ağzında gevelenip durduğu gibi boğazda takılır, aşağıya inmez, inemez. Yüce Rabbimizin bizden istediği bir kaç şey var: Başta namaz kılmak. Allah diyor ki: “Kulum bana ibadet et, hem bu dünyada rahat et hem de ahirette…”
Allah’ın bizim O’na ibadet etmesine –hâşâ- hiç ihtiyacı yoktur. Ruhumuzun buna ihtiyacı vardır, her gün beş kez O’nun huzurunda durup, o başı secdeye “dank” edercesine koymaya bizim ihtiyacımız var. Çünkü Rabbimiz bizi o biçimde yaratmış. Hem o lezzet nasıldır? Tarif edilmez, edilemez. Kalbin hızlı atışı, ruhun bambaşka âlemlere göç edişi. Yaşayan anlar dedik ya, gerçekten de namaz kılmayan namaz kılanın halinden hiç anlamaz. Şair demiş ki:
Bir adım kaldı, bir adım da ne?
Cennet, alnını koyduğun secdede.
Dünyadaki cenneti tatmak mı istiyorsun? Koy alnını secdeye…
Allah’ın emirlerini yerine getiriyor muyuz? İnşallah getiriyoruz. Bu dünya imtihan yeri dedik ya… Allah’a kul oluruz, sıkıntılara sabrederiz sonra geçer gider 60-70 yıllık bir hayat. Sonrasında ebedî bir âlemde hayal edemeyeceğimiz güzellikleri tadarız inşallah. Sıkıntılar, hayatın tadı tuzu, sıkıntılar olmasa, rahatlığı bilemeyiz. Zıtlıkların yaratılmasındaki hikmet budur. Diyelim başına bir musibet geldi, sabret! Çünkü nasıl ki bu sıkıntı başına geldiyse, geldiği gibide gider. Hem Allah buyurmuyor mu “Allah kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile mükellef kılmaz.” (Bakara, 2/286)
Peygamber Efendimizin sabır tarifi ise şöyledir: “Sabır musibet ânındadır.” Bu musibet ânı da “bir ân”dır. Bir an gelir, o andan sonraki anlardaki üzüntü de azalır. Yavaş yavaş azalır, sonrada çekip gider. Bize düşen görev sabretmektir ve Allah’a yönelmektir. Bu yaşadığımız sıkıntının hikmetini bilemeyiz, şer gibi görünen olaylarda kim bilir ne hayırlar saklıdır...
Aciz bir kul olarak söylememiz gereken: “Tevekkeltü ‘alallâh…”
Yani ben yapmam gerekeni yaptım, ben ne kadar Allah’ı göremesem de, O beni görüyor ve biliyor. Ağzımdan çıkan samimi bir “hasbünallahü ve ni‘me’l-vekil” omuzlarımdaki o “ağır yükü” bir anda üzerimden kaldırır.
“Hasbünallahü ve ni‘me’l-vekil”deriz, çünkü O (c.c), vekil olarak yeter, çünkü O (c.c), dost olarak yeter.
Allah’tan başka kimimiz var bizim?
Bu yazımı az ve öz bir duayla noktalamak istiyorum.
Yüce Mevlamız depresyona girmiş olan hastalarımıza şifa versin.
Ümmet-i Muhammed’in de maddi-manevi hastalıklarına deva olacak manevi hekimler göndersin.
Âmin.