Düşünmek ve İpret Almak
Düşünme eylemi, insana mahsus bir olaydır. Nitekim insan bu önemli özelliğinden dolayı diğer canlılardan ayrılmış ve üstün kılınmıştır. Bu eylemi ifade eden kelimelerin başında; “nazar, tefekkür, tedebbür, itibar ve taakkul” gelmektedir. Şayet düşünme geleceğe değil de geçmişe yönelik bir konuyu hatırlatmayı ve değerlendirmeyi gündeme getiriyorsa, buna da “tezekkür” denir. Biz bu kavramların ifadelerinde yer alan anlamların detayına girmeyeceğiz. Fakat bunların ortak paydası olarak algılanabilecek “düşünme aksiyonu” üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü insan ancak düşünme eylemiyle sosyal hayatın içine girebilmekte ve onun sayesinde olup biten olayları anlayabilmektedir. Daha da önemlisi insan, Allah, âlem ve yaratılış ilişkisini ancak sağlıklı bir düşünme düzle-minde değerlendirebilmektedir.
Buna göre biz düşünme ve ibret alma konusunu daha çok Kur’an ayetleri ışığında irdelemeye çalışacağız. Kişi bindiği vasıtaya, üstündeki göğe, güneş ile ayın doğup batmasına, yanındaki dağlara, denizlere, üzerinde gezdiği yeryüzüne, yaratılışın inceliklerine ibret ve hikmetle bakarak daha kolayca düşünmektedir. Böylece insan, huzur ikliminde sağlanan bir düşünme ile yerin derinliklerinden maden, denizin dibinden inci, kurak topraktan su çıkarır gibi, bilim ve araştırmanın kapısını aralamaktadır. Diğer taraftan düşünmek ve ibret almak suretiyle, insanlık adına nice buluşlar ve yenilikler ortaya koyma imkânına sahip olmaktadır. Hemen itiraf edelim ki bugün sahip olduğumuz bilgi, medeniyet, hatta kültürel zenginlik-lerimizin tamamı bu sağlam ve derin düşünme eyleminin ürünü ve sonucudur. Zaten İslâm bilgiyi, düşün-ceyi bir şahsa, gruba, millete veya ülkeye mahsus kılmamıştır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), ilim Çin dahil hangi iklimde ve toplumda olursa olsun, ona ulaşılmasını ve alınmasını tavsiye etmiştir. Yine herhangi bir nedenle kaybolmuş veya ihmal edilmişse, nerede bulunursa bulun-sun hemen alınması önerilmiştir.
Tarih boyunca insanın duraklamasına neden olan konulardan biri de körü körüne taklitçiliktir. Ne yazık ki geçmiş deneyimler de göstermiştir ki, taklit-çiliğin yaygın olduğu yer ve dönemlerde düşünce ufku gelişmemiştir. Dolayısıyla bu tür hallerde akıl yürütme, muhakeme, araştırma ve tartışmadan söz etmek mümkün değildir. Öyle anlaşılıyor ki bu tür ortamların oluşmasında geçmiş alışkanlıklar, davranışlar ve kazanımlar belirleyici rol oynamaktadır. Kur’an-ı Kerim daima fert ve toplumu bu tür saplantılardan korumaya ve uzaklaştırmaya çalışmıştır. Buna rağmen insanlar çoğu kez yeniliklere ve değişimlere karşı direnmekte, bildiği ezberi ve kutsalı üzerinde ısrar etmektedir. Yüce Allah insanın karakterinde iz bırakan bu gizli frenlemeyi şöyle açıklamıştır:
“Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara, 170) Evet Allah’ın insanlara indirdiği vahiy; insanlık için ilâhî bir nurdur. Büyük ve tükenmez bir hazinedir. Görevlendirdiği elçiler bu yolun aydınlığında toplumun huzurunu ve mutluluğunu müjdelemişlerdir. Hal böyle iken alışılagelen o “cahiliyye” çağının âdetlerini, öğretilerini ve ön yargılarını bıraktırmak kolay olmamıştır. Bu yüzden insanların inat ve bilgisizce eskiye bağlanıp takılmaları ve taklitçiliğe sığınmaları kınanmıştır. Dolayısıyla toplum, uzun süre yeni ortaya konmuş düşüncelere ve gelişmelere mesafeli durmaya devam etmiştir.
Oysaki doğru ve insanın yaratılışına uygun olanı, akıl ve düşüncenin ışığında hareket etmektir.
Elbette, doğru, yararlı ve iyi eserler bırakan, ataların yolunda gitmek ve birikimlerinden yararlanmak mümkündür. Hatta onların ilerlemelerini ve kalkınmalarını sağlayan değerleri ve kriterleri uygulamak bir zorunluluktur. Şüphesiz ki eskilerin gelmiş olduğu noktada kalmak, bir adım dahi ileri gitmemek, onların vardığı fikrî seviyeden daha geride kalmak, dinin ruhuna da aykırıdır. Zira her millet kendi toplumunu daha ileriye götürmekle sorumludur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de; iki günü birbirine denk olanı, zararda kabul etmiştir. Aksi halde düşünce kapasitesini kullanamayan ve geliştiremeyen insanların bilgi, kültür, medeniyet ve sanat alanında ilerlemeleri beklenemez.
Birçok Kur’an ayeti insanın; göklerin ve yerin yaratılışına, gece ile gündüzün birbirini izlemesine, insanlara yarar sağlayan gemilerin denizde akışına, gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmura, yeryüzünde her çeşit canlıyı var edip yaymasına, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesine bakarak ibretle düşünmesini istemektedir. Zira bütün bu olayların ilâhi bir düzen, uyum ve âhenk içinde olup bitmesinde hem fert hem toplum için çok önemli ip uçları vardır. Bu sürekliliği ve disiplini sağlayan apaçık delillere dikkat çekilmiştir. (Bakara, 164) Gerçekten gönülden beslenen arı ve duru bir düşünce, insanı kudreti sonsuz olan Yaratıcıya doğru götürür. Bişr ibn el Haris el Hafi, düşüncenin faziletini şu sözüyle dile getirmiştir:
“İnsanlar, Allah’ın büyüklüğünü düşünseler, O’na isyan etmezlerdi.” Çünkü temiz ve rafine edilmiş düşünce, başlı başına bir ibadettir. Nitekim sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in ilk ibadeti de tefekkürle başlamıştı. Bu nedenle tefekkürün onun hayatında önemli bir yeri vardır. Henüz kendisine peygamberlik görevi verilmeden önce; her yıl, Ramazan ayında Nur dağındaki Hıra mağarasına çıkarak sakin bir ortamda olup biten olayları tefekkür etmeyi teamül hâline getirmiştir. Böylece tefekkür; bir bakıma Hz. Muhammed (s.a.s.)’i, nübüvvete hazırlayan bir merhale olmuştur.
Hatırlanacağı üzere diğer semavî dinler ile uzak doğu dinlerinin temelinde de; düşünce ve iç murakabenin önemli izleri vardır. Nitekim bilgi ve tasavvuf alanında önemli bir yeri olan Hasan el-Basrî de bu tür düşüncenin önemi ve fazileti hakkında şöyle demiştir: “Bir saat düşünmek, bir gece nafile namaz kılmaktan hayırlıdır.” Gerçekten ibadette önemli olan, huzur ve tefekkürdür.
Gaflet, rehavet ve gevşeklik içinde binlerce rekat namaz kılmaktansa, tefekkür ve gönül huzuru ile birkaç rekat kılmak daha faziletlidir. Tasavvuf mensupları, bu düşünce ve huzur iklimini elde etmek amacıyla insanı; karnının üçte birini yemeğe, üçte birini suya, diğer üçte birini de düşünmeye ayırması ilkesi üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bu anlamda Ramazan ayı ve oruç ibadetinin sosyal hayatımızı ve ruh dünyamızı olgunlaştırmada önemli bir yeri vardır.
Diğer taraftan düşünme; özü itibariyle barış ve hoşgörü üzerine inşa edilmiştir. Zira insanlar genel olarak niyetlerine ve amaçlarına göre değerlendirilir. Kur’an, dünyayı gergin bir savaş alanı değil, onu barış ve üzerinde yaşanır bir ortam hâline getirmeyi hedeflemiştir: “Ey insanlar! Hep birlikte barışın içine girin, şeytanın adımlarını izlemeyin.” (Bakara, 208) Bu durumda aynı gezegeni ve aynı coğrafyayı paylaşan insanlar birbirlerinin ihtiyaçlarına ve beklentilerine katlanmak zorundadırlar. Özellikle her geçen gün küçülen dünyamızda bir arada yaşayan farklı kültür grupları; birbirlerinin değerlerini tanıma hususunda daha duyarlı ve anlayışlı olmak zorundadırlar. Esasen ilâhî dinlerin ortak amacı da, insanların ruhunda ve yaşadıkları ortamda barışı sağlamaktır. Özellikle son ve evrensel din olan İslâm’ın ismi başta olmak üzere, inancı, ibadeti, ahlâk esasları ve diğer sorumluluklarının tamamı, barış ve hoşgörü üzerine inşa edilmiştir. Çünkü insan hayatı başta olmak üzere bütün canlıların korunması hak ve hukukunun sağlanması, dinî ve vicdanî bir görev olarak değerlendirilmiştir.
Yaratan ile yaratılanlar arasındaki sevgi, barış ve hoşgörü kültürünü oluşturan bu husus; şairimiz Yunus’un şu ince ve anlam yüklü sözüyle ifade edilmiştir: “Yaratılanı hoş gördük, yaratandan ötürü.” Evet bütün insanlar Hz. Âdem’in çocuklarıdır. Eşit haklarla ve günahsız olarak doğmaktadırlar. Doğan her canlı yaşama ve özgürlük hakkına sahiptir. Suç ve ceza sorumluluğu ancak ergenlik çağından itibaren başlamaktadır.
Bu dönemden sonra da herkesin canı, malı ve ırzı koruma altında olup kutsaldır. Adalet dünya hayatının temeli olup, her insan ondan pay alma hakkına sahiptir. Kişilerin meskenleri koruma altındadır. İzinsiz girmek yasaktır. Başkalarına zarar vermedikçe, insanların neyle uğraştıklarını araştırıp, casusluk yapmak yasaktır. Bireysel sorumluluk esastır. Kimse bir diğerinin yaptığından sorumlu tutulamaz. Doğal olarak kişi, kendisi gibi düşünmeyeni ve inanmayanı incitme hakkına sahip değildir. Zulmün, işkencenin ve haksızlığın her çeşidi yasaklanmıştır. Zulüm yasak olduğu gibi, zulme rıza göstermek de yasaktır. Kimse başkasının değerlerini ve kutsalını kınayamaz.
Unutulmamalıdır ki, bu değerler üzerindeki tartışmalar toplumun barış ve huzurunu daima olumsuz etkilemiştir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır: “Onların Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler...” (En’am, 108) Bu psikolojik ve sosyolojik gerçeği anlatmak amacıyla müminlere; müşriklerin, Allah’a sövecek bir öfke ve taşkınlığın içine girmelerini önlemek üzere, onların tanrılarına sövmemeleri hatırlatılmıştır. Çünkü birinin kutsalına hakaret edilince, onun da muhatabına benzer bir tepkiyle karşı koyması kaçınılmazdır. Genel olarak insanların iş ve davranışları düşüncelerine dayanmaktadır. Çünkü düşünce bir anlamda insanın niyet ve arzularının sosyal hayata yansımasıdır. Bu bağlamda Hz. Peygamber (s.a.s.), İslâm’ı tebliğ etme uğruna öfke, şiddet ve katı tedbirlere başvurmamıştır. Tersine insanlara; güzel, hoş, tatlı ve güler yüzle yaklaşmıştır:
“(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hükmet ve güzel öğütle çağır..” (Nahl, 125) Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet.
Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et…” (Âl-i İmran, 159) Görüldüğü gibi İslâm; ilke olarak barışı, hoşgörüyü, bağışlamayı, tatlı sözü ve güzel ahlâkı benimsemiştir. Zira Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatacak kadar zengin ve geniştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) savaş ânında bile kadın, ihtiyar, hasta ve çocuklara dokunulmamasını emretmiştir. Eti yenen hayvanların telef edilmesine ve meyveli ağaçların kesilmesine dahi izin vermemiştir. Hz. Ömer (r.a.) de; Azerbaycan ve Ermenistan valilerine gönderdiği bir mektupta; “bölgenin halkına, dağına, yaylasına, ovasına ve oralarda yaşayan bütün dinlerin mensuplarına güvence vermiştir. Ayrıca onların canlarının, mallarının, dinlerinin ve hukuklarının korunmasını” istemiştir.
İslâm tarihi boyunca inanç değerleri; baskıyla değil, serbest düşünce ve sağlam delil üzerine kurulmuştur: “De ki: Hak Rabbinizden gelmiştir.
Artık dileyen iman etsin, dileyen kabul etmesin.” (Kehf, 29) İşte bu hoşgörü ortamında fethedilen coğrafyalara tam anlamıyla özgürlük tanınmıştır.
Zira Viyana’ya kadar giden Osmanlılar, şayet bu coğrafyada yaşayanlara özgürlük hakkı tanımamış olsalardı, bugün sözü edilen yerlerde Hristiyanlıktan iz kalmazdı.
Yukarıdan beri ifade edildiği gibi, Yüce Allah insanı; en güzel bir biçimde yarattığını ve kendisine karşı sorumlu kıldığını belirtmektedir. Dolayısıyla onun manevî onuru ve hakları da önem arz etmektedir. Öyle ki haksız yere bir insanın hayat hakkını ihlâl etmek, bütün insanların hayat hakkını ihlâl etmeye denk kabul edilmiştir. Bunun tersi de önemsenmiş ve bir insanın hayatını kurtarmak bütün insanlığın hayatını kurtarmaya denk sayılmıştır. Şüphesiz ki, hayat hakkı dışında insanın manevî varlığını ve yapısını oluşturan, inanç, din, vicdan, düşünce, öğrenim ve ifade özgürlüğü de önem arz etmektedir. Çünkü manevî özgürlüklerini yaşayamayanların; seyahat, mesken, giyim-kuşam, siyaset, ticaret ve ekonomik tercihlerini de sağlıklı bir şekilde yapmaları beklenemez. Sonuçta insanın kimlik ve kişiliğinin oluşmasını sağlayan bu özgürlüklerin temeli de sağlıklı düşünceye, yaşanan olaylardan ders ve ibret almaya dayanmaktadır. Ne yazık ki henüz çağdaş dünya doğuştan itibaren insanlığa reva görülen bu hakların kullanımını sağlayamamış ve sosyal barışa yansıtamamıştır. Hâlâ insanlar din, dil, ırk, renk, cins, felsefî inanç ve düşüncelerinden dolayı farklı kategorilere tabi tutulmaktadır. Böylece hiç olmaması gereken hak ihlâli, gözyaşı, baskı, ızdırap ve değerlerin örselenmesi, birçok coğrafyada devam etmektedir. Her vesileyle çarenin demokraside olduğu vurgulanmaktadır. Ancak bu kavramın; anahtar ve çözüm kaynağı olması için hür, serbest, düşünceye saygı ve içinin ortak değerlerle doldurulması gerektiği asla unutulmamalıdır.