Hastalık ve Musibetlere Karşı Sabretmenin Mükafatı
Sabır “nefsi telâştan, dili şikâyetten, organları çirkin davranışlardan koruma, nimet haliyle mihnet hali arasında fark gözetmeyip her iki durumda sükûnetini muhafaza etme, Allah’tan başkasına şikâyette bulunmama” şeklinde tarif edilmiştir. İmam Gazâlî de sabrı “din duygusunun nefsânî arzu ve tutkuların baskısına karşı direnç göstermesi” diye tanımlamıştır.
Her kim Allah Teâlâ’nın azabından kurtulmak, sevab ve rahmetine ulaşarak cennete girmek istiyorsa nefsinin dünyevî istek ve arzularına gem vurmalı, karşılaştığı hastalık, musibet ve zorluklara karşı göğüs germelidir. Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah (dünyadaki zorluklara) sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân, 46)
Sabrın bazı çeşitleri vardır. Birincisi Allah Teâlâ’ya itaat üzerine sabretmek. Namaz kılmak, oruç tutmak gibi. İkincisi Allah Teâlâ’nın haramlarından kaçınma üzerine sabretmek. İçki, kumar, zina ve benzeri haramlardan kaçınma gibi. Üçüncüsü ise bela ve musibetlere karşı sabretmek.
Bir kudsi hadis’te şöyle buyurulmuştur:
“Allah (c.c) şöyle buyurdu: “Eğer herhangi bir kulum, başına belâ gelir de bana sığınırsa ona o daha istemeden istediği şeyi veririm. Onun duasına daha o dua etmeden icâbet ederim. Şâyet bir kulum da başına bir belâ isâbet ettiği zaman benim dışımda yarattığım bir şeye sığınır, ondan yardım isterse o kuluma da gökyüzünün bütün kapılarını kapatırım.” (İbni Kesir, K. Enbiya, 481)
Akıllı kimselerin belâ ve musibetlere sabretmeleri ve şikâyetçi olmamaları gerekir. Zira sabretmek dünya ve ahiret azabından kişiyi kurtarır. Çünkü bilinmelidir ki en şiddetli belâ ve musibetler Allah Teâlâ'nın peygamberleri ve velî kullarının başlarına gelmiştir.
Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) şöyle demiştir: “Belâ; âriflerin kandili, müridlerin uyarıcısı, mü’minlerin kurtuluşu ve gafillerin de helakidir.”
Mü’min kendisine gelen bela ile ancak imanın tadına varır, bu gelen belâ'ya rıza gösterir ve ona karşı sabrederek derece kazanır.
Bu konuda Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Bir kul hastalandığı zaman Allah Teâlâ ona iki melek gönderir ve onlara: “Kulumun ne yaptığına bakınız.” buyurur.
Şâyet o kul: ‘Elhamdülillah’ derse bunu Allah Teâlâ’ya iletirler -ki Allah (cc) bütün her şeyi en iyi bir şekilde bilmektedir-.
Cenab-ı Hak o kulu için şöyle buyurur: ‘Şâyet kulumun canını alırsam onu cennete sokmam, ona şifa verdiğim takdirde de onun etini daha hayırlı bir etle ve kanını daha hayırlı bir kan ile değiştirmem ve onun günahlarını örtmem o kulumun benim üzerimde ki hakkıdır.” (İman Malik, Muvatta, 1750)
İbn Atâ (k.s.) şöyle demiştir:
“Kulun gerçek mü’min olup olmadığı belâ ve rahatlık anında belli olur. Rahat günlerinde şükredip bela günlerinde şikâyet edip sızlanan kimse (kulluk ve mü’minlik iddiasında) yalancıdır.”
Şâyet bir kimse insanlar ve cinlerin bilgisine sahip bile olsa üzerine belâ rüzgârı estiği zaman başına gelenlerden dolayı şikâyet etmeye başlarsa o âlime ilminin ve amelinin faydası yok demektir.
Zira yüce Allah, bir hadis-i kudsi’de şöyle buyuruyor:
“Her kim benim takdirime razı olmaz, benim vermiş olduğu nimetlere şükretmezse kendisine benden başka Rab arasın.” (Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, 22, 320)
Allah Teâlâ’dan bela ve musibet istenmez. Devamlı olarak sıhhat ve afiyet istenir. Ancak musibet geldiğinde sabretmeyi de bilmeliyiz. Bunun için her namazda sürekli şu duayı tekrarlarız:
"Ey rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver, öteki dünyada da iyilik ver; bizi cehennem azabından koru" (Bakara, 201)
Amin.