İlahi Armağan
Ey oğul!
İki adım vardır ki, eğer bu iki adımı atabilirsen Hakk’a ulaştın demektir. Eğer kalbin ve ruhunla, dünyayla ahiretten birer adım, nefsinle diğer insanlardan da birer adım uzaklaşabilirsen, Hakk’a ulaşmış olursun. Sen, kalbin ve ruhun ile bu zahirleri terket. İşte o zaman önce başlangıçta, sonra da sonda Hakk’a vâsıl olursun. Sen önce başla. İlk adımı at. Onu tamamlamak, Aziz ve Celil olan Allah’a düşer. Başlamak senden, bitirmek de Aziz ve Celil olan Allah’tan.
Öyle yatağında, yorganının altında ve kapalı kapılar ardında miskin miskin durma. İş ara. Çalışmak istediğini söyle.
Eğer bina sağlam bir temel üzerine oturtulursa, yıkılmaz. Yerinde karar kılar. Sağlam bir temel üzerine oturtulmadığı taktirde ise, kısa zamanda çöker, yıkılır. Tıpkı bunun gibi, eğer sen de kendi halini dinin zahir hükümleri üzerine oturtursan, hiç kimse ona noksanlık veremez, herhangi bir yerinde gedik açamaz. Fakat eğer dinî hayatını onun zahir hükümleri üzerine oturtmazsan, durumun sağlam olmaz. Dinî hayatının bir tarafında bir gedik açılabilir. Temel çürük olduğu için, bir mertebeye de ulaşamazsın.
Allah yolunda halka hitab etme yetkisi insanlardan, onların da salihlerinden, pek ender kişilere nasib olur. Salihlerin adeti susmak, sükut etmek, mümkün mertebe konuşmamak, daha çok dinlemek ve tefekkür etmektir. Gerçi konuşmakla görevlendirilenleri de vardır. Böyleleri, istemeyerek ve her türlü meşakkatlere katlanarak konuşurlar. Bu konuşmalardan sonra, hakikatler aşikar hale gelir. İmam-ı Ali Efendimiz, bu konularla ilgili bazı sözlerinde şöyle der:
- Eğer perde kaldırılmış olsa, imanımdaki kesinlik ve sarsılmazlıkta hiçbir artış olmaz. (İmanım o derece sağlam, kavi ve sarsılmaz bir noktaya gelmiş ki, hakikatlerin önündeki perdenin kalkmasının bile imanıma vereceği bir sağlamlık yok.)
- Görmediğim Rabbe ibadet etmem. (İbadet sırasında Rabbimi görüyorum.)
- Kalbim bana Rabbimi gösterdi.
İlim, kâmil âlimlerin ağzından öğrenilir. Âlimlerin meclislerinde hüsn-ü edeple oturunuz. Onlara itiraz etmeyiniz. Onların meclislerine, ilim ve irfanlarından yararlanmak maksadıyla gidiniz. Başka maksatlarla gitmeyiniz. Ta ki, ilimlerine siz de nail olasınız. İlim ve irfanlarının bereketi size de gelsin. Faydaları, size de şamil olsun.
Ariflerin yanında, sükut ederek oturunuz. Zahidlerin yanında, onlara rağbet edip ilgi göstererek oturunuz.
Arif, içinde bulunduğu her anda, Allah’a, bir önceki andan daha yakındır. Arifin, İzzet ve Celâl sahibi Rabbine karşı beslediği huşu, tevazu ve alçakgönüllülük, her gelen an yenilenir. O, gaipten değil, hâzırdan korkar. Yani onun nazarında Rabbi, her an hâzır ve nâzırdır, gaib değildir. Huşusunun artması, Rabbine olan yakınlığının artması nisbetindedir. Rabbinin huzurunda dilsizliğinin artması, O’nu müşahedesinin artması kadardır.
Kim ki Aziz ve Celil olan Allah’ı tanırsa nefsinin, hevasının, tabiatının, âdetinin ve bedeninin dilleri tutulur, dilsiz olur.
Buna karşılık kalbinin, özünün, halinin, makamının dilleri açılır. Onlar tutulmaz, dilsiz olmaz. Nail olduğu nimetleri açığa vurarak konuşurlar. İşte bunun içindir ki arifler, daha çok sükut ederek otururlar. Ta ki, kendilerinden faydalanılabilsin. Kalplerinden fışkıran irfan şarabından içilebilsin.
Kim ki İzzet ve Celâl sahibi Allah’ı bilenlerle haşır neşir olmayı arttırırsa, o, nefsini bilir. Rabbine karşı da daha çok mütevazi olur. İşte bunun içindir ki, şöyle denir:
-Nefsini bilen, Rabbini bilir.
Nefs, kul ile Rabbi arasında bir perdedir. Nefsini tanıyan, Allah’a da, yaratıklara da mütevazi davranır. Nefsini tanıyan, ondan sakınır. Onu tanıdığı için Allah’a şükreder. Bilir ki, Allah ona nefsini, sırf kendisinin dünya ve ahiret iyiliğini istediği için tanıtmıştır.
Arifin zahiri Allah’a şükür ile, bâtını da O’na hamd ile meşguldür. Zahiri yükselmekte, bâtını toparlanmaktadır. Neşesi içindedir, kederi dışındadır. Bu, sırf halini gizlemek için böyledir. Arif, müminin aksine bir hal içindedir. Zira müminin kederi kalbinde, yani içindedir, sevinci ise yüzünde, yani dışındadır.
Nefsini bilen, bütün hallerinde müminin aksi bir halde bulunur. Mümin, hal sahibidir. Hal, değişikliklere uğrar. Arif ise makam sahibidir. Makam değişikliklere uğramaz, sabittir.
Allah dostlarının mecnunluğu, tabii adetleri, nefsani ve hevaî fiilleri terketmek ve şehvani, nefsani zevklere karşı koyar olmak demektir. Yoksa, aklını kaybetmiş deliler anlamında mecnunlar değillerdir.
Allah’ın rahmeti üzerine olsun, Hasan Basri Hazretleri şöyle der: “Eğer siz Allah dostlarını görmüş olsaydınız, onların deli olduklarına hükmederdiniz. Onlar da sizi görmüş olsalardı, bir an bile Allah’a inanmamış olduğunuza hükmederlerdi.”
Bence, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapan kişi, inzivaya çekilmiş bin abidden daha hayırlıdır. Zira abid, nefsi kendisini helâke sürüklemesin diye inzivaya çekilmiş, böylece onunla mücahedeyi, bir bakıma terketmiş demektir. Eğer nefsi kalbe ve öze tâbi olduğu bir halde inzivaya çekilmişse, bu makbuldür. Zira bu durumda nefs, onlara tâbi olur. Onların görüşünden çıkmaz. Onlarla birlik olur, aralarında fark kalmaz. Kalp ile özün emrettiğini, nefs de emreder. Onların yasakladığını o da yasaklar, onların seçtiğini o da seçer. Bu taktirde nefs, nefs-i mutmainne haline gelir. Kalp, öz ve nefs, hepsi de bir gayede ve bir hedefte birleşirler. Nefs bir mertebeye erdiği zaman, onunla mücahede gevşetilebilir.
Kur’an Yaratık Değildir
Ey ahali! Allah’ın kitabına hürmet ediniz. Onunla edepleniniz, onunla ahlâklanınız. O, Allah ile sizin aranızda yegane vuslattır. Allah ile sizi birbirinize bağlayan yegane bağdır.
Kur’an’ı mahlûk, yani sonradan varedilmiş bir şey saymayınız. O, sonradan yaratılmış herhangi bir varlık değildir.
Bilakis, Allah’ın ezelî, ebedî kelâmıdır. İzzet ve Celâl sahibi Allah, Kur’an için, “Bu benim kelâmımdır,” deyip dururken, siz, “Hayır, o senin kelâmın değildir,” demeyin. İmam Şafii ile İmam Ahmed (b. Hanbel) şöyle derlerdi:
“Kalem mahlûktur, sonradan varolmuştur. Fakat kalemin mushaflara yazdığı, mahlûk değildir. Kur’an’ı ezberleyen kalp, zihin, mahlûktur, sonradan varolmuştur. Fakat ezberlenen şey, mahlûk değildir.”
Gizli Şirk (Putperestlik)
Ey oğul!
Sen hiçbir şey üzerinde değilsin. Senin müslümanlığın da sıhhatli değil. İslam, üzerine bina kurulan temelin ta kendisidir. Senin şehadet getirmen de tam olmamış, eksik. Zira dilinle Lâ ilâhe illallah: “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyorsun, fakat kalbinle bunu yalanlıyorsun. Kalbinde, içinde birçok ilâhlar var. Senin, devlet büyüklerinden ve mahalli idarecilerden korkman, içinde birer ilâhtır. Kendi çalışmana, kendi kazancına, kendi gücüne kuvvetine, kendi kulağına, kendi gözüne, kendi zorbalığına güvenmen, içinde birer ilâhtır. Zararı, faydayı, bir nimete nail olmayı, bir nimetten yoksun kalmayı insanlardan bilmen, içinde birer ilâhtır. İnsanların çoğu, kalpleriyle, işte bu saydıklarımıza güvenirler, dayanırlar. Fakat kendilerine sorarsan, Allah’a dayanıp güvendiklerini söylerler.
Lâ ilâhe: “Hiçbir ilâh yoktur,” dediğin zaman, bununla toptan bir reddi (nefyi) onaylıyorsun. İllallah: “ancak Allah vardır,” dediğin zaman ise, yine Allah için toptan bir kabulü (ispatı) onaylamış oluyorsun. Bu durumda, her ne zaman kalbin, Hak’tan gayrı bir şeye dayanır, güvenirse; o zaman yukarıdaki külli ispatında yalancı durumuna düşmüş, yani kendi kendini yalanlamış oluyorsun. Kendisine dayanıp güvendiğin o şey de, senin ilâhın oluyor. Gerçek ve fiili durum budur. Zahire itibar yoktur.
Kalbinde birçok ilâh varken, sen nasıl Lâ ilâhe illallah: “Allah’tan başka ilâh yoktur,” diyebilirsin? Allah’tan başka güvenip dayandığın her şey, senin putundur. Kalbinde şirk, yani ortak koşma bulunduğu müddetçe, dilinle Kelime-i Tevhid’i söylemen sana fayda vermez. Kalp pis oldukça, bedenin temiz olması sana yarar sağlamaz.
Tevhid ehli, şeytanını ezer. Şirk ehlini ise şeytanları ezer. İhlas, sözlerin de, amel ve fiillerin de özüdür. Zira gerek sözler, gerekse fiil ve ameller ihlastan, içtenlikten yoksun bulundukları an, özü olmayan birer kabuk, birer posa haline gelirler. Kabuk ve posa ise ancak ateşte yanmaya yarar; ateşte yandıktan sonra iş görecek hale gelir.
Ey ahali! Nefsleriniz uluhiyet (ilâh olma) iddiasında. Fakat sizin bundan haberiniz yok. Zira nefsleriniz, Hakk’a karşı büyükleniyorlar, kibirleniyorlar. Onlar, Allah’ın muradının gayrını istiyorlar. Onlar Allah’ı sevmiyorlar, bilakis, O’nun düşmanı lanetlik şeytanı seviyorlar. Allah’ın ezelde takdir ettiği kaderleri gelmeye ve vuku bulmaya başladığı zaman, olanlara boyun eğmiyorlar, teslim olmuyorlar, sabredip tahammül göstermiyorlar. Bilakis itiraz ediyorlar, kaderle çekişiyorlar. İslam’ın hakikatinden onların haberi bile yok.
Senin kendisine güvenip ümit bağladığın her şey, senin ilâhındır, mabudundur. Kendisinden korktuğun veya kendisine ümit bağladığın her şey, senin ilâhındır, mabudundur. Esas sebep olan Allah’ı tamamen unutarak, zararın da, faydanın da kendisinden geldiğini kabul ettiğin her şey, senin ilâhındır, mabudundur. Fakat kısa bir süre sonra görürsün sen. Allah, kendisini bırakıp da güvendiğin ve bağlandığın ne varsa hepsini alır.
Şu hususu iyi bil ki, bütün eşya, sadece Allah’ın hareket ettirmesiyle hareket eder, durdurmasıyla durur. O’nun iradesi ve kuvveti olmadan, ne duran bir şey harekete geçebilir, ne de hareket etmekte olan bir şey durabilir. Kişi bu hususu böylece bilip kabul eltiği zaman, artık insanları ve diğer varlıkları Allah’a ortak tanıma yükünden ve suçundan kurtulur. Allah’a şirk koşmaz.
Melekler içinde resim, suret bulunan eve girmezlerse, içinde bir sürü suretlerle putlar bulunan senin kalbine Allah nasıl girer? Allah’tan gayrı her şey bir puttur. Öyleyse sen, putları kır. Evi temizle.
Ey dünyaya kulluk edenler! Ey ahirete kulluk edenler! Siz, Allah’ı da, dünyayı da, ahireti de bilmiyorsunuz. Kiminizin putu dünya. Kiminizinki ahiret. Kiminizinki insanlar. Kiminizinki zevkler, nefsani arzular. Kiminizinki övülme, halktan tasvip görme, alkış toplama.
Allah dışında her şey, bir puttur. Kişi Allah’tan gayrı neye bağlandı ve neye gönül verdiyse, o onun putudur.
Senin bütün umudun insanlar. Her şeyi onlardan bekliyor, onlardan umuyorsun. Korkun da onlardan. Hep onlardan korkuyorsun. Bu hal, Rabbine şirk koşmaktır, ortak tanımaktır.
Bu zaman, ahir zamandır. Bu zamanda çoğu insanların mabudu, paradan ibarettir. Bu zaman insanlarının çoğu, Musa Aleyhisselam’ın kavmine benzedi. Yahudilere benzedi. Onlar, altın buzağıyı kendilerine mabud edinmişlerdi.
Bu zamanın insanının altın buzağısı da paradır. Parayı kendine mabud edinmişsin, Rab edinmişsin. Paraya tapıyorsun. Senin Allah’ın para.
Hükümdarlar, devlet büyükleri ve ikbal sahipleri, halktan birçoğunun nazarında birer ilâhtır. Dünyevî imkânlar, zenginlikler, sıhhat, afiyet, kuvvet ve kudret, birçok insanların nazarında birer ilâhtır. İnsanların birçoğu, bunlara ve benzeri şeylere taparlar...
Dünya zorbalarına, zenginlerine, firavunlarına ve hükümdarlarına saygı gösterip Allah’ı unuttuğun ve O’na saygı göstermediğin takdirde, senin hakkındaki hüküm de, putlara tapanlar hakkındaki hüküm gibidir. Sen de putuna saygı gösterenlerden olursun. Putlara kulluk etme, onları yaratana kulluk et. İşte o zaman, putlar sana boyun eğecektir.
Sen, namazda iken bile yalan söylüyorsun. Mesela namaza dururken ve gene namaz sırasında, “Allahu Ekber” (Allah her şeyden büyüktür) diyorsun. Böylece yalan söylemiş oluyorsun. Çünkü senin kalbinde, Allah’tan başka bir ilâh vardır. Kendisine güvenip bağlandığın her şey, senin ilâhındır, mabudundur. Kendisinden korktuğun ve kendisine ümit beslediğin her şey, senin ilâhındır, taptığındır.
Kendisinde Allah’tan başka bir şey bulunduğu müddetçe, senin kalbin için kurtuluş yoktur. Eğer sen, taşlar üzerinde Allah’a bin yıl secde etsen, değil mi ki kalbinle O’ndan başkasına yöneliyorsun, sana bu secdeler hiçbir fayda vermez.
Mevlâsından başkasını sever oldukça, o kalp için iyi bir akibet yoktur. Allah’tan başka her şeyi kalbinden yoketmedikçe, saadete eremez, bahtiyar olamazsın.
Nefs
Ya İslam’ın bütün şartlarını hakkıyla yerine getir, ya da aksi halde, “Ben müslümanım,” deme. Sen nefsinle beraber olmaya devam eltiğin müddetçe, bu mevkiye erişemezsin. Sen, nefsinin heveslerini, arzularını ve zevklerini kendisine vermeye devam ettiğin müddetçe onun kaydındasın, onun ipine bağlısın. Nefsinin hakkını ver, fakat heveslerine, arzularına ve zevklerine engel ol. Onun bekası, kendisine haklarının verilmesiyledir. Helâkı ve mahvolması da, hazlarının, heveslerinin ve arzularının verilmesiyledir. Nefsin hakları, ihtiyaç miktarınca yiyecek, içecek, giyecek ve meskendir. Hazlar ise zevk aldığı şeyler ve şehvetler, heveslerdir. Onun haklarını şeriat elinden al, yani şeriatın ölçüleri dahilinde kendisine haklarını ver. Hazlarını, Allah’ın ilmindeki ilâhi takdire bırak. Ona daima helâl şeyler yedir, asla haram yedirme. Aza kanaat et. Yeter ki helâl olsun. Nefsini buna alıştır. Eğer ilâhi takdirde senin için daha fazlası varsa ve gelirse, o da senindir.
Eğer felah, kurtuluş istersen, Rabbine itaat konusunda nefsine muhalefet et, karşı gel. Eğer nefsin Allah’a itaate yönelirse, muvafakat et. Allah’a karşı günah işlemeye yönelirse muhalefet et, karşı koy.
Nefsinle beraber olmaya devam ettiğin müddetçe, insanları ve diğer varlıkları tanıyamazsın. İnsanlarla beraber olmaya devam ettiğin müddetçe de, İzzet ve Celâl sahibi Hakk’ı tanıyamazsın.
Nefs, daima kötülüğe meyillidir. Bu onun fıtratıdır, yaratılışıdır, tabiatıdır. Nefsle bütün hallerde mücahede et. Nefsi mücahede ile yumuşat, erit. Zira o, eridiği ve serkeşliğini yitirdiği zaman, akl-ı selime ve kalbe teslim olur. Sonra kalp, sırr’a, öze teslim olur. Öz de, İzzet ve Celâl sahibi Hakk’a teslim olur. Böylece hepsinin kaynağı, oraya dayanır. Nefsi yumuşatıp eritme işini tamamladığın zaman, sana kalbin yönünden şöyle seslenilir:
“Nefslerinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphe yok ki, Allah ziyadesiyle merhametlidir,” (Nisa, 4:29).
Sen, nefsin boş ve bâtıl emellerini kır. İşte o zaman, o sana itaat edecek, senin istediğin noktaya gelecektir.
Nefsini tedavi etmeye çalış. Ona de ki:
- Yaptığın iyilikler kendi lehine, kötülükler de gene kendi aleyhinedir. İyilik de yapsan, kötülük de yapsan, sonucu kendine dönecektir.
Nefsine karşı mücahede et. Onun kötü duygularını söküp atmak için savaş. Ta ki doğru yolu bulana kadar.
İzzet ve Celâl sahibi Allah şöyle buyurur: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere gelince, onları elbette doğru yolumuza eriştiririz,” (Ankebut, 29:69). Ve gene, “Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder,” (Muhammed, 47:7).
Nefse asla genişlik verme, müsamaha gösterme. Onun isteklerine uyma. İşte o zaman felah bulur, kurtulursun. Onun yüzüne hiçbir zaman gülme. Bin sözünden ancak bir tanesine cevap ver. Ta ki ahlâkça güzelleşinceye, sükunet buluncaya ve kani oluncaya kadar. Eğer senden zevklerle ve hevaî arzularla ilgili bir şey isterse, hep ileriye at, tehir et ve kendisine de ki:
- Heveslerini cennete sakla!
Onu, mahrumiyetin acılığına sabrettir. Ta ki lütuf ve ihsan gelsin. Eğer onu sabrettirirsen ve o da sabrederse, Aziz ve Celil olan Allah, onunla beraber olur. Zira, şanı yüce olan Allah şöyle buyurur: “Hiç şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir,” (Bakara, 2:153).
Nefsinin hiçbir sözünü kabul etme. Zira o, mutlaka şerre meyleder. Onun senden yapılmasını isteyeceği şey, mutlaka şerdir. Eğer isteğine cevap verecek olursan, cevabın mutlaka menfi olsun. Nefse muhalefet etmek, onun düzelmesine vesile olacak bir harekettir.
Nefs ile Hak, bir arada bulunmaz. Dünya ile ahiret bir arada bulunmaz. Kim ki nefsi ile birlikte ise, o, Cenab-ı Hak’la beraberliği kaçırmıştır.
Sabırlı ol. Allah’ın emirleri ve yasakları doğrultusunda hareket etmekte tahammül göster. Eğer sabrın tam ve kâmil olursa, rızan da tamamlanır, kemâle erer. Olumsuz hareket ve davranışlardan sıyrılmışlık halin ortaya çıkar. Senin yanında, her şey güzel olur. Her hareket ve davranış, Allah’a şükre dönüşür. Allah’a uzaklık, yakınlığa dönüşür. Allah’a şirk koşma, ortak tanıma halleri, tevhide dönüşür. Artık insanlardan ne zarar görürsün, ne de fayda. Senin için zıtlıklar kalmaz. Tersine, kapılar ve yönler birleşir. Sadece bir tek yön görürsün. Bu nokta öyle bir haldir ki, insanların büyük çoğunluğu onu anlayamaz, idrak edemez. Diyebiliriz ki bu seviye, ancak milyonda bir insana nasip olur. Ve son nefesine kadar devam edebilir.
Allah’ın huzurunda, bu seviyeye erişmiş olarak ölmeye çalış. Daha ruhun bedenden çıkmadan önce, sen nefsini öldürmeye gayret et. Onu, sabırla ve hevai isteklerine karşı gelerek öldür. Yakında, böyle hareket etmenin faydasını ve güzelliğini göreceksin. Sabrın biter. Yani sabretme zamanları sınırlıdır. Sabretme süresi tamamlandıktan sonra, ardından mükâfatını toplama faslı başlar. Sabrın mükafatı bitmez.
Ben, sabrettim. Sabrın sonunun da daima güzel olduğunu gördüm. Önce öldüm. Sonra beni diriltti. Onunla beraber oldum, onunla beraber malik oldum. Seçim ve iradenin terki hususuda nefsimle cihad ettim, savaştım. Sonuçta, benim için yukarıda bahsettiğim haller hasıl oldu.
Önce bana gel. Beni ziyaret et. Sonra da Kâbe’ye git, orayı ziyaret et. Ben Kâbe’nin kapısıyım. Bana gel, ta ki nasıl haccedeceğini sana öğreteyim.
Sen, mânâya, muhtevaya ve öze değil, şekle rağbet ettin, şekilciliğe ilgi gösterdin. Benim sohbetimi isteyen, kendisine söylediklerimi kabul etsin, onların gereği ile amel etsin. Ben nasıl hareket ettiysem, o da öylece hareket etsin. Aksi halde, benim sohbetime katılmasın: Zira bu şekilde hareket etmeyen, kârdan çok zarar eder.
Ben bir ziyafet sofrasıyım. Fakat kimse benden bir şey yemiyor. Kapı açık, fakat oraya kimse girmiyor. Ben size hakikatleri kaç kereler söyledim. Fakat siz beni dinlemiyor, sözlerime kulak vermiyorsunuz. Ben bu söylediklerimi sizin için, sizin iyiliğiniz için söylüyorum. Kendim için söylemiyorum.
Ben ne zaman ki kalbimden dünya sevgisini çıkarıp attım, işte o zaman bu mertebeye ulaştım. Senin tevhidin nasıl doğru olabilir? Sen Resulullah’ın şu sözünü hiç duymadın mı ki: “Dünya sevgisi, her hatanın başıdır.” Çıkarını sağlama ve zararları defetme evinden çıkmadıkça, senin konuşmaya hakkın yok.
Hızla esasa gel, temele koş. Temeli sağlamladığın an, binayı yapmaya koyul. Temelin harcı fıkıhdır (İslam hukukudur). Fıkıh dedimse bundan maksadım, ilmihal ve fıkıh kitaplarında yazılan, bedenle ve zahirle ilgili fıkıh değildir. Bilakis, kalp fıkhıdır. Kalp fıkhı, seni Allah’a yaklaştırır. Zahirle ve bedenle ilgili fıkıh ise, halka yakınlaştırır, hükümdarlara ve devlet ileri gelenlerine yakınlaştırır.
Zamanını ilim öğrenmekle geçiriyorsun, fakat öğrendiklerinle amel etmiyorsun. Sen, Hakk’ın huzurunda susmalı, sükut etmeli ve dilsiz olmalısın. Ta ki, ondan konuşma izni gelinceye kadar. Konuşma izni gelince de, gene O’nun kudreti ile konuşursun, kendi kudretinle değil. Bu durumda senin konuşman, kalplerin hastalıklarına deva, özlere şifa, akıllara da ışık olur.
Nefsinle cihad konusunda sana yardım edenle arkadaş ol. Onun sohbetinde bulun. Nefsinin azmasına yardım edenle arkadaş olma. Eğer cahil, ikiyüzlü (münafık), heva ve hevesler peşinde giden bir şeyh, mürşid ile arkadaş olur, onun sohbetinde bulunursan, o senin nefsinin azmasına yardımcı olur. Bu tip şeyhlerin, mürşidlerin sohbeti, senin aleyhine olur.
Senin yapacağın doğru hareket, nefsinin istek ve arzularına cevap bile vermemek, onun söyleyeceği sözlerle arana bir duvar çekmektir: Onu, tıpkı bir deliyi dinler gibi dinle. Sözlerine asla iltifat etme. Şehevî, bâtıl ve faydasız zevk ve arzularına kulak asma. Senin mahvolman da, onun mahvolması da onun istek ve arzularını kabul etmendedir. Eğer onun bâtıl isteklerini kabul eder ve yerine getirirsen, işte o zaman her ikiniz de mahvolursunuz. Senin kurtuluşun da, onu kurtuluşu da onun istek ve arzularına karşı gelmendedir.
Nefs Allah’a itaat ettiği zaman, onun rızkı her yandan bol bol gelir. İsyan ettiği ve kibirlendiği zaman ise, rızka sebep olan vasıtalar ortadan kalkar.
Siz, işin aslına yapışmalısınız. Kolayına kaçmamalısınız. İşin esası ve zor kısmı tehlikelerle ve zahmetlerle doludur. Şu nefsi kendine hizmetkâr yap. Onu işin esasına sevket. İşin zor yanını ve aslını yapmayı, onun alışkanlığı haline getir. Zira o, senin kendisine ne yüklersen onu taşır, onu yüklenir. Onun tepesinden sopayı hiç eksik etme.
Eğer sopayı eksik edersen hemen uyur. Sırtındaki yükleri de kaldırıp yere vurur. Ona tebessüm bile etme. O, ancak sopa korkusuyla iş gören kötü huylu bir köle gibidir. Onu hiçbir zaman doyasıya yedirme. Meğer ki, tokluğun onu azdırmayacağını ve tokluk karşılığında çalışacağını bilmiş olasın.
Nefslerinizin üzerinden mücahede sopasını eksik etmeyiniz. Onun hilelerine aldanmayınız. Uyur gözükmesine aldanmayınız. Yırtıcı hayvanın uyur gözükmesine ve uyuşukluğuna aldanmayınız. Zira o, kendisini size uyur gösterir, uyuşuk gösterir. Gerçekte ise fırsat kollamaktadır. Bunu, tabiatındaki yırtıcılığın gereği olarak yapmaktadır.
İşte nefs de, tıpkı yırtıcı hayvanlar gibidir. Kendisini uyur ve uyuşuk gösterir. Fırsat bulunca ise hemen harekete geçer. Bu nefs, dışarıya karşı uysallık, alçakgönüllülük, itaat ve hayırlara muvafakat gösterişi yapar. Halbuki içinde, bunların tamamen aksini gizlemektedir. Onun için, onun bitirdiği ve görünürde boyun eğdiği konularda kendisine karşı gayet dikkatli ol, sakın.
Ölmeden Evvel Ölmek
Rabbin ile aranda, sen kendin varsın. Kendini aradan çıkar. İşte o zaman, O’nu görürsün!