Kimliğim mi İnancım? İnancım mı Kimliğim
Modern zamanların insanları biçimlendirme çalışması istediği sonuca ulaştı. Bireye, kendini ait kabul ettiği bir dayanak sunarak, onu beşeri sistemlerin içinde görünürlük kazandırdı. Böylece “biz” olmadan “ben” olmayı başaran birey, kendini dünyanın merkezinde görmeye başladı.
Kavramsallaşmalar uçuşup dururken, anlaşılmak bu çağın insanının temel problemi olarak önüne seriliverdi. Modern birey bu önüne serili verilen şeyin üstesinden nasıl geleceğini bilemedi.
Bilemediği gibi onu sorgulamasının başına ne tür belalar getireceğinin korkusuyla karışmak dahi istemedi.
İnancın günlük hengâmenin içinde kaybolup gitmesi, onun yerine geleneğin ve örfün birer “inanç gerçeği” diye insanların zihnine işlenmesi, kimliğin ne olduğu tartışmasını da beraberinde getirdi.
Kimlik, kişileri belirleyen şey olmaktan çok; yer, zaman ve şartlar neyi gerektiriyorsa “o” olmak olarak algılandı. Durum bu olunca kimlikler havada uçuşup durdu. Burada anlatılmak istenen şey kişinin kendini ne olarak tanımladığı gerçeğine vurgu yapmaktı.
Kimlik net olarak tanımlanamadığından, herkesin durduğu yerden bir tanım yapmaya çalışmasından kaynaklanan bazı sorunlarla karşı karşıya kalmakta kaçınılmazdı. Çünkü herkes kaldığı yer itibariyle söz söylemektedir ya da tuvalle resim çizmektedir. Başka yerden bakınca da resmin tümü görünmediğinde, önündeki resimle yetinmektedir. Bu da doğal olarak yanlış anlaşılmaya müsait bir durum oluşturmaktadır.
Modern dönem bireyi bir tanım içine sıkıştırıp, “sen busun” dayatmasından, sorunsuz bir dünya oluşturamadığından kaynaklanan problemlerle, postmodern dönemle birey serbest bırakılarak “sen hiçbir şeysin” konumuna getirilmiştir. Aslında yaşadığımız bu dönem kimlik tartışılmasından çok kimliksizliğin konuşulmasının daha doğru olduğu kanısını tartışılmaktadır.
Bu sürecin batıdan başladığını söylemek abes olmasa gerek. Batı insanını ortaçağın karanlığında sökün edip buraya, bu hengâmenin içine taşımak için uzun bir süreç yaşadı. İlk olarak batılı kendisinin oluşturmuş olduğu ve dine dayalı zihni, reformlarla değiştirildi veya koparıldı. Kendini dayandırabileceği tek şey olan “din”de böylece yerle bir edildi. Hedef değiştirilmiş ya da yok edilmişti. Tanrı kişinin isteğine ve şekil verilmesine bırakılmıştı. Böylece kendi putunu kendi yaratıp, acıktığında oturup bir güzel onu yemek kalmıştı. Ama bu onu mutlu kılmamış olacak ki arayışlarını sürdürdü.
Aklın heva ve hevesin emrine verilmesi yetmemişti. Bu sefer duygularında değişmesi ve kendini yönlendirildiği “din”den alıkonulması gerekti. Devrimin Rönesans’la nasıl gerçekleştiğini insanların zihnine kazındı. İnsan mutluluğu yakalayamamıştı ve bunu bulmak için yolculuğunu sürdürmeye devam etti. Peşine romantizmi ekleyerek keyiflerini sürdürdüklerinde nasıl pagan bir kültürün içine girdiklerinin farkında dahi değillerdi. Böylece put bahçesine birkaç put daha kazandırdılar.
Ve insan vahşileştikçe vahşileşti, komşusunu yemek ona yetmedi uzak diyarlara açıldılar. İnsanı aşağılık bir yaratık olmaya doğru sürükledikçe sürüklediler. Mal gözlerini kör etmiş bir azgın canavar gibi gördüğü her şeyi öğütüyordu. Akıttığı kanlar yetmedi ve nefsini doyurmadı batılının. Yeni arayışlar hız kesmedi. Her bir lokma onu biraz daha mutsuz ediyor ve tanımsız bırakıyordu. Gün geçtikçe silikleştiğini görüyor ve kendini belirgin kılmak için her şeye saldırıyordu.
Dünyayı algılama biçimleri değiştirildi batılıların, yapmış oldukları putları da yıktılar. Onun yerine kendi bedenlerini diktiler. Böylece ne inanç kalmıştı, ne de akıl ve duygu. Yakılanların bıraktığı küllerden bir düş yaratılmıştı. Yeni yaratıcı herkesi koşulsuz kendine tapınmaya çağırıyordu ki, bu da modernizmdi, tek tipleştiren ve başkasına tahammülü olmayan. Modernizm ayrıca yeni bir kimlikle kendini tanımlamanın ilk çabasıdır.
Kendi doğumuna hazırlanan düşüncenin hedefsizleştirilmesi, duyguların esfeliyette debelenmesi, hayalin başka mecralarda koşturması ve bedenin azgınlaşması, hayânın yerle bir edilmesi postmodern oluşun adı olurken, insanın geldiği son çaresizliğin yıkımının adı da olmaktadır.
Bütün bu sürecin sonunda, karşı karşıya kaldığımız kimlik nasıl bir tarife gebe olduğu anlaşılır herhalde. Bu kadar dayatmanın içinde, acziyle baş başa bırakılmış insanın sarıldığı her şey boynuna dolanmaktadır.
“Millet” kavramının ondokuzuncu yüzyıl öncesinde aldığı tanımla bugün tanımı farklılık arz eder.
Millet yani “din” kavramı iken, insanların tanrılaşma isteği ve silikliği onu farklı bir anlamda yani “ulus” anlamı yüklenerek kullanıma açılmıştır.
Modern dünyanın bize hediye ettiği ulusçuluk mefhumunun içselleştirilmesiyle beraber “kimlik sorunu” diye bir şey çıktı ortaya. Daha önce insanların kendilerini tanımlamak için bir “kimlik” kullanmıyorlar mıydı? Tabi ki kullanılıyordu. Bu sadece bir tanımlamaydı. Bir üstünlük belirtisi olarak ortaya atılmıyordu. Fakat modernizm sonrası adlandırılan “kimlik” bir üstünlük göstergesi olarak sunulmuştur.
İslam dünyasında insanlar kendilerini ait oldukları kabile ya da mensup olduğu mezhebi dillendirirken bunu bir üstünlük olarak değil, bir tanılanmanın sunusu olarak ifadelendiriyorlardı. Bu mensubiyet kendisiyle iletişime giren kişiye eşit olduğunun ve bunun çokta önemli olmadığının da bir ifadesiydi. Bugün kendimizin ait olduğu şehir/köy ne ifade ediyorsa, o günde sahip olduğu kavimde bundan öte bir şey ifade etmiyordu.
Modern zamanla bu değişime uğradı, menşei itibariyle batılı olduğu ve yine kullanılmaktan çok hoşlanılan aydınlamanın üstünlük belirtisine gömdüğü, üst insan ya da ari ırk anlamını almıştır.
Böylece kim daha üst ise, bu üstünlüğünü ispatlamak için diğerini asimile etmek, aşağılamak ya da ötekileştirmeye uğraşmıştır. Modernleşmiş insan, bunu problemi haline getirmiştir. Kendini tanımlamanın bir aracı haline gelmiştir kimlik. Çünkü kendini sürekli birileriyle ölçmek ve ölçü sırasında ise kendisinin daha ağır olmasının yollarını aramaktadır.
İlginçtir, milliyetçi söylemleri İslam topraklarında başlatanlar; batı aydınlamasından geçen ve aydın diye tabir edilen insanlardır. Irkçı söylemleri ve bu söylemlerle ırklarına ait uygarlık söylencelerini de ilk başlatanlar yine bunlar olmuştur. Demek buradan çıkarılacak olan; müslüman halkın ve modernleşmeyle yüzleşmeyen halkın böyle bir derdi yoktur.
Modernlik farklılığı, farklılığında üstünlüğüne indirgemektedir kimliği. Onun için sıradan birinin kendini bir ırka mensup kabul etmesiyle modern olanın kendini kabul etmesi bir değildir. Modern olan, ırka yeniden bir isim bulmuştur. Ona bir üstünlük katmıştır. Kendi içinde olan farklılıkları yeni bir farklılıkta eritmek istemiştir. Bu bütün modern ulus devletlerin hastalığıdır. Kendi bünyelerinde olan kültürlerin hepsini tek bir adla adlandırmak ve bu ad dışındaki bütün tanımlamaları yok saymakla işe başlamışlardır. Farklı isimlendirmeleri ötekileştirmişlerdir.
Peki, bu ötekileştirme toplumun bütünlüğünü korumaya muktedir midir? Hayır, çünkü “modernitenin özelliği parçalamasıdır. Modernite parçalar, çünkü toplum modernleştikçe bireyselleşir ve farklılıklar gün yüzüne çıkar.” Bunu aşmakta ötekileştirdiğini, isimsiz bıraktığını isimlenmesine müsaade etmemek şeklinde olacaktır.
Bu gün tartışılan üst kimlik alt kimlik, müslümanların meselesi değildir. Kendilerini yeni baştan kurgulamaya çalışan modern ulus devletlerin sorunudur. Türkiye cumhuriyeti geçmişi inkâr üzerine kurulduğu için yeni bir kimlik yaratmanın –bütün etnik ve dinsel unsurlara rağmen- uğraşısını Türklükte bulmuştur. Bunu yaparken, toplumun isimlendirdiğinde farklı bir söylemle dilendirmiştir. Buda ırkçı ve diğerlerini ötekileştiren bir söylem olmuştur.
Emmanuel Levinas; islamı “İslam her şeyin üstünde insanlığın bu kuruluşunda katkısı olan başlıca etmenlerden biridir. Çetin ve muhteşem olmuştur onun çabası. Kendisini doğuran aşiretleri uzun süre önce aşmıştı o. Üç kıtaya akınlar yapmıştı. Sayısız halkı ve ırkı birleştirmişti. Evrensel bir hakikatin yerel bir tekilcilikten daha değerli olduğunu herkesten daha iyi anlamıştı.” diye söylemektedir.
Bu kimlik tartışmaları, insanların başkaları tarafından tanımlanmalarının sağlanması ve kendilerine ödünç verilen kimliklerle bir çeşit yüzlerini maskeleyerek yürümelerini sağlamaktadır. İnsanlar var olanla değil, var kılınmak istenilen şekle sokmaya çalışılmaktadır. Yani ait olduğu kimliğe dahi yabancılaştırmanın derinliksiz bir uğraşısıdır yapılmak istenen. Peki, neden bu yapılmaktadır? Çünkü batılı zihniyet, bir bağlılık durumu/isteği gerçekleştirmedikçe, herhangi bir şeye bağlanma fikrini kabul etmez. Bir kendisini içselleştirdiği kimlik, birde dışarıdan kendisine verilen kimlik arasından gidip gelmektedir. Dışarıdan kendisine bakar, hangisi onun menfaatlerine daha yakın, insanların gözünde hangi kimlik daha muteber ise, kendini öyle isimlendirir.
Bizde bu düşünce merkezinden hareketle bir kimlik oluşturulmaya çalışıldığı için, aynı problemlerle karşılaşılmaktadır. Tartışmalarda bundan kaynaklanıyor. Dışarıdan dayatılan kimlik maya tutmamıştır. Ötekileştirmeler var olanı yoksamamıştır.
Müslümanların ne olduğu veya bu günlerde ne hissettikleri şeceresini çıkarmaya çalışmak, çok iç açıcı sonuçlarda vermeyecektir. Müslüman kimlik tanımlamanın ne kadarını kapsadığı ise daha çok tartışma götürecektir. Çünkü inançlar kimlikleri oluşturacak kadar içselleştirilmemiştir. Böyle olunca, insanların kendilerini ait kabul ettikleri kimlikler, onların inancı konumuna gelmiştir. Dinin bu kadar çarpık çurpuk olmasının altında yatan nedende budur.
İnançlar insanların kimliğini oluşturduğunda, yapaylık ve silik olan kişilerin görünmeye başladığı görülecektir. Ümmetin kurtuluşu, kimliklerin inanç haline gelmediği ve inançların bir kimlik oluşturduğu zaman olacaktır.
Ali Öner.