AKIL VE İBRET
Cenab-ı Mevlâ’nın insana bahşettiği en büyük nimetlerden biri de akıldır. Akıl sayesinde varlıklar ve olaylar arasında alaka kurabilir, tecrübe ettiğimiz şeylerden bir neticeye varabiliriz. Diğer bütün nimetler gibi akıl cevheri de boşuna verilmemiştir. Aklımız sayesinde iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı bilir, cüz’î irademizi iyi ve doğrudan yana kullanırız. Yine akıl sayesinde hatalarımızdan dönme, doğruyu bulma ve hayırlı istikamete yönelme imkanı buluruz.
İnsanoğlunun evvel emirde aklını kullanması gereken husus, Allah Tealâ’yı bulmak ve O’nun bildirdiklerine tabi olmaktır. Müberrâ kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır.” (Âl-i İmran, 190)
Yer ve göklerde görülen ve görülmeyen, canlı cansız her varlığın var oluşunda ve hareketinde, Alemlerin Rabbi’nin sayısız tecellisi ve hikmeti vardır. Bütün varlıklar O’nun birliğine, yüceliğine ve sonsuz kudretine işaret eden açık delillerdir. Kur’an-ı Kerim bu işaret ve deliller üzerinde düşünmeyi emreder ve “Buyruğu ile göğün ve yerin ayakta durması, O’nun varlığının alametlerindendir.” (Rum, 25) buyurur.
Cenab-ı Mevlâ bize akıl vermiş fakat bu aklın kabiliyetini de belli bir yerde tutmuş, sınırlamıştır. Dolayısıyla bilim ve teknolojide hangi seviyeye ulaşırsak ulaşalım, her şeyin aslını ve hakikatini idrak edemeyiz. Dünyaya niçin ve nereden geldik, nereye gideceğiz, hayatiyetin sırrı nedir, sonsuzluk nasıldır gibi sorular aklın idrak alanının dışındadır.
Allah Tealâ bizlere kainat üzerinde tefekkür etmeyi emrederken, yaradılışın bin bir rengi ve ihtişamı karşısında acziyetimizi fark etmeyi, asıl kudret sahibine yönelmemizi murad etmektedir. Bu yüzden Kur’an-ı Hakim’de yağmurun yağmasına, devenin ya da sivrisineğin yaratılışına ibret nazarıyla bakmamız istenir. Böylece alıştığımız için fark edemediğimiz, küçük ya da basit gördüğümüz için önemsemediğimiz varlıkların da ne harika bir sanatla yaratıldığını anlamamızı ister.
İnsanın üzerinde düşünüp ibret alacağı hadiselerden biri de ölümdür. Cenab-ı Mevlâ bir tefekkür vesilesi olarak müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ölümü sıkça zikretmektedir.
Ömrümüz boyunca pek çok ölüme şahit olur, fakat bunlardan kendi akıbetimize dair ders almakta gaflete düşeriz. Fakat en yakınımızdan biri vefat ettiği zaman ya da bir cenazenin defnine katıldığımızda etkileniriz. Belki bu hikmete mebni olarak cenazenin hazırlanmasından ve defninden en yakınları sorumludur.
İşte “Her nefs ölümü tadacaktır.” ( Âl-i İmran, 185) ilahî hükmünü hatırlamak, dünyanın faniliği karşısında ebediyeti aramak ve ona göre bir hazırlığın tedarikine girişmek aklın insana sağladığı bir imkandır.
Büyük alim ve ârif zatlardan İmam Şa’ranî k.s., şu kıssayı nakleder:
“Bir defasında Amr b. Zer rh.a., kimsenin katılmak istemediği bir günahkârın cenazesine katılır. Adamı kabre koydukları vakit Amr b. Zer onun için şöyle der:
– Allah Tealâ sana merhamet etsin. Sen tevhid üzere, imanla ruhunu teslim ettin. İnsanlar her ne kadar aleyhine konuşsa da sen yüzünü toprağa sürdün. Muhakkak sen çok günahkâr birisin, fakat hangimiz günah işlemiyor, hata yapmıyoruz ki?
Amr b. Zer’in bu konuşması üzerine orada bulunanlar gözyaşlarına boğulurlar.”
İnsanoğlunun aklını kullanıp ibret alacağı, kendi hayatı için dersler çıkartacağı hususlardan biri de kendisinden önce yaşamış olanların hayatlarıdır. Bu yüzden müberrâ kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Mevlâ eski kavim ve kimselerin kıssalarını anlatmış, ibret almamızı istemiştir. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. de eskilere dair birçok kıssa anlatmış, böylece kendisi de eskilere karışacak olan bizlerin gerekli dersleri çıkarmamızı istemiştir.
Bizlere nasihat eden, menkıbeler ve kıssalar anlatan alimlerimizin maksadı da aynıdır. Gönül gözümüzü açmak, günübirlik yaşayıp giderken paslanan aklımızı kullanmamızı sağlamaktır. Yanlışı yaşayarak tecrübe etmek büyük bir imtihandır. Sonrasında istikamet bulmak herkese nasip olmayabilir. Dolayısıyla başka tecrübeleri okuyup dinlemek ve onlardan ibret almak akla daha muvafıktır.
Mesela Şeyh Sadi Şirazi k.s. kısa bir kıssada biri hak üzere diğeri yanlışta olan iki kardeşin hayat hikâyesini anlatmış ve her ikisinin de akıbetini göstermek istemiştir. Hikâye şöyle:
“Doğuda babası bir, annesi farklı iki kardeş yaşardı. İkisi de askerlikte yetenekli, kılıç ve ok kullanmada usta, iyi huylu ve bilgin idiler. Bir hükümdar olan baba, oğullarının yiğit ve savaşçı olduğunu görünce ülkesini ikiye böldü. Yarısını birinin, yarısını da diğer oğlunun idaresine verdi. Böylece ölümünden sonraki taht kavgasını engelleyeceğini düşünmüştü.
Oğullar kendi payıyla yetiniyordu. Servet de asker de sayılamayacak kadar çoktu. Şehzadelerden biri adaletle iş görür, halkına sevgiyle davranırken diğerinin gözünü hırs bürüdü. Daha çok servet için yönetiminden sorumlu olduğu insanlara zulmetmeye başladı.
Âdil olan oğul, bağış ve ihsanı adet edinmiş, yoksul ve düşkünlere yardım ediyordu. Misafirhaneler, tekke ve dergâhlar, aşevleri ve hastaneler yaptırıyordu. Hazinesi boşalıyor, fakat halkı zenginleşiyordu. İnsanların mutluluğu için çalışıyor, bu yolda başarı için gece gündüz Allah’a yakarıyor, şükrediyordu.
Öteki şehzade ise taç ve tahtı için halka zulmetti. Kendi zenginliği uğruna halkından ağır vergiler topladı. Ticaret yapanların varlığına göz dikti. Güçsüzleri korumak bir yana, onları daha düşkün hale düşürdü. Fakat aslında kimseye değil, kendine fenalık yapıyordu. Hırs gözünü kör ettiğinden, kötülüğünün nelere yol açacağını göremiyordu. Zorla topladığı vergileri kendi gücü ve güvenliği için kullanıyor, askerini doyurmuyordu.
Çok geçmeden duruma itiraz eden sesler yükselmeye başladı. Askerleri dağıldı, tüccarlar alışverişi bıraktı, çiftçiler ekin ekmedi, halk yoksullaştı ve nihayet kıtlık baş gösterdi. Bu durumu fırsat bilen düşmanları harekete geçti, ülkeye dört bir yandan savaş açıldı. Sonuçta ülkesi talan edildi, uğruna herşeyi göze aldığı tahtı yerle bir oldu. Artık halk ülkeyi terk ediyordu. Ülkeyi işgal edenler, geride kalan halkın iyilerince şöyle alkışlandı: ‘Bahtiyar olun, zulme son verdiniz. Ülkenin sahibi âdil ve esirgeyici olandır.’
İki kardeşten geriye birer isim kaldı. Biri iyilik, diğeri kötülükle anıldı.”
Böyle nice hikâyeleri okuyor ve dinliyoruz. Kimi gerçek hikâyeler kendi aramızda ya da yanıbaşımızda cereyan ediyor. Akıl sahibi kişi yaşadığı, gördüğü, duyduğu hiçbir şeyin tesadüfî olmadığını anlar, gerekli dersleri çıkarır.