Dünyadaki Mekanımız Ev
Ev fizyolojik, sosyolojik, estetik ve ekonomik ihtiyaçlarının karşılandığı bir yapıdır. Başka bir ifade ile ev, ikamet edilebilir bir meskendir. insanoğlu, yüzyıllardan bu yana sürekli olarak yaşadığı fiziksel çevreyi ve buna bağlı olarak oturduğu konutları değiştirmekte ve yenilemektedir. Ev, bu bakımdan toplumun en küçük birimi olan ailenin içinde yaşadığı bir kültür ünitesidir.
Korunma içgüdüsü, canlı varlıklarda tabiî olarak bulunur. Çevrenin coğrafî şartlarına göre, sıcağa, soğuğa ye dış tehlikelere karşı da bu içgüdünün zorunlu kıldığı bir yapı faaliyetine girişir. Korunmak, bir yuva yapmak, canlıların genel davranışlarıdır. Arılar, kuşlar ve karıncaların yapı faaliyetleri bunun en güzel örnekleridir.
Ev, tarih boyunca insanların uygarlıklarının bir parçası ve en önemli mimarlık ürünlerinden birisi olmuştur.
İnsanoğlunun yarı ömründen fazlasını içerisinde geçirdiği ev, geçmiş ümmetlerin, gerek güç ve haşmetleri, gerekse zulüm ve fesatları ile meskenleri arasında bir ilgi kurulmaktadır. Bilhassa sünnette meskene geniş yer verildiğini; meskeni, kişinin saadeti için şart olan üç ana unsurdan biri olarak tavsif edildiğini görüyoruz. Hatta, meskenin geniş olması kaçınılmaz, vazgeçilmez bir vasıftır.
Birçok araştırmacı, göçebe çadırı ile Türk evi arasında çeşitli benzerlikler tespit etmişlerdir. Klâsik Osmanlı şehirlerinde, yani Orta Anadolu’dan Balkanlar’a kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada ağacın, kireç ve kerpiç gibi dayanıksız malzemelerin kullanılması da göçebe kimliğinin bir tezahürü olarak düşünülebilir.
Mesken mimarisinde dayanıksız malzemeleri tercih, zamanla İslâmî dünya görüşüyle bütünleşerek dinî/tasavvufî bir davranış hâline gelmiştir. Sadece ibadet yerlerinde ve mektep, medrese, imaret, han, hamam, çarşı gibi kamu yararına ve hayra yönelik binalarda kullanılan taş, Müslüman Türklerin nazarında ebediyeti temsil ediyordu.
Evler, sokaklara birbirinin mahremiyetini ihlâl etmeden, komşuluk ilişkilerinin kolayca yürütülmesini sağlayacak şekilde yerleştirilirdi. Genellikle muntazam olmayan dar sokakların iki tarafında dizilmiş evler, mülkiyet durumuna bağlı olarak gelişigüzel bölünmüş arsalar üzerine inşa edildikleri için, sağır duvarlı zemin katları çok zaman eğri büğrü olurdu.
Arsanın biçimsizliğini gidermek için, birinci katlar çıkmalarla sokağa taşırı- lırdı. Bu çözüm, sokakların, dolayısıyla Türk şehirlerinin görünüşüne benzersiz bir plâstik çehre kazandırmıştır.
Ahşap meskenlerdeki mimarî elemanlarla son derece orijinal kompozisyonlar kurulması sağlanmıştır. Zemin katında sokağa hemen hiç açılmayan Türk evinin asıl yaşama sahası birinci kattır. Sağır duvarlı zemin katın üzerinden çıkmalarla sokağa taşan ve kafesli pencerelerle dış dünyaya açılan birinci katta odalar yer almakta; her odada yatak ve yorgan gibi eşyanın konulması için yüklükler ve dolaplar bulunmaktadır. (Ayvazoğlu, Beşir, Türk Evi, Osmanlı Ansiklopedisi, 1/196)
Evler, bulundukları bölge ve şehirlere göre, plân ve mimarî karakterleriyle bazı farklılıklar göstermektedir. Türklerin yaşayış ve âdetlerine uygun olarak yapılmış, o yörenin zevkine göre bir mimarî şekil verilmiş olan bu evler, Türk evinin belli başlı özellikleri ve mimarî esasları hakkında fikir vermektedir.
Türk evlerinin her yerde esas olarak Türk yaşayışına uygun şekil ve plânda olmasına rağmen, muhtelif memleketlerde birbirinin tamamıyla aynı mimarî karakterde olmaması, hiç şüphesiz ki o memleketin iklimi, yapı malzemesi ve öteden beri gelenek olarak devam edegelen mesken şekillerinin tesiri dolayısıyladır.
Bununla birlikte, her bölgeye ait evlerin mutlaka aynı karakter ve şekilde olduğunu ve her şehre mahsus değişmez bir tarz ve üslûp bulunduğunu düşünmek yanlış olur. Her şehirdeki evler arasında da bazı plân ve üslûp değişikleri vardır. Meselâ Konya evleriyle Eskişehir ve Ankara evleri gerek plân ve gerekse cephe itibariyle birbirinden farklıdır. Hatta aynı şehirde geleneğe aykırı üslûpta evler de görülür.
Geleneksel konutlarımızın cepheleri çoğunlukla geniş saçaklı ve alaturka çatılarla gök yüzünden soyutlanmaktadır.
Bazı büyük konakların çatısında yer alan cihannümalar ise görüntüye ayrı bir estetik güzellik katmaktadır. Ayrıca beyaz ve krem renkteki sıvalar ile yapıları oluşturan koyu kahve renkli ahşap çatkı sistemi arasında oluşan kontrast yüzeyler, yapı cephelerini daha da ilginç hâle getirmektedir.
Yapıların oluşturduğu bu çeşitlilik, sanki her konut tek bir yapı ustasının elinden çıkmışçasına bir bütünlük, düzen ve ahenk sergilemektedir. Aslında bu durum; yüzyılların sonunda oluşmuş geleneksel bir usta-çırak öğretisinin göstergesidir. Burada doku bütünlüğünü sağlayan ve değişmez olan belirli yapım prensipleri söz konusudur.
Geleneksel konutlarımıza özgü bir başka karakteristik ise, komşu evine, ikametgâhına gösterilen saygıdır. Bu tür yerleşim dokularında bir yapı diğer bir yapının manzarasını, ışığını ve havasını engellemeyecek biçimde inşa edilmiştir. Bugün çoktan unutmuş olduğumuz bu titiz şehirleşme yaklaşımı, komşunun bahçesine bakan bir pencere açmamak veya yandaki bahçeye çatıdan gelen yağmur suyunu boşaltmamak gibi daha pek çok yazılı olmayan uygulamalar, toplumsal, hukuksal görgü kuralları çerçevesinde oluşmuştur.
Yukarıda söz konusu edilen saygı, sevgi düzeni hiç kuşkusuz ki dedelerimizin düşünce yapısı, yaşama bakış açısının bir ürünüdür. Bu dünyayı amaç değil, araç kabul eden, kendisinin bir tür sınavda olduğunu var sayan bir felsefedir. (Özköse, Aysun, Anadolu’nun Ahşap Evleri, 80, Kültür Bakanlığı Yay.)
Evlerin bir başka bölümü ise, yemek yapılması için tasarlanan odanın ocak bölümüdür. Günümüz imkânlarının olmadığı dönemlerde, ocakta yanan ateş korları kül altına saklanarak gece sönmeden sabaha kadar korunur, ateş yeniden canlandırılır. Bu işlem kuşkusuz kibritin henüz yaygın olmadığı dönemlerden çağımıza ulaşmıştır. Ancak sosyal yaşamda öyle yer etmiştir ki, yoldan giden biri gördüğü evin bacasından çıkan dumana bakarak rahatlar, içinde hayat belirtisi olduğu anlar, bundan memnun olur. Tersine, duman çıkmayan evler için de huzursuzluk duyar, üzülür. Çünkü evin çatısının üstündeki duman, içinde yaşamın devam ettiğini gösterir. Bu nedenle halk arasındaki en büyük beddualardan biri "ocağın sönsün" sözleridir.
Biz, herkesin ocağının daim tütmesini, ilelebet sönmemesini istiyoruz, ister ahşap, mütevazı, ister apartman dairesi olsun, bütün insanların rahat edebileceği, içinde ailesiyle mutlu olabileceği mekânlara sahip olmalarını temenni ediyoruz, işte, gıcır gıcır silinen çam kokulu tahtalar üzerinde semaver çayının özlemini duyan Necip Fazıl’ın içten, samimi mısraları...
Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın! Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!
Bir köşende annânem, dalgın, Kur’an okurdu; Ve karşısında annem, sessiz, gergef dokurdu. Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;
Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı...
Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;
Sular cömert, "temizlik imandandır" bilinmiş...
Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler;
Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler...
Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu; Komşuluk, mânâ ve ruh, ne varsa heder oldu.