İslam’ın Barış Çağrısını İtibarsızlaştırma Çabaları
Yüce Allah, insanları dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıracak ilahî bir kanun göndermek istediğinde bunun adını İslam koydu. İslam kelimesi, “barış” ve “esenlik” anlamına gelen bir kökten türemişti. Ve Rabbimiz bu din ile insanları darüsselama (barış ve esenlik yurdu cennete) çağırdı. (Yunus, 10/25.)
Çağrıya kulak verenlere, birbirleriyle her karşılaştıklarında “es-selamü aleyküm” (barış ve esenlik sizin üzerinize olsun) diye söze başlamaları öğütlendi. Onların, söz ile de yetinmeyip “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin; çünkü o, apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 2/208.) buyruğunu hayata geçirmeleri gerekiyordu. Böylece İslam’ın mensuplarına; Rableriyle barışık, kendileriyle barışık ve çevreleriyle barışık olanlar anlamını kapsayan “Müslümanlar” ismi verildi.
Gönülleri fetheden peygamber: Hz. Muhammed (s.a.s.)
Kendilerine Müslüman ismi verilenlere, özel bir görev yüklendi; Allah’ın elçisi onlara örnek olacak, onlar da tüm insanlığa örnek olacaklardı. (Hac, 22/78; Bakara, 2/143.) Öyleyse önce elçinin vasıflarını iyi okumak gerekiyordu. Elçi olan Hz. Muhammed’in en önemli özelliği ise, âlemlere “rahmet” olarak gönderilmiş olmasıydı. (Enbiya, 21/108.)
Peygamberimiz, bulunduğu toplumda el-Emin olduğu gibi, Müslümanı da, “elinden ve dilinden emin olunan kimse” diye tanımlamıştı. (Nesai, İman, 8.) Yine o, Müslümanın, çevresine korku salan değil, dostluk ve sevgi saçan kimse olması gerektiğini bildirmişti. (Buhari, Edep, 38; Müsned, II, 400.)
Allah Rasulü yeryüzünü İslam ile buluştururken, merhametin gücüne sarıldı. O, kavgayı değil gönülleri fethetmeyi seçti. Bu hususu Yüce Allah şöyle açıklamaktadır: “Sen onlara sırf Allah’ın rahmeti sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlarla istişare et, karar verince de Allah’a güven.”(Âl-i İmran, 3/159.)
“Öteki”yle barış esaslı ilişkiler
Peygamberimiz çıktığı yolda çeşitli kesimlerin engellemeleriyle de karşılaşmıştı. En başta Mekkeli müşrikler ona türlü eziyetler çektirdiler. Rasulüllah Mekke döneminde, müşriklerle bir çatışmaya girmedi, hicreti tercih etti. Kutlu Nebi, Medine’ye vardığında farklı din mensuplarıyla barış anlaşmaları yaptı.
Mekkelilerin tehditleri hicretten sonra da bir türlü bitmek bilmiyordu. Nihayet şu ayet nazil oldu: “Saldırıya uğrayanlara, zulme maruz kaldıkları için savaş izni verildi. (Hac, 22/39.) Böylece hayatın her alanında Allah için gayret göstermenin adı olan cihat, artık kimi zaman savaş anlamına gelecekti. Çünkü varlığını sürdürebilmek ve özgürlük içerisinde yalnızca Allah’a kulluk edebilmek için bazen savaştan başka çare kalmıyordu: “Eğer Allah’ın, insanların bir kısmıyla diğer kısmını engellemesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler -ki oralarda Allah’ın adı çokça anılır- yıkılır giderdi.” (Hac, 22/40.)
İslam haklı savaşı meşru kılmakla yetinmedi; savaşın bir hukukunu ve ahlakını da vaz etti: “Size savaş açanlarla Allah uğrunda siz de savaşın; fakat aşırılığa gitmeyin!”, “Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin.” (Bakara, 2/190; Maide, 5/8.) Savaşta masum siviller öldürülemezdi. Bir savaşta çocukların öldürülmüş olduğunu öğrenen Hz. Peygamber, buna çok kızmıştı. Bunun üzerine: “Ya Rasulallah! Onlar müşriklerin çocukları değil midir?” denilince Efendimiz: “Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değil midir?” karşılığını vermiş ve “Dikkat edin! Çocukları öldürmeyin!” sözünü defalarca tekrar etmişti. Ardından sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Her çocuk, tertemiz bir fıtrat üzere doğar… onu Hristiyan veya Yahudi yapan, anne ve babasıdır.” (Müsned, XXIV, 356.)
Savaşa izin verilmesine rağmen, diğer topluluklara karşı savaşın değil barışın esas alınması öğütlendi. Başta zikrettiğimiz “Hep birden barışa girin” ayeti genel çerçeveyi çiziyordu. Bu yüzden Rabbimiz, onlar vazgeçtiğinde savaştan vazgeçmeyi (Bakara, 2/192.), barış yapmak istediklerinde ise barış yapmayı emretmişti. “Eğer barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven!” (Enfal, 8/61.)
Hiçbir zararı bulunmayan ve savaştan uzak duran topluluklara saldırılmaması ve barışın kıymetinin bilinmesi gerekiyordu: “Sizinle de kendi kavimleri ile de savaşmayı içlerine sindiremeyip (tarafsız olarak) size gelenler müstesna.
Allah dileseydi onları başınıza musallat ederdi de sizinle mutlaka savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse Allah size, onların aleyhine bir yola girme hakkı vermemiştir.” (Nisa, 4/90.)
Müslümanlar, kendileriyle savaşmayan gayrimüslimlere iyilik de yapabilirlerdi: “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz.” (Mümtehine, 60/8.)
Savaşın meşru kılınış gerekçesi hakkın önündeki engelleri kaldırmak olunca, ötesine geçilmeye izin verilmedi; kimse Müslüman olmaya zorlanamazdı. Çünkü âlemlerin Rabbi: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256.) buyurmuştu.
Bir cana kıymak, bütün insanları öldürmek gibi
Merhamet ve adalet peygamberinin getirdiği dinde, haksız yere bir cana kıymak bütün insanları öldürmek gibi, bir insanının hayatını kurtarmak ise bütün insanlığı kurtarmak gibiydi. (Maide, 5/32.)
Kesin olmayan bilgilere ve suizanna dayanarak başkalarını tekfir etmek, öldürmek asla caiz değildi. Bir Müslümana kâfir diye hitap edenin bizatihi kendisinin küfre girme tehlikesi vardı. (Müslim, İman, 111.) Bir savaşta Üsame b. Zeyd, karşısındaki kişi “Lâ ilâhe illallah” demesine rağmen onu öldürmüş ve “korktuğu için böyle dedi” savunmasını yapmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: “Kalbini yarıp baktın da mı korktuğu için böyle söylediğini anladın? Kıyamet günü, lâ ilâhe illâllah sözü karşına çıktığında ne yapacaksın!” (Müslim, İman, 158.)
Allah Rasulü, namaza gidip geldiği görülen kişinin Müslümanlığına şahitlik edilmesini istemiş ve kelime-i tevhidi söyleyip ehlikıble olanların tekfir edilemeyeceğine işaret etmişti. (Müsned, XVIII, 194.) Medine’deki münafıkların öldürülmesi talebine karşı çıkan Hz. Peygamber, böylece, küfrünü ve düşmanlığını açıkça ilan etmeyenlere ilişilmeyeceğine işaret etmiş oluyordu. Bir taraftan da o, “Muhammed kendi adamlarını öldürüyor” denilmesine fırsat vermeyerek (Buhari, Menakıb, 9.) Müslümanlar hakkında olumsuz algılar oluşmaması için hikmete göre davranıyor, şerrinden korkulan değil merhametine sığınılan bir idare kuruyordu.
Mümin, dolaylı olarak bir kardeşinin ölümüne sebep olacak eylemlere de girişmemeliydi. Nitekim Yüce Allah Hudeybiye’de yaşananlardan sonra Mekke’ye savaş açma izni vermemişti. Çünkü Mekke halkı içinde henüz tam olarak tanınmayan müminler bulunuyordu ve bir çatışma anında bunlar da zarar görebilirlerdi. (Fetih, 48/25.) Yıllar sonra Mekke’nin fethi gerçekleştirilirken de, kan dökülmemesi için Hz. Peygamber azami gayret sarf etti ve fetihten sonra “Bugün size kınamak yok.” diyerek Mekkelileri affetti.
İslam’ı itibarsızlaştırma çabaları
Bugüne geldiğimizde, Müslümanların yaşadığı coğrafya, belki de tarihin en zorlu sürecinden geçmektedir. Fakirlik ve cehalet bir yana, savaşlar ve kıyımlar yaşanmaktadır. Şüphesiz, bu durumun ortaya çıkmasında harici nedenlerin rolü inkâr edilemez. Uzun yıllar süren sömürgeler ve işgaller, Müslüman coğrafyasına büyük sıkıntılar çektirmiştir. Bir kırılma yaşayan Müslümanlardan bazılarının da, yaralı hâlleriyle aşırılıklara saptıkları ve din adına yanlışlar yaptıkları görülmektedir.
Cihat ve tekfir kavramlarının çarpıtılarak Müslümanlara savaş ilan edilmesini veya zalim-masum ayırımı yapılmaksızın dünyanın çeşitli yerlerinde acılar yaşatılmasını kabul etmek mümkün değildir.
Bu tür eylemler dinimizi terörle birlikte anmak isteyenleri sevindirmektedir. Böylece dinimize yönelik bir itibarsızlaştırma gündeme gelmektedir. Belki bu sonuç ortaya çıksın diye, birtakım art niyetli çevreler de bu eylemleri gizli-açık desteklemektedirler. Yoksa evlerinde günlük yiyecek bulmakta zorlanan kimi insanların, ellerinde modern silahlarla sokaklarda dolaşıyor olmalarını izah etmek zordur.
Bazı Müslümanların, indi yargılarla hareket ederek, ötekiyle ilişkiler bir yana, Müslümanlar içindeki farklı görüşlere nasıl davranılacağına ilişkin ölçülere bile uymadıkları görülmektedir. Müslüman geleneğinin, itikat sahasında “ehlikıble tekfir edilemez” ve fıkıh sahasında da “içtihat, içtihat ile nakzolunmaz” gibi prensipleri görmezden gelinmektedir.
Değişik ülkelerde hiçbir yetkisi bulunmayan ve Müslüman halkların onaylarını almamış kimselerin ortaya çıkıp yargılama, ceza infazı ve savaş ilanı gibi uygulamalara giriştikleri de görülmektedir ki, İslam bunları ancak meşru devletin yetkisine vermiştir. Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlamaya matuf olan “ulü’l-emr” ve “hilafet” gibi kavramları tefrikaya alet etmek ve bunları kullanarak Müslümanları ayrıştırmak da, İslam’ın hükümlerindeki “hikmet”i yitirmiş olmanın bir göstergesidir. Sonuç olarak, İslam adına gerçekleştirildiği söylenen fakat yanlışlarla dolu ve neticede İslam’ın aleyhine algılar oluşturan hareketler, sünnet-i seniyyeye uymamaktadır.
Bizler, Hz. Muhammed’in rahmet yüklü mesajlarını yeniden okumak ve bunlara sımsıkı sarılmak mecburiyetindeyiz.
Öfkenin, kinin, aceleciliğin, vehimlerin ve cehaletin bizi esir almasına asla müsaade edemeyiz. Bilgi kirliğinin yaşandığı çağımızda, insanların çoğunun İslam hakkındaki bilgiyi, onun düşmanlarından aldıkları bir vakıadır. Birtakım zanlarla ve teyit edilmemiş bilgilerle insanları mahkûm etmede hata etmektense, iyi niyette ve müsamahada hata etmek daha iyi değil midir? Zaman, tarihte büyük acılara sebep olan taassubu, nice Kerbelalar yaşanmasına neden olan kirli siyasetleri, Peygamberimizin güzide sahabilerini bile küfürle itham edecek kadar aşırılık içeren tekfir hastalığı gibi cürümleri tekrar etme zamanı değildir. Zaman, insanlığı zulmün ve şiddetin karanlığından barış ve huzurun aydınlığına çağırma zamanıdır.