Dünyadaki elemler geçicidir
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pekçok sebep vardır:
Dünyada insanın başına gelen felaketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücûdün bir parçasından mahrum olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakir olmak, akıldan mahrum olmak, çoluk ve çocuğunun başına felaketler gelmek, yangınlar, zelzele.... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veya doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından insanlara takdîr edilen felaketler, elemler, Allahü teâlâdan gelmektedir.
Dünyadaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretteki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yâhut, îmanla âhırete intikâl etmiş günahkâr bir müslüman ise, Allahü teâlânın irâde ettiği kadar, azâb görecektir. Âhıret azâbı, kabre girildiği ândan îtibaren başlıyacaktır.
Bütün bunlar Allahü teâlâdan korkmak için, yeter derecede sebepler değil midir? Allahü teâlâyı sevmek için de, sebepler pek çoktur: Evvelâ, müslüman olarak dünyaya gelmek. Yâni, bir müslüman ananın ve bir müslüman babanın evladı olarak dünyaya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebebdir.
Meselâ, Hıristiyan ana-babadan dünyaya gelmiş olsaydık, artık müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve âhırete îmansız olarak gidebilirdik.
Zamanımızda müslüman olarak doğmak da, kâfî değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslümanlık yolunda yürümeye gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâlihdir. İsmi Ahmed veya Hadîce olup da, müslümanlık îcâblarını yapmayan, hattâ müslümanlığı hor gören, nice sözde müslümanlar var.
Akıl ve iz'ân sahibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük nîmetlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir hükûmetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatte olmak, fakir olmamak vesâire gibi binlerce nîmet hep Allahü teâlânın lutf ve ihsânıdır.
Bu saydığımız nîmetlerden mahrum olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslümanın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.
Sevgili kızım, din şüphe götürmez
Sevgili kızım, Allaha inandıktan sonra, O’nun kitabına, Kur'an-ı kerime inanmak, îmanın şartlarındandır. Bir âyetinden bile şüphe etmek, câiz değildir. Birine inanmamak, tamamına inanmamak demektir. Şüphe edenler, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (islâm âlimlerinin) kitaplarını okuyarak, şüphesini gidermelidir.
Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, emirlerini ve yasaklarını dünyada işitmeyen insan kalmasın diye, yalnız Peygamber göndermemiş, ayrıca Kitap da göndermiştir. Müslümanların kitabı Kur'an-ı kerimdir. Kur'an-ı kerim, Peygamberimizden evvel dünyaya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitaplardaki emirleri ve hükmleri de içinde topladığı için, bütün insanlara hitâb eden bir kitaptır. Yâni, Kur'an-ı kerim bugünkü dünyada mevcut, Hıristiyan, yahudi, mecûsî, vesâire gibi çeşidli dinlere sapmış insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitaptır.
Kur'an-ı kerime inanmayan müslüman sayılmaz. Müslüman olmayan da Allahü teâlânın ateşinden kurtulamıyacaktır.
Kur'an-ı kerim, Allahü teâlânın kelâmıdır. Yâni, Kur'an-ı kerimdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize bildirilimiştir. Peygamberimize bu sözler, vahy yoluyla yâni, meleklerin büyüklerinden Cebrâîl vâsıtası ile bildirilimiştir.
Cebrâîl insan şekline girerek bunları Peygamberimize okumuş ve ezberletmiştir. Peygamberimize Kur'an-ı kerim parça parça (kısm kısm) gelmiştir. Peygamberimiz, Allahü teâlânın emirlerini alır almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahy kâtiblerine de yazdırırlardı.
Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur'an-ı kerim meydana gelmiştir. Dünyanın her tarafındaki bütün Kur'an-ı kerimler birbirlerinin aynıdır. Bir kelime, hattâ bir harf bile değişik değildir. Hâlbuki hıristiyanların ellerindeki İncîller birbirlerini tutmuyor ve birbirlerine benzemiyor.
Allahü teâlânın emirleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre mâna vermesi veya işine geldiği şekilde anlaması câiz değildir. Kur'an-ı kerimi en iyi anlayan yalnız Peygamberimiz dir. Peygamberimiz Kur'an-ı kerimin, bizim anlamadığımız taraflarını hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur'an-ı kerimi tefsîr etmişlerdir. Kur'an-ı kerimde pek çok âyetlerin çok geniş mânaları vardır. Onun için Kur'an-ı kerimi kelime kelime tercüme etmekle tam mânası ifâde edilemez. Ancak, her âyetin salâhiyyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile mânasını öğrenmek mümkündir.
Peygamberler ahlaklı ve kusursuzdurlar
Allahü teâlâ, emirlerini ve yasaklarını insanlara Peygamberler vâsıtası ile bildirmiştir. Peygamberler de insandır. Fakat, Allahü teâlânın bilgili, ahlâklı ve kusursuz yarattığı büyük insanlardır.
Peygamberler manen Allahü teâlâya yakîn insanlar olduğu için, onların fikirlerine ve kalblerine bizimkilerden farklı ve daha geniş bilgiler ve ilhâmlar verilimiştir. Müslüman âlimlerinin bildirdiklerine göre, dünyanın yaratılışından bizim Peygamberimize kadar yüzyirmidört binden ziyâde Peygamber gelip geçmiştir.
Bizim Peygamberimiz en son ve en büyük Peygamberdir. Bizim Peygamberimizden sonra artık dünyaya Peygamber gelmiyecektir. Peygamberimiz, Allahü teâlânın en çok sevdiği kuludur. Allahü teâlâ, Peygamberimize ” Sen olmasaydın, bu âlemi [dünyayı ve semaları] yaratmazdım!” buyurmuştur
Peygamberimiz, Mekke-i mükerremede dünyaya gelmiştir. Bir yerde okumamıştır. Tahsîlleri yoktur. Ümidir. Fakat, dünyadaki bütün insanların en akıllısı, en bilgilisi, en hayrlısıdır. Çünkü, Allahü teâlâ, Onu asırlarca artık Peygambersiz kalacak olan dünyanın son ışığı olarak yaratmıştır.
Bu ışık, kıyâmete kadar nûrunu devam ettirecektir. Peygamberimize ve bütün Peygamberlere inanmak, îmanın şartlarındandır. Peygamberimize inanmıyan müslüman sayılmaz. Müslüman olmıyan da, ateşte ebedî yanacaktır. Bunu Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ, bizlere bildiriyor.
Kur'an-ı kerimi, Peygamberimizin sözleridir diyenler vardır. Bunu söyleyenler, hiç şüphesiz îmansızdır, kâfirdir.
Kur'an-ı kerim, Peygamberimize âyet âyet gelmeye başladığı zaman, o zamanın en meşhûr arab şairleri ve edîbleri bir âyetinin benzerini söylemekten âciz kaldıklarını ifâde etmişlerdir. Bu bakımdan da Kur'an-ı kerime bir mucize denmektedir. Kur'an-ı kerim, Allahü teâlânın insanlara en büyük nîmetidir. Çünkü Kur'an-ı kerim, dünya ve âhırette insanları saadete götürecek yolları açıklamıştır. Bu yolda gidenlere ne mutlu!..
İnanan herhükârda kârdadır
Sevgili kızım, Ahirete inanmak, imanın şartlarından birisidir. Öldükten sonra, tekrar dirileceğimize inanmıyan îmansız olur, kâfir olur. Âhırete böyle giderse, ebedî olarak Cehennem azâbına mahkûm olur.
Bugünki insanların çoğunun buna inanmayan bir görünüşleri var. Bunlar, hayatı yalnız dünyada rahat etmek ve iyi yaşamaktan ibâret sanıyor. Gaye, sanki dünyada eğlenmek, gezmek, rahat etmek, zengin olmaktan ibârettir. Bu insanlar, öldükten sonra, tekrar dirileceklerine ve hesaba çekileceklerine inanmıyor görünüyor. İnsanlar, bu derece hissizlik içinde yaşayamaz. Bu kadar kaydsızlığın mânası, bu olsa gerektir.
Öldükten ve toprak ve toz hâline geldikten sonra, tekrar dirilimenin mümkün olmadığını söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunu söyleyenler şüphesiz îmansız, dinsiz, zavallı insanlardır.
Tekrar dirilimek mümkün değildir diyenlere verilecek mantıkî cevaplar vardır. Allahü teâlânın azameti, bir insanı hiç yoktan “bir damla sudan” yaratmaya muktedir de, ikinci defa yaratmaya muktedir değil midir?
Gözümüzün görebildiği âlemlerin ve dünyadaki muhteşem eserlerin yaratıcısı, bir insanı tekrar diriltmekten nasıl âciz olabilir? Ağaç, kışın yapraklarını döker. Kuru dallar ile cansız zannedilir. Bunlar, bahâr gelince tekrar canlanmıyor mu? Mevlânâ , “Toprağa ekilen hangi tohm toprağın yüzüne canlı olarak çıkmamıştır?” diyerek, toprağa gömülen iinsanların tekrar canlanacaklarına işaret etmiştir.
Bu konuda şu mantıkî muhâkeme ne kadar güzeldir. Ahmed, âhırete inanmıştır. Ahmedin arkadaşı Kaya, tekrar dirileceğine inanmıyor. Ahmed, Kayayı iknâ için, çok uğraşıyor. Muvaffak olamıyor. Nihâyet Ahmed, Kayaya şunları söyliyor: “Ben âhırete inanarak Allahü teâlânın bütün emirlerini yapıyorum. Allahü teâlânın emirlerini yapmak için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet çekiyorum. Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum. Sen bunları yapmıyorsun. İkimiz de ihtiyârladık ve ikimiz de öldük. Daha mezara girer girmez, âhıret var mı, yok mu, belli olacaktır. Eğer âhıret varsa, ben kazandım. Orada îtibarım ve rahatım yerinde demektir. Eğer âhıret yoksa, ben hiçbir şey gaybetmem, dünyadaki yorgunluğumla kalırım. Sana gelince: Eğer âhıret yoksa, ne kârdasın, ne ziyândasın. Ammâ, âhıret varsa, mahvoldun demektir. Artık Allahü teâlânın bitmiyen, ebedî azâbı senin yakanı bırakmıyacaktır. Bu mantıkî muhâkemeye göre, hangimizin yolu doğru yoldur. Bunu senin anlayışına bırakıyorum”.
Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır
Sevgili kızım, imanın şartlarından biri de kadere ve hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır. Kaderin mânasını Türkcede (alın yazısı) diye ifâde ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun başından geçecek herşeyi evvelden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse gene Allahü teâlâ değiştirir. Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır.
Hayr ve şer Allahü teâlâdan gelir. Çünkü, küllî irâde Allahü teâlâdadır. Allahü teâlâ, kullarına da cüz'î irâde vermiştir. İşte, bu cüz'î irâdeyi Allahü teâlânın emrettiği yolda kullananlar, mükâfâtlanırlar. Fena yollarda kullananlar da, cezâlandırılır. İnsanları Cennete veya Cehenneme götüren, işte bu cüz'î irâdedir.
Bir müslümanın içki içmesi, cüz'î irâdesini Allahü teâlânın emrine muhâlif olarak kullanmasıdır. Başka bir müslümanın içki içmemesi cüz'î irâdenin Allahü teâlânın emrine göre kullanılması demektir. Bunun gibi bir insanın cüz'î irâdesini iyi veya kötü istikâmette kullanması kendi elindedir.
Kulun, cüz'î irâdesini kötü istikâmette kullanması ile, Allahü teâlâ, o kula, şer getirir. O hâlde şerri hazırlayan gene kuldur. Allahü teâlâ, zâlim değildir. Bil'akis Allahü teâlânın merhameti, bir annenin evladına olan merhametinden çok üstündür.
Bununla berâber, sebebini bilimediğimiz şerrin hikmetini ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini anlamak, kullar için çok zaman mümkün olmaz.
İman edilecek yani, inanılacak şeylerden sonra yapmamız gereken ibadetler gelir. İbadetlerin başında da namaz gelir. Namazın maddî ve mânevi pek çok faydası vardır. Maddî faydaları şunlardır: Hergün beş defa abdest alan müslüman, temiz bir insan demektir. Hergün, kırk defa (kırk rekât) Allahü teâlânın emri ile eğilerek secdeye kapanarak, ayağa kalkan bir insan, vücûdunun her uzvunu hareket ettiren bir idmâncı demektir. Temiz ve hareketli bir insan ömrünün her yaşında sıhhatini muhâfaza edebilir. Dikkat edilirse, ömrü boyunca namaz kılanların büyük bir ekseriyeti sağlam insanlardır.
Namazın mânevi faydasına gelince: Hergün beş defa namaz kılmak, yâni beş defa Allahü teâlânın huzuruna çıkmak, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamak demektir. Allahü teâlâya inanan, ondan korkan insan, onun emirlerinin dışına çıkmış ise, namaz saatlarında hatâsını anlar. O hatâyı tekrar etmekten kaçınır, kendini islâh etmek yolunu arar ve bulur.
İyi insan olmanın yolu
Sevgili kızım, namaz insanı kötülüklerden korur. Kişiyi, iyi insan haline getirir. İnsanın kendini islâh etmesi, düzeltmesi belki ilk zamanlarda kolay olmaz. Fakat, namaza devam ettikce, Allahü teâlânın emirlerini yapar ve yasaklarından kaçınır. Böylelikle kâmil bir insan, sâlih bir müslüman olmak yoluna girer.
Namaz, insanları doğru yola götürmek için en güzel bir vâsıtadır. Namaz, her müslümanı kusursuz bir insan hâline getirir. Böyle insanların meydana getirdiği topluluk da, ne mutlu bir topluluk olur.
Namaz müslümanlığın temel taşıdır. Temelsiz bir binâ sağlam olmadığı gibi, namazsız müslümanlık da günün birinde yıkılmaya mahkûmdur.
Namaz, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamaya sebeptir, demiştik. Namazı terk etmek, Allahü teâlâyı unutmaya sebep olur. Allahü teâlâ, kendisini unutanları affetmiyor. Kendisini unutanlara Bekara sûresinin yedinci âyetinde, meâlen “onların kalblerini mühürledik” buyurdu. Bu hâle gelmekten Allahü teâlâ, cümlemizi korusun! Âmîn.
“Namaz, işlerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassa öğle ve ikindi namazlarında abdest almak ve namaz kılmak zordur” diyenler var. Bunların bu sözleri yersizdir. Çünkü, bütün medenî memleketlerde ve her iş yerinde öğle zamanında en az bir saat, yemek zamanı ayrılmıştır. Bu zamanda abdest almak ve namaz kılmak için, onbeş dakika kâfîdir. İkindi zamanında ise, öğle abdesti ile, beş veya on dakika içinde namazını kılmak mümkindir.
Namaz, dünya ve âhıret saadetlerinin kapısını açan bir anahtardır. Bu anahtarı ele geçirmek, herkesin elindedir. Nihâyet, Allahü teâlâya inanan ve tenbel olmayan bir müslüman, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir irâde ve azm işidir.Namazını kılan kimse, Allahü teâlâya samimiyyetle inandığının kuvvetli bir delîlini de göstermiş olmaktadır.
Gösteriş için namaz kılmak riyâkârlıktır. Böyle namaz kabûl edilimez. Zamanımızda gösteriş için namaz kılan, hemen hemen kalmamış gibidir. Aksine, namaz kıldığını saklayanlar çoktur. Çünkü, zamanımızda, namaz kılanları, gerici, yobaz, eski kafalı gibi tahkîr edici ve küçültücü sıfatlarla alaya almak ve onları horlamak gibi hâller almış yürümüştür.
Sevgili kul olmanın şartı
Sevgili kızım, kanaat sahibi olmak Müslüman için önemlidir. Hergünkü hâlinden memnûn olmak, her hâlinden Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek, kanaat sahibi olmak demektir. Kendinden daha iyi mevkide, kendinden daha zengin, kendinden daha kuvvetli, kendinden daha güzel bir insanı kıskanmıyarak kendi hâlinden memnûn ve râzı olan insanın evvelâ kalbi rahattır.
Sonra da, en mühimi Allahü teâlânın sevgili kuludur. Sevgili olmanın sebebi şudur: Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnûn ve râzıdır. Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan râzıdır.
Kanaat, bitmez tükenmez bir hazînedir. Kanaatkâr olmayan bir zengin, kanaatkâr olan bir fakirden daha fena durumdadır. Çünkü, o zenginin kalbi rahat değildir. Kanaatkâr olan fakir ise, kalbi rahat olduğu için, sanki bir hazîne içinde yaşamaktadır.
Rıza demek, Allahü teâlâdan gelen herşeye râzı olmak demektir. Allahü teâlâdan bir felaket gelse, ona da rıza gösterir. Kimseye şikâyet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır.
Böyle insanlarda, Peygamberlere mahsûs sabır ve tehammül var demektir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tehammülü ve bu rızayı gösterebilir. Gıbta edilecek bir meziyyettir.
Allahü teâlâ senede bir ay (Ramazan-ı şerif ayında) gündüzleri oruç tutmayı emretmiştir. Bu sabır ve tahammülü kuvvetlendirir. Allahü teâlâ, bu emri sebepsiz vermemiştir. Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevi faydalar sağlar.
Bütün bir sene, çeşidli yemekleri eritmek için, yorulan insan mi'desi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. (İftârda çok yimemek şartıyla). Bu maddî faydasıdır. Mânevi faydası de şudur: Oruç tutan bir insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırâbı, bizzat his ederek fakir insanlara yardım etmek ihtiyacını duyar.
Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebep olur. Birbirlerine yardım eden insan topluluğu arasında ise çekişmeler olmaz.
Bundan başka, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruç tutan bir müslüman, Allahü teâlânın emirlerini yapmak itiyâdını da kazanır. Böylelikle, Allahü teâlânın başka emirlerini yapmaya da istidâd peydâ eder.