* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: İslâm’a Teslim Olunur; İslâm Teslim Alınmaz  (Okunma sayısı 249 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı türkiyem

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 2153
İslâm’a Teslim Olunur; İslâm Teslim Alınmaz
« : Temmuz 24, 2023, 11:35:31 ÖÖ »


İslâm’a Teslim Olunur; İslâm Teslim Alınmaz

İnsanların dünya ve âhiret saadetlerinin garantisi olsun diye Allah’ın beğendiği, razı olup gönderdiği dinin adı İslâmdır. Allah’ın (cc) dinine ihlâsla teslim olmak, sıkıntılardan, problemlerden, fitne ve fesad’dan kurtulmayı beraberinde getirir. Dersiminizin konusu olan âyet-i kerime’de tek bir fâsıkın getirdiği haberindahi tahkik edilmesi emredilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’e göre Müslümanların toplumu yalan ve yanlış haberlerle değil, tahkik edilmiş ve doğruluğu ispatlanmış doğru haberlerle amel eden bir toplumdur. Ama ne yazık ki; asrımızda Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim’e göre bir toplum inşâ edemedikleri için bırakın fâsıkın haberini araştırmayı, münkir ve müşrik medyanın haberleriyle amel eder duruma düşmüşlerdir. Yanlış ve yalan haberleri tahkik edip tashih etmek, Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) fiili sünnetinden birisidir. Sahabe-i Kiram’ın tatbikatları bu şekilde olmuştur.
 
“EY iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.

Bilin ki, aranızda Allah’ın elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârı, fâsıklığı ve (İslâm’ın emirlerine) karşı çıkmayı da çirkin göstermiştir. İşte bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir. ”(1)

İslâm, insanların dünya ve âhiret saadetlerinin garantisi olsun diye Allah’ın beğendiği, razı olup gönderdiği dinin adıdır. İslâm insanların hayatını bir bütün hâlinde teslim almaya geldi, teslim olmaya gelmedi. İslâm’ı her ne adına olursa olsun teslim almaya kalkışmak, haddi ubudiyeti aşıp tağutlaşmaktır.

İslâm’a teslim olmak, sıkıntılardan, problemlerden, fitne ve fesad’dan kurtulmaktır. İslâm’ı teslim almaya çalışmak ise; sıkıntılara, problemlere, fitne ve fesada uğramaktır.

Rabbimiz bu âyet-i kerim’de bütün mü’minlere hitap ediyor. Mü’minlerden teslimiyet istiyor. Mü’minler topluluğunun selametini istiyor. Fâsıkların haberleriyle hareket edilmemesini istiyor. Gerekirse, tek bir fâsıkın verdiği haberi tahkik etmek için mü’minlerin bütün topluluğu seferber olmalıdır. Çünkü âyet-i kerime’de tek bir fâsıkın getirdiği haberin tahkiki için “Ey İman edenler!” diye hitap edilerek “tebeyyün”; araştırma, tahkik istenmiştir. Dolayısıyla haber veren tek bir kişi olsa ve o da fâsık olsa, o haberi tahkik etmek, bütün Müslümanların üzerine farzdır. Müslümanların toplumu fâsıkların yalan haberlerine kapalı olan bir toplumdur.

Kur’ân-ı Kerim’e göre Müslümanların toplumu yalan ve yanlış haberlerle değil, tahkik edilmiş ve doğruluğu ispatlanmış doğru haberlerle amel eden bir toplumdur. Ama ne yazık ki; asrımızda Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim’e göre bir toplum inşâ edemedikleri için bırakın fâsıkın haberini araştırmayı, münkir ve müşrik medyanın haberleriyle amel eder duruma düşmüşlerdir.

Müfessirin ulemanın beyan ettiğine göre bu âyet-i kerime, Ebu Muyat’ın oğlu Ukbe bin Velid hakkında inmiştir. Rasûlüllah onu Mustalık oğullarının zekâtını toplamak için göndermişti. İbni Kesir der ki: Mücahit ve Katade derler ki: Rasûlüllah (sav) Velid b. Ukbe’yi, Mustalık oğullarına zekâtlarını toplamak üzere gönderdi. Onlar Velid’i zekâtları ile birlikte karşıladılar. Fakat Hz. Velid geri döndü ve: “Ya Rasulallah Mustalık oğulları, seninle savaşmak üzere toplanmışlar” dedi. (Katade’nin rivâyetinde ayrıca onların İslâm’dan döndükleri de vardır.) Bunun üzerine Rasûlüllah Hz. Halid b. Velid’i onlara gönderdi. Ve kendisine durumu inceleyip acele etmemesini emretti. Hz. Halid yola çıkar, geceleyin oraya varır ve gözcülerini gönderir. Gözcüler geri dönünce Hz. Halid’e, Mustalık oğullarının İslâm’a bağlı olduklarını onların ezanlarını ve namazlarını duyduklarını haber verirler. Sabah olunca Hz. Halid kendisi bizzat Mustalık oğullarına gider. Ve orada hoşuna giden şeyler görür. Hz. Halid Rasûlüllah’a döner ve haberi ona iletir. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirir. Katade der ki: Rasûlüllah (sav) der ki:

“Tedbirli davranmak Allah’tan, acele ise şeytandandır. ”(2) İbni Kesir’in tefsirinde yer alan ifade budur. Seleften bir çokları, İbni Ebi Leyla, Roman oğlu Yezid, Dahhak Hibban oğlu Mukatil başta olmak üzere daha birçoklarına göre, bu âyet Ukbe oğlu, Velid hakkında inmiştir. Doğrusunu Allah bilir. (3)

Bir diğer rivâyete göre Rasûlüllah (sav) onu (Velid b. Ukbe’yi) Müslüman olmalarından sonra Mustalık oğullarına gönderdi. Onun geleceğini haber alınca, onu karşılamak üzere bineklere bindiler. O da onların bu hâllerini işitince onlardan korktu. Rasûlüllah (sav)’e geri dönerek Mustalık oğullarının kendisini öldürmek istediklerini ve zekât vermediklerini bildirdi. Rasûlüllah (sav) da onların üzerine bir gaza düzenlemeyi içinden geçirdi. Bu hâlde bulunuyorken heyetleri Rasûlüllah (sav)’ın huzuruna gelerek:

Ey Allah’ın Rasûlü dediler. Senin gönderdiğin elçinin haberini aldık, ona ikramda bulunalım ve üzerimizdeki zekâtları ona ödeyelim diye yoluna çıktık. O ise geri döndü. Bize ulaştığına göre Rasûlüllah (sav)’e onunla savaşmak üzere çıktığımızı iddia etmiş. Allah’a yemin olsun ki biz bu maksatla çıkmadık. Bunun üzerine Allahû Teâla bu âyet-i kerimeyi indirdi. (4)

Yanlış ve yalan haberleri tahkik edip tashih etmek, Rasûlüllah (sav)’in fiili sünnetindendir. Ve sahâbelerin de tatbikatları bu yönde olmuştur. Haberler tahkik edilmezse cehâletle yani yanlış yalanlarla amel etmek kaçınılmaz olur. Doğru haber kanallarını tıkayanlar, toplumlarını yalanların ve yanlışların saltanatına boyun eğmek mecburiyetinde bırakırlar.

Âyet-i kerime’nin sebebi nüzulüne bakıldığında görülecektir ki; İslâm toplumunda haberlerle bizzat Müslümanların hâlifelerinin ilgilenmesi gerekiyor. Çünkü Hz. Peygamber (sav) hem ümmetin Peygamberi olarak ve hem de ümmetin devlet başkanı olarak Velid b. Ukbe’nin verdiği haber tahkik ettirmiştir.

Fâsıkın verdiği haber tahkik edilmezse cehâletle amel etmek gündeme gelir. Tahkik edilmemiş fâsıkın haberini referans alarak harekete geçenler cehâletle bir kavmin hukukunu ihlal edebilirler. Yani yanlış bir haber bir kavmin kaybedilmesine sebeb olabilir. Bunun da sonu nedamettir.

Mü’minlerin toplumdan fâsıkın verdiği haberin tahkiki umumidir. Bütün zamanlarda ve mekânlarda geçerlidir. Bu hususta Şehid Seyyid Kutub (rh. a.) der ki: “Bu âyetin anlamı geneldir. Âyet fâsık olan birinin getirdiği haber karşısında, o haberi süzgeçten geçirmeyi ve tedbirli davranmayı içermektedir. Görevlerini tam olarak yapan doğruların getirdikleri haber ise hemen alınır. Çünkü müslüman toplumda asıl olan bu prensiptir ve fâsıkın getirdiği haber bunun istisnasıdır. Görevlerini tam yapan doğru kimselerin haberini almak ise, tedbirli davranmak prensibinin bir parçasıdır. Çünkü doğru kişi haber kaynaklarından birisidir. Bütün kaynaklardan ve bütün haberlerden şüphe etmek ise mü’min toplum arasında uyulması şart kılınan güven prensibine aykırıdır. Hayatın akışına ve toplum içinde düzenin sağlamasına engeldir. Halbuki islam, hayatı doğal akışı içinde gitmesi için serbest bırakmış ve baştan koymuş olduğu garantileri ve tedbirleri hayatı engellemek için değil aksine korumak için getirmiştir. Bu, haber kaynakları üstüne bir genelleme ve istisna örneğidir.

Öyle görülüyor ki, Ukbe oğlu Velid’in getirdiği ilk haberden dolayı birtakım müslümanlarda bir fevrilik belirmiş ve hemen Resulullah’a çabucak onları cezalandırmasını tavsiye etmişlerdir. Bunun sebebi, bu zümrenin Allah’ın dinine düşkünlükleri ve zekatın verilmemesinden dolayı duydukları kızgınlık idi. Bu âyeti izleyen âyet, onlara muazzam gerçeği ve aralarında yaşayan büyük nimeti hatırlatmaktadır. Ki onun değerini anlasınlar ve onun varlığına karşı sürekli uyanık bulunsunlar...”(5)

İmam-ı Cessas (rh. a.) der ki: “Âyette geçen ‘tahkik edin’ emri, fâsıkın şehadetinin ve ulaştırdığı haberlerin kabul edilmemesinin delilidir. Çünkü şahidlik, bildiğini haber vermekten ibarettir. Fâsık olan kimsenin şahidliği kabul edilmediği gibi, diğer hususlardaki haberleri de kabul edilmez. ”(6)

İmam-ı Kurtubî (rh. a.) bu âyetin tefsirinde şunları diyor: “ Bu âyet-i kerîme’de adaletli olması hâlinde bir kişinin haberinin (haberu’l vahid)’in kabul olunacağına delil vardır. Allah’ın fâsık olan kimsenin haber nakletmesi esnasında işin iyice araştırılmasını emretmiştir. Fâsıklığı sabit olan kimsenin ise verdiği haberlere dair sözü icmâ ile bâtıl olur. Çünkü haber bir emanettir, fâsıklık ise onu iptâl eden bir karinedir. ” (7)

Sahabe, Tabiin ve onlardan sonraki muhaddis, fakih ve usulcülerin büyük çoğunluğu, güvenilir tek kişinin (vahid) haberinin şeriatın delillerinden bir delil olduğunu; zan ve ilim ifade ettiğini, bu sebeple onunla amel etmek gerektiğini belirtmişlerdir.

Bir kişinin getirdiği haberle amel edildiğini gösteren örneklerin bulunduğu Asr-ı saâdet’te(8) haber-i vâhid kavramıyla ilgili tartışmalar ve onunla amel etmeme diye bir konu yoktu.

Rasûl-i Ekrem gerek ibadetlerde ve İslâm’ın temel rükünlerinde gerekse idareciliğiyle ilgili durumlarda bir kişinin getirdiği habere göre icraatta bulunmuştur. Onun:

- Ramazan hilâlini gördüğünü söyleyen sahâbîye, “Allah’tan başka tanrı olmadığına ve benim Allah’ın resulü olduğuma şehâdet eder misin?” diye sorup olumlu cevap alması üzerine sahâbînin haberine güvenerek, “Ey Bilâl, insanlara haber ver, yarın oruç tutsunlar!” demesi;(9)

- Kubâ Mescidi’nde Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılmakta olan müslümanların kıblenin Kâbe yönüne çevrildiğini bildiren kişinin haberine güvenerek Kâbe’ye yönelmeleri;(10)

- Hz. Peygamber’in Mus’ab b. Umeyr’i Medineliler’e, Muâz b. Cebel’i Yemen’e, Dihye b. Halîfe’yi Rum Meliki Herakleios’a, Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’yi İran Kisrâsı II. Hüsrev’e (Pervîz), Amr b. Ümeyye ed-Damrî’yi Habeş Meliki Necâşî’ye, Hâtıb b. Ebû Beltea’yı İskenderiye Meliki Mukavkıs’a, Alâ b. Hadramî’yi Bahreyn Valisi Münzir b. Sâvâ’ya göndermesi(11) gibi uygulamalar haber-i vâhide olan güveni göstermektedir. Ayrıca;

- Rasûl-i Ekrem’in elçilerini, emirlerini, kadılarını ve zekât memurlarını çeşitli bölgelere şifahen tebliğde bulunmak veya mektup ulaştırmak yahut dinî hükümleri icra etmek üzere teker teker göndermesi, bu kişilerin gönderildiği toplulukların tebliğ edilen emirleri şâhid istemeden kabul etmeleri;(12)

- Hz. Peygamber’in Arap kabilelerinden gelen ve bazan birer kişiden ibaret olan elçilere İslâm’ı tebliğ ettikten sonra onlara öğrendikleri şeyleri kabilelerine öğretmeleri için tavsiyelerde bulunması;

- İçkinin tamamen haram kılındığını bildiren âyetin (Mâide 5/90-91) nazil olduğunu bir sahâbînin haber vermesi üzerine orada bulunan ashabın hemen içki küplerini sokaklara dökmeleri;(13)

- Resûlullah’ın Ebû übeyde b. Cerrâh’ı Necranlılar’a yollarken, “Size emin bir adam gönderiyorum” diyerek talimatını bildirmesi(14) gibi bir dizi uygulama, haber-i vahidin Hz. Peygamber zamanındaki kavram ve mahiyetini göstermekte ve tek kişinin getirdiği haberin kabul edilmesindeki esas kriteri belirlemektedir. Bu kriter, haber getiren kişinin zabt sıfatı ve dinde güvenilir olup olmamasıyla ilgilidir.

Dolayısıyla haberi getiren kişi sözüne ve zabtına güvenilir bir kimse ise bu haber kabul edilmekte, aksi hâlde, “Fâsık bir kimse size haber getirdiği zaman onun doğruluğunu araştırın” âyeti gereğince haberin araştırılması zaruri olmaktadır.

Hz. Peygamber döneminde uygulanan bu yöntemle binlerce insanın tevatür derecesine ulaşmayan haberlere güvenerek İslâmîyet’i kabul etmesi de onların haberde tevatür şartını aramadıklarını göstermektedir.

Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra, ashap arasında haber-i vâhidin doğrudan kabul edilip edilmemesine yönelik değişik uygulamalar görülmekle beraber temel prensip haberi getiren kimsenin doğru ve emin bir kişi olması, naklettiği haberde bir hata yaptığına veya vehmettiğine dair karine bulunmaması, haberin sübût ve delâlet bakımından kendisine tercih edilebilecek bir başka nassa ters düşmemesidir.

Hulefâ-yi Râşidîn’in farklı uygulamalarına örnek olarak, bir ninenin Hz. Ebû Bekir’den torununa ait mirastan hisse istemesi üzerine Mugire b. Şu’be’nin Hz. Peygamber’in nineye mirastan altıda bir hisse verdiğine dair haberine Hz. Ebû Bekir’in şâhid istemesi, onun da Muhammed b. Mesleme’yi şâhid göstermesi; Hz. Ömer’in Mescid-i Nebevî’yi genişletme teşebbüsü esnasında Abbas’ın evini istimlâk etmek istemesi üzerine çıkan tartışmada Übey b. Kâ’b’ın Rasûl-i Ekrem’in bir hadisini hatırlatarak yaptığı işin usulsüz olduğunu hatırlatması(15) ve Hz. Ali’nin hadis rivâyet eden kişilere yemin teklifinde bulunması gibi olaylar zikredilir.

Ancak bu uygulamaların sahabe arasında her zaman görüldüğünü söylemek mümkün değildir. Nitekim bu üç hâlifenin, bir kişinin Hz. Peygamber’den olan rivâyetini şâhid, beyyine ya da yemin istemeden kabul ettiklerini gösteren örnekler de bulunmaktadır. Enes b. Mâlik ile Berâ b. Âzib’in Resûlullah’tan rivâyet ettikleri, her şeyi bizzat kendisinden değil bazı hususları ashabından duyduklarına ve hiçbir zaman yalan söylemediklerine dair sözleri, (16) onların birbirlerine güvenleri sebebiyle bir tek kişinin getirdiği haberi de kabul ettiklerini göstermektedir. Ancak bu durum, ashabın her haber-i vahidi şâhidsiz benimsediği anlamına gelmez; sahâbîler zaman zaman şâhid isteme yoluna da başvurmuşlardır. Onların şâhid isteme, yemin ettirme gibi uygulamaları, tek kişinin getirdiği habere güvenmemeleri sebebiyle değil râvinin muhtemel zabt kusurunu bertaraf etmek içindir. Nitekim Hz. Ömer de Mugire b. Şu’be’den bu amaçla şâhid istemişti. (17) Ancak Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra ortaya çıkan fitne hareketleri üzerine insanlar arasındaki güvenin kısmen kaybolmaya başlaması, bazı siyasî ve itikadî fırkaların kendi fikir ve görüşlerini desteklemek amacıyla Hz. Peygamber adına hadis uydurmaya kalkışması, İslâm âlimlerini Rasûl-i Ekrem’den nakledilen her haberin râvisini hem zabtı hem de dinde güvenilirliği açısından araştırmaya sevk etmiştir. (18) Dolayısıyla İslâm’da tam bir haber emniyeti vardır. Fâsıkların tahkik edilmemiş haberleri, toplum için öldürücü virüs potansiyeline sahiptirler.

“Bir fâsıkın haberinden ne çıkar” demeyeceksiniz. Tahkik edilmeden harekete geçilse bir fâsıkın haberi bir kavmi ifsâd edebilir. Cehâletle amel etmenin neticesi tam bir nedamettir. Kur’ân-ı Kerim, nedamet duyacağımız işleri yapmamamızı bizden istiyor. Zemahşerî (rh. a.)’in ifadesiyle nedamet; vicdanı sızlatan, sürekli devam eden bir gam/kederdir. (19)

Hz. Peygamber (sav) genelde insanlık âlemi, özelde ise Müslümanlar için bir nimeti Rabbanîdir, bir imkânı Rahmanîdir. Dara girenlerin, sıkıntıların içinden çıkamayanların kurtuluş örnek ve önderleri Hz. Muhammed (sav)’dır. İnsanlığın kırık ve döküklerini tamir eden Hz. Muhammed (sav)’dır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Muhammed (sav)’e rağmen yanlış yapmaya kalkışanları, cehâletle başkalarına sataşmaya yeltenen mü’minleri uyarıyor: “Bilin ki, aranızda Allah’ın elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. “

“Ey Müslümanlar! Ne oluyor size? Ne yapmaya çalışıyorsunuz böyle? Yalan yanlış beyanlarla peygamberi kandırabileceğinizi mi zannediyorsunuz? Peygamberi yanlış bilgilendirmeye mi çalışıyorsunuz? Peygamberin vahiyle kontrol edilip teyid edildiğinden haberiniz yok mu? Ya onun olmadığı durumlarda ne yaparsınız?” Zımnen sanki böyle bir soru sormamızı istiyor. Rasûlülah aranızdayken böyle yapıyorsunuz, Allah Rasûlü aranızdan ayrılınca ne yapacaksınız. Allah Rasûlü aranızdan ayrılınca bilgiye daha çok sarılmanız lazım. Çünkü şimdi Allah ona söylüyor, o size söylüyor, siz yapıyorsunuz. Ama yarın o aranızdan gidince bu kez sıcak vahiy de inmeyecek, şimdi büyük bir hata yapmanın eşiğine gelmişken âyet sizi hatadan alıkoydu. Yarın vahiy kesilince ne yapacaksınız. Yine birileri sizi böyle yanlış bilgilendirirse, haksız yere birilerinin üstüne yürüyüp onlarla çarpışacak mısınız? İşte o güne şimdiden hazırlanın. Bu vahiy böyle her zaman sıcak sıcak inmez. O hâlde bu inmiş olan vahye dünya durdukça ittiba ediniz, insanlığın sonuna kadar hayatınızın kılavuzu edininiz. Bu vahyin getirdiği ilkeleri hep sıcak tutun; asla gönlünüzden ve gündeminizden düşürmeyiniz. Günleriniz’de vahyin ziyalarıyla dolsun. Nedir O? Gelen bir haberi iyice araştırın. Araştırmadan harekete geçmeyin ki vahiy size de nazil olmuş olsun. Peygamber (sav)’in vefatından sonra Peygamberin sünnetine ve siretine baş vurmayanlar, kendilerini Hz. Peygamber (sav)’in sünnet ve siretiyle mukayyed görmeyenler, asla vahye ittiba edemezler. Kendilerini Hz. Peygamber (sav)’in sünnet ve siretiyle mukayyed görmeyenlerin ittiba ettikleri hevâlarından başkası değildir. Şimdi düşünelim vahye, vahyin tebliğcisi ve tatbikçisi Hz. Muhammed (sav)’in söylediklerini, yaptıklarını , tasvip ve tecvizlerini dikkate almadan nasıl yaşayacaksınız?

Siz “Biz Müslümanız” dediğiniz hâlde Peygambere danışmadan mı iş yapmak istiyorsunuz? Siz “Biz Müslümanız” diyorsunuz ama Peygamber yokmuş gibi hareket etmeye kalkışıyorsunuz. Bu olacak şey mi? Unutmayın ki aranızda Allah’ın Rasûlü var. Aranızda Allah’ın Rasûlü bulunmaktadır. Allah her an her konuda Rasûlü’ne vahiy göndererek her konuda onu bilgilendirmekteyken böyle yalan yanlış sözler söylemekten Allah’tan korkun buyrulur iken, öteki Müslümanlara da şöyle bir uyarı gelmektedir: Ne oluyor size ey Müslümanlar? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Aranızda peygamber var. Gelen bu haber karşısında peygamberin kararını beklemeden niye gazapla atlarınıza binip, kılıçlarınızı kuşanıp kendinizi ve peygamberi bir felâkete sürüklemeye çalışıyorsunuz? Peygamberi teslim mi almak istiyorsunuz? Allah’tan korkun da aranızda peygamberin olduğunu unutmayın. Hani Ben size sûrenin başında, “Allah ve Rasûlünün önüne geçmeyin!” dememiş miydim? “Allah ve peygamberinin önünde yürümeyin!” dememiş miydim? İşte Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeye çok hoş bir örnek geldi burada.

Öyleyse ey Müslümanlar! Gelen bu haber konusunda acele davranmayan Rasûlullah’ın vereceği savaş kararı konusunda sizler de acele etmeyin. Bekleyin peygamberin kararını. Şükredin ki peygamber size değil, siz ona tabi olmak zorundasınız. Eğer o bir çok işlerde size itaat etseydi, sizin görüşünüze uysaydı sizler kötü durumlara düşer, sarpa sarardınız. Lâkin Allah size imanı sevdirdi, sizi o imanla süsledi, imanla ziynetlendirdi. O imanı sizin kalplerinize sevdirdi ve size küfrü, fıskı, isyanı, günâhı da kötü gösterdi. Bunlar Rabbinizin size en büyük lütuflarıdır. İşte kim böyle olursa, kim Rasûlüllah’ın kararını bekler, Rasûlüllah’ın hükmünü tercih eder, kendi kararını, kendi düşüncesini Rasûlüllah’ın düşüncesinin önüne geçirmezse en doğru yolda olan odur. İşte bu da Allah’tan bir fazilet, Allah’tan bir üstünlüktür. Allah her şeyi bilendir, Allah her şeye hakim olan ve her şeyi hikmetle yapandır.

Gerçekten o dönemde Müslümanların arasında Rasûlüllah Efendimizin bulunması, onun rehberliğinde bir hayat yaşamış olmaları şereflerin, nîmetlerin en büyüğüdür. Allah’ın Rasûlü her an onlara yol gösteriyor, her an onları hatalara düşmekten engelliyordu. Yanlışa düşmeleri konusunda Rasûlüllah onlara itaat etmiyordu. Böylece onların da yanlışlara düşmesine izin vermiyordu Rabbimiz. Dün Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz için var olan bu şereften bugün bizler mahrumuz diye mi düşünüyorsunuz? Sahâbe-i kirâm efendilerimizin üstünlüğü vardı, peygamber onları pek çok konuda yanlışlara düşmekten koruyordu, ama bugün bizler aramızda peygamber olmadığı için bundan mahrum bırakılmışız mı demeye çalışıyorsunuz? Hayır hayır, böyle bir şey yoktur. Eğer böyle bir şey olsa, haşa Allah adil olmazdı. Oysa ki, imanımız; Allahû Teâla miskal-i zerre kadar zulüm işlememiştir. Hz. Peygamber (sav)’in dönemindeki Müslümanları Peygamber vasıtasıyla yanlışlara düşmekten koruyan Allah, bugün de yarın da Müslümanları Peygamber vasıtasıyla yanlışlardan koruyacaktır. Bilelim ki bu nîmet bugün bizim için de aynen mevcuttur. Eğer bugün bizler de Rasûlüllah Efendimizle, Rasûlüllah Efendimizin sünnetiyle beraber olabilirsek, sünnetle hareket edebilirsek, siretiyle yol haritamızı bulabilirsek, hayat problemlerimizi Rasûlüllah Efendimize sorabilecek kadar ona yakınlık kazanabilirsek, elbette bize de yol gösterecek, bizi de yanlışlara düşmekten koruyacak, kötülüklerden bizi de uzaklaştıracaktır. Allah’ın Rasûlü vefat etmiştir. Bedeni aramızda yoktur, ama sünneti, yolu, anlayışı, uygulamaları dimdik hayattadır ve aramızdadır. Bugün Rasûlüllah bizi de yanlışlardan, felâketlerden koruyacaktır. Yeter ki bizler onun sünnetini tanıyalım. Yeter ki problemlerimizi onun sünnetine götürebilelim. Yeter ki bir işe başlamadan, bir konuda kararımızı vermeden önce onun sünnetini/siretini sorma alışkanlığını kazanalım. Yeter ki Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesâî hep yanımızda, yakınımızda olsun. İşte bu, biz Müslümanlar için de en büyük bir nîmettir. İşte Rabbimiz biz Müslümanlara imanı sevdiriyor, kalplerimizi imana yatıştırıyor, bize fıskı, fücuru, isyanı, küfrü, Allah ve Rasûlü’ne itaatsizliği iğrenç gösteriyor, bizi onlardan nefret ettiriyor ve böylece bizler onlardan uzaklaşıyoruz elhamdülillah. Dolayısıyla bizim imanız, en büyük imkânımızdır.

Bu âyet-i kerime’den açıkça anlıyoruz iman bir kalbî kabul ve tasdiktir. Kalben tasdik imanın asli rüknüdür. Kalbî tasdik olmadan iman olmaz. Yine bu âyetten anlıyoruz iman Allah’ın hidâyetidir. Allah dilediğine imanı verir. Allahû Teâla, insana imanı hem verir ve hem sevdirir. Bunun bir anlamı da iman sevgisiz olmaz. İmanın atmosferi sevgi atmosferidir. Çünkü Rabbimiz bu âyette iman ile sevgiyi birlikte zikretmiştir. Kulun kurtuluşuna, mutluluğuna sebep olan sevgi de imanına uygunluk arzeden sevgidir. İmandan kaynaklanan sevgi, dünyaya gelen her varlıkta en esaslı bir unsur, en parlak bir nur, en büyük bir kuvvettir. Ve bu kuvvetin yeryüzünde yenemeyeceği hiçbir hasım yoktur.

Sevgi evvelâ bütünleşebildiği her ruhu yükseltir ve ötelere hazırlar. Sonra da bu ruhlar sonsuzluk adına doyup duydukları şeyleri bütün gönüllere hâkim kılmanın kavgasını vermeye başlarlar. Bu yolda ölür ölür dirilir; ölürken “sevgi” der ölür, dirilirken de sevgi soluklarıyla dirilirler. İmanın zemini sevgidir. İman bir ağaca benzer bu ağacın kökü sevgidir. Sevgi tohumundan çıkar. Tohumu sevgidir. Zaten; Habbebe ileyküm diyor, habbe kullanılıyor. Ha- be- be kökü, habbe kökü aynı zamanda tohum demektir. Meyvesi tohumundan çıkan ürünlere de habbe denir. Onun için Türkçemizde hububat diyoruz. Buğday, arpa, çavdar, yulaf, hatta bakla, nohut, fasulye. Hububat diyoruz. Niçin? Çünkü bir ekersiniz kendisinden bir çok alırsınız. Onun için muhabbet kalbe ekilmiş bir hububattır. Bir tohum eker bin, hatta bire sonsuz verir. Yürek tarlasına sevgi tohumu ekilirse eğer, bire sonsuz veren bir ağaca dönüşür. Onun için muhabbet budur ve dinin temeli muhabbettir. Din ağacı muhabbet tohumundan çıkar. Kur’an’da iman ağacının meyvesi de sevgi olarak adlandırılır. Yani insanın saadet-i dareynine sebep olan sevgi imandan kaynaklanan sevgidir. İmandan akıp gelen sevgi serâpâ saadettir. Ama imandan kaynaklanmayan ve imana uygunluk arzetmeyen sevgi böyle değildir. İmanın dışındaki sevgi insanın helâkine sebeptir. İmanın ötesi küfürdür. Küfür ise kindir, nefrettir, ikrahtır, cebir ve şiddettir. Küfrün zemini ikrahtır yani zorlamadır, cebir ve şiddettir. Küfür, şirk, tuğyan ve isyan insana sevgiyi değil, kin ve nefreti verir. M. Hamdi Yazır (rh. a.) bu âyetin tefsirinde şunları söyler:

“Ve biliniz ki içinizde Allah’ın Rasûlü var. Bundan dolayı Allah’tan korkun da yalan ve bâtıl söylemekten sakının, çünkü Allah ona doğrusunu bildirir ve bir haber işittiğiniz vakit de açıklanması için ona sorun, o size açıklar, kendi görüşünüzle onu kandırmaya çalışmayın. Şâyet o birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Sarpa sarardınız, hâliniz yaman olurdu, çok zahmetler, felaketler çeker, yok olmaya doğru giderdiniz. Çünkü öyle kendisine uyulması gerekenin, uyan durumuna düşmesi bir ihtilâl ve işlerin tersine gitmesi demek olan bir ihtilaldir.

ANET: Meşakkat ve helâk, sıkıntı ve günah mânâlarına geldiği gibi aslında kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması demektir. Buradan anlaşılıyor ki, birtakım kimseler o haber üzerine o kavmi vurmak fikrinde bulunmuşlardı. İşlerin birçoğunda deniliyor. Demek ki bazı işlerde itaat sakıncalı değildir. Belki gönüllerini çekerek güzel bir siyaset olur. Bir de fiil geçmişe ait olması gerekirken niye muzârî sigası getirilmiştir?

Bunda iki mânâ vardır: Birisi, “itaat eder olsa idi” demek olur ki devamlı olmanın imkansızlığını ifade ederek, itaatın aslı değil, devamlı oluşunun sakıncalı olduğunu anlatır. Buna göre devamlı ve sürekli olmayıp da bazen birçok işlerde itaat dahi sıkıntıya sebep değilmiş gibi anlaşılır. Bundan dolayı diğer bazı tefsircilerin maksat itaatin devamlılığının imkansızlığı değil, imkansızlığın devamı demek olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre mânâ “’birçok işte itaat edecek olsa idi” demek olur. Yani birçok işlerde itaat hiç olmaması gerekir. Ebu’s-Suud bu iki görüşü münakaşa etmiştir, isteyen oraya bakabilir. Sonra Zemahşeri işbu cümlesinin bağlantısı hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır. Bu cümle yeni başlayan bir söz olmaz, çünkü âyette bir ahenksizliğe neden olur ve fakat ‘deki gizli merfu zamirden veya açık mecrur zamirden hâl olarak makabline bitişiktir, mânâ şöyle demek olur: İçinizde Resulullah öyle bir hâlette bulunuyor, yahut öyle bir hâlde bulunuyorsunuz ki onu değiştirmeniz üzerinize vaciptir. O hâl şudur: Siz istiyorsunuz ki, o size tabi imiş gibi olaylarda sizin görüşünüze göre amel etsin hâlbuki öyle yapsa hâliniz yaman olur, helâke giderdiniz.

Fakat Allah size imanı sevdirdi, sevgili kıldı, dolayısıyla iman etiniz, bu gösteriyor ki, iman etmek için yalnız bilgi yeterli değil, bir iradenin fiil olabilmesi için sevmek de gereklidir. Bundan dolayı dinin başı muhabbettir, sevgidir. Nitekim bir hadis-i şerifte “Kişi dostunun, yani sevdiği dostunun dini üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?”(20) buyurulması bu mânâdadır. Yine bundan dolayıdır ki; “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin. ”(21) buyurulmuştur. Ancak alimler sevgiyi tabiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim etmişlerdir. Tabiî sevgi, yaratılışa uygunluktur. Aklî sevgi gayede bir hayır ve fayda idrakinden doğar ki, sağlık için ilacı sevmek olabileceğinden gayeye nazaran tabiî, başlangıcına nazaran aklî ve mecazî bir sevgi demek olur. Bundan dolayı başlangıcı elde edilmiş olmak itibarıyla o da kazanılmış sayılır. Ve bu yönden bu şuurlu sevgi iman ve terbiyenin kazanılması itibarıyla önemi hâiz olur. Nitekim Hz. Ömer “Ya Rasûlüllah: Sen bana iki yanım arasındaki nefsimden başka herşeyden sevgilisin. ” demişti, Rasûlüllah “Ben sana nefsinden de daha sevgili olmadıkça imanın tamam olmaz, buyurdu, bunun üzerine Hz. Ömer hemen “Vallahi sen bana iki yanım arasındaki nefsimden daha sevgilisin. ” dedi, Rasûlüllah da, “şimdi ya Ömer! İmanın tamam oldu. ”(22) buyurdu. İşte Hz. Ömer’in böyle bir an içinde sevgisini artırarak yemin ile ikrar verebilmesi bunun gibidir. Bununla beraber her iki takdirde de sevginin kendisi bir akıl işi değil, doğrudan doğruya Allah Teâlâ’nın verdiği bir histir.

Allah’ın sevdirmediği şeyler düşünmekle sevilmez, ancak Allah’ın sevdirdiği şeyler bilinmek düşünülmek sayesinde akıl ile, tecrübe ile sevgi şuuruna erebilir. İşte böyle imanın esası bir sevgi ile ilgili olduğu, sevgi de Allah’ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki: Allah size imanı sevdirdi, yani o sayede Resulullah’a iman ettiniz. Ve onu, o imanı kalbinizde güzelleştirdi, gereğince amel edip peygambere itaat ettiniz. Ve küfrü, fıskı ve isyanı size çirkin, iğrenç kıldı. Onun için onlardan sakınınız.

KÜFÜR, imanın karşılığı inkâr ile Allah’ın nimetlerini örtmektir.

FÜSÛK, esasen çıkmak demek olup bazan dinden çıkmak mânâsına da kullanılırsa o, küfürde dahil olduğu için burada ondan ayrı bir mânânın kastedilmiş olması gerekir. Bu sebeple çoğunlukla doğruluk ve itaatten çıkış, yani sözlü ve fiilî imanın gereklerine uymamak mânâsında kullanılır. Burada küfür imana; füsûk ve isyan da imanın tezyinine, güzelleştirilmesine karşılık demek olduğundan füsûk yalancılık ve sözle doğruluk ve itaatten çıkmak; isyan da emri terk ile fiilen taatten çıkmak mânâsında olması daha uygun görülmüştür. Füsûk’u büyük günahlara, isyanı küçük günahlarda kullanmak isteyenler de olmuştur. Şu hâlde âyetinde fâsık, sözü iman yönünde olmayan bir yalancı, yahud büyük günah işleyen bir günahkâr demek olur. İşte onlar, öyle imanı sevip peygambere iman eden ve kalplerinde iman zinetlenip gereğince amel ederek doğrulukla itaat eden ve küfrü, füsûku, isyanı iğrenç görüp imanın gösterdiği yönde doğruluk ve itaatten ayrılmayan kimselerdir ki ancak rüşd sahibidirler. Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden kimselerdir.

RÜŞD, hak yolunda sağlam ve sabırlı ve tam bir isabetle dosdoğru gitmektir. ”(23)

İman yolu, doğruluk yoludur. İman yolunda eğrilik olmaz, karanlık olmaz. İman yolu itirazsız olarak İslâm’a teslim olma yoludur. İslâm insana teslim olmaz, insan İslâm’a teslim olur. İslâm’ı, İslâm’ı tebliğ eden Peygamberin hayatını, tatbikatlarını kendi hayatına tabi kılmaya kalkışan hem kendini ve hem de başkalarını kırar. Âyet-i kerime diyor ki; “Şâyet Peygamber size itaat etseydi siz anetin içine düşerdiniz. ” Anet; meşakkat, sıkıntı, helâk ve günah yumağı demektir. Yani siz Peygambere değil de Peygamber size tabi olsa bunların içerisine düşersiniz. Bunun manası şudur: Siz İslâm’a değil de, İslâm size teslim olsa; siz behemehâl meşakkat, sıkıntı, helâk ve günah uyumağı içine düşürseniz.

Hani size iman sevdirilmişti ve siz iman ile hayat bulmuş ve hayatınızın kırık döküklerini iman ile tamir etmiştiniz. Ne oldu size; Peygambere tabi olacağınıza Peygamberin size tabi olmasını istiyorsunuz? Sizin bu durumuz Anet gibidir; kırılıp ta sarılan ve daha sonra ikinci kez kırılan kemik gibidir. Yani İslâm’a teslim olmak yerine İslâm’ı teslim almaya kalkışanlar, kendilerinin ve başkalarının kemiklerini diri diri defalarca kıran, asla iyileşmesine müsaade etmeyen hayatın katilleri konumundadırlar.

GEÇEN SAYIDAN DEVAM...

HZ. Peygamber (sav) genelde insanlık âlemi, özelde ise Müslümanlar için bir nimeti Rabbanîdir, bir imkânı Rahmanîdir. Dara girenlerin, sıkıntıların içinden çıkamayanların kurtuluş örnek ve önderleri Hz. Muhammed (sav)’dir. İnsanlığın kırık ve döküklerini tamir eden Hz. Muhammed (sav)’dir. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Muhammed (sav)’e rağmen yanlış yapmaya kalkışanları, cehâletle başkalarına sataşmaya yeltenen mü’minleri uyarıyor: “Bilin ki, aranızda Allah’ın elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz.“

“Ey Müslümanlar! Ne oluyor size? Ne yapmaya çalışıyorsunuz böyle? Yalan yanlış beyanlarla peygamberi kandırabileceğinizi mi zannediyorsunuz? Peygamberi yanlış bilgilendirmeye mi çalışıyorsunuz? Peygamberin vahiyle kontrol edilip teyid edildiğinden haberiniz yok mu? Ya onun olmadığı durumlarda ne yaparsınız?” Zımnen sanki böyle bir soru sormamızı istiyor. Rasûlülah aranızdayken böyle yapıyorsunuz, Allah Rasûlü aranızdan ayrılınca ne yapacaksınız. Allah Rasûlü aranızdan ayrılınca bilgiye daha çok sarılmanız lazım. Çünkü şimdi Allah O’na söylüyor, o size söylüyor, siz yapıyorsunuz. Ama yarın o aranızdan gidince bu kez sıcak vahiy de inmeyecek, şimdi büyük bir hata yapmanın eşiğine gelmişken âyet sizi hatadan alıkoydu. Yarın vahiy kesilince ne yapacaksınız. Yine birileri sizi böyle yanlış bilgilendirirse, haksız yere birilerinin üstüne yürüyüp onlarla çarpışacak mısınız? İşte o güne şimdiden hazırlanın. Bu vahiy böyle her zaman sıcak sıcak inmez. O hâlde bu inmiş olan vahye dünya durdukça ittiba ediniz, insanlığın sonuna kadar hayatınızın kılavuzu edininiz. Bu vahyin getirdiği ilkeleri hep sıcak tutun; asla gönlünüzden ve gündeminizden düşürmeyiniz. Günlerinizde vahyin ziyâlarıyla dolsun. Nedir O? Gelen bir haberi iyice araştırın. Araştırmadan harekete geçmeyin ki vahiy size de nazil olmuş olsun. Peygamber (sav)’in vefatından sonra Peygamberin sünnetine ve siretine baş vurmayanlar, kendilerini Hz. Peygamber (sav)’in sünnet ve siretiyle mukayyed görmeyenler, asla vahye ittiba edemezler. Kendilerini Hz. Peygamber (sav)’in sünnet ve siretiyle mukayyed görmeyenlerin ittiba ettikleri hevâlarından başkası değildir. Şimdi düşünelim vahye, vahyin tebliğcisi ve tatbikçisi Hz. Muhammed (sav)’in söylediklerini, yaptıklarını, tasvip ve tecvizlerini dikkate almadan nasıl yaşayacaksınız?

Siz “Biz Müslüman’ız” dediğiniz hâlde Peygambere danışmadan mı iş yapmak istiyorsunuz? Siz “Biz Müslüman’ız” diyorsunuz ama Peygamber yokmuş gibi hareket etmeye kalkışıyorsunuz. Bu olacak şey mi? Unutmayın ki aranızda Allah’ın Rasûlü var.

Aranızda Allah’ın Râsûlü bulunmaktadır. Allah her an her konuda Rasûlü’ne vahiy göndererek her konuda onu bilgilendirmekteyken böyle yalan yanlış sözler söylemekten Allah’tan korkun buyurulur iken, öteki Müslümanlara da şöyle bir uyarı gelmektedir: Ne oluyor size ey Müslümanlar? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Aranızda peygamber var. Gelen bu haber karşısında peygamberin kararını beklemeden niye gazapla atlarınıza binip, kılıçlarınızı kuşanıp kendinizi ve peygamberi bir felâkete sürüklemeye çalışıyorsunuz? Peygamberi teslim mi almak istiyorsunuz? Allah’tan korkun da aranızda peygamberin olduğunu unutmayın. Hani Ben size sûrenin başında, “Allah ve Râsûlünün önüne geçmeyin!” dememiş miydim? “Allah ve peygamberinin önünde yürümeyin!” dememiş miydim? İşte Allah ve Râsûlü’nün önüne geçmeye çok hoş bir örnek geldi burada.

Öyleyse ey Müslümanlar! Gelen bu haber konusunda acele davranmayan Rasûlullah’ın vereceği savaş kararı konusunda sizler de acele etmeyin. Bekleyin peygamberin kararını. Şükredin ki peygamber size değil, siz ona tâbi olmak zorundasınız. Eğer o bir çok işlerde size itaat etseydi, sizin görüşünüze uysaydı sizler kötü durumlara düşer, sarpa sarardınız.

Lâkin Allah size imanı sevdirdi, sizi o imanla süsledi, imanla ziynetlendirdi. O imanı sizin kalplerinize sevdirdi ve size küfrü, fıskı, isyânı, günâhı da kötü gösterdi. Bunlar Rabbinizin size en büyük lütuflarıdır. İşte kim böyle olursa, kim Rasûlüllah’ın kararını bekler, Rasûlüllah’ın hükmünü tercih eder, kendi kararını, kendi düşüncesini Rasûlüllah’ın düşüncesinin önüne geçirmezse en doğru yolda olan odur. İşte bu da Allah’tan bir fazilet, Allah’tan bir üstünlüktür. Allah her şeyi bilendir, Allah her şeye hâkim olan ve her şeyi hikmetle yapandır.

Gerçekten o dönemde Müslümanların arasında Rasûlüllah Efendimiz’in bulunması, onun rehberliğinde bir hayat yaşamış olmaları şereflerin, nîmetlerin en büyüğüdür. Allah’ın Râsûlü her an onlara yol gösteriyor, her an onları hatalara düşmekten engelliyordu.

Yanlışa düşmeleri konusunda Rasûlüllah onlara itaat etmiyordu. Böylece onların da yanlışlara düşmesine izin vermiyordu Rabbimiz. Dün Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz için var olan bu şereften bugün bizler mahrumuz diye mi düşünüyorsunuz? Sahâbe-i Kirâm efendilerimizin üstünlüğü vardı, peygamber onları pek çok konuda yanlışlara düşmekten koruyordu, ama bugün bizler aramızda peygamber olmadığı için bundan mahrum bırakılmışız mı demeye çalışıyorsunuz? Hayır hayır, böyle bir şey yoktur. Eğer böyle bir şey olsa, hâşâ Allah âdil olmazdı. Oysa ki, imanımız; Allahû Teâla miskali zerre kadar zulüm işlememiştir. Hz. Peygamber (sav)’in dönemindeki Müslümanları Peygamber vasıtasıyla yanlışlara düşmekten koruyan Allah, bugün de yarın da Müslümanları Peygamber vasıtasıyla yanlışlardan koruyacaktır. Bilelim ki bu nîmet bugün bizim için de aynen mevcuttur. Eğer bugün bizler de Rasûlüllah Efendimizle, Rasûlüllah Efendimiz’in sünnetiyle beraber olabilirsek, sünnetle hareket edebilirsek, siretiyle yol haritamızı bulabilirsek, hayat problemlerimizi Rasûlüllah Efendimiz’e sorabilecek kadar ona yakınlık kazanabilirsek, elbette bize de yol gösterecek, bizi de yanlışlara düşmekten koruyacak, kötülüklerden bizi de uzaklaştıracaktır. Allah’ın Râsûlü vefat etmiştir. Bedeni aramızda yoktur, ama sünneti, yolu, anlayışı, uygulamaları dimdik hayattadır ve aramızdadır. Bugün Rasûlüllah bizi de yanlışlardan, felâketlerden koruyacaktır. Yeter ki bizler onun sünnetini tanıyalım. Yeter ki problemlerimizi onun sünnetine götürebilelim. Yeter ki bir işe başlamadan, bir konuda kararımızı vermeden önce onun sünnetini/siretini sorma alışkanlığını kazanalım. Yeter ki Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesâî hep yanımızda, yakınımızda olsun. İşte bu, biz Müslümanlar için de en büyük bir nîmettir. İşte Rabbimiz biz Müslümanlara imanı sevdiriyor, kalplerimizi imana yatıştırıyor, bize fıskı, fücuru, isyânı, küfrü, Allah ve Rasûlü’ne itaatsizliği iğrenç gösteriyor, bizi onlardan nefret ettiriyor ve böylece bizler onlardan uzaklaşıyoruz elhamdülillah. Dolayısıyla bizim imanız, en büyük imkânımızdır.

Bu Âyet-i Kerime’den açıkça anlıyoruz iman bir kalbî kabul ve tasdiktir. Kalben tasdik imanın aslî rüknüdür. Kalbî tasdik olmadan iman olmaz. Yine bu âyetten anlıyoruz iman Allah’ın hidayetidir. Allah dilediğine imanı verir. Allahû Teâla, insana imanı hem verir ve hem sevdirir. Bunun bir anlamı da iman sevgisiz olmaz. İmanın atmosferi sevgi atmosferidir. Çünkü Rabbimiz bu âyette iman ile sevgiyi birlikte zikretmiştir. Kulun kurtuluşuna, mutluluğuna sebep olan sevgi de imanına uygunluk arzeden sevgidir. İmandan kaynaklanan sevgi, dünyaya gelen her varlıkta en esaslı bir unsur, en parlak bir nur, en büyük bir kuvvettir. Ve bu kuvvetin yeryüzünde yenemeyeceği hiçbir hasım yoktur.

Sevgi evvelâ bütünleşebildiği her ruhu yükseltir ve ötelere hazırlar. Sonra da bu ruhlar sonsuzluk adına doyup duydukları şeyleri bütün gönüllere hâkim kılmanın kavgasını vermeye başlarlar. Bu yolda ölür ölür dirilir; ölürken “sevgi” der ölür, dirilirken de sevgi soluklarıyla dirilirler. İmanın zemini sevgidir. İman bir ağaca benzer; bu ağacın kökü sevgidir. Sevgi tohumundan çıkar. Tohumu sevgidir. Zaten; Habbebe ileyküm diyor, habbe kullanılıyor. “Ha-be-be “kökü, habbe kökü aynı zamanda tohum demektir. Meyvesi tohumundan çıkan ürünlere de habbe denir. Onun için Türkçemizde hububat diyoruz. Buğday, arpa, çavdar, yulaf, hatta bakla, nohut, fasulye... Hububat diyoruz. Niçin? Çünkü bir ekersiniz kendisinden bir çok alırsınız. Onun için muhabbet kalbe ekilmiş bir hububattır. Bir tohum eker bin, hatta bire sonsuz verir. Yürek tarlasına sevgi tohumu ekilirse eğer bire sonsuz veren bir ağaca dönüşür. Onun için muhabbet budur ve dinin temeli muhabbettir. Din ağacı muhabbet tohumundan çıkar. Kur’an’da iman ağacının meyvesi de sevgi olarak adlandırılır. Yani insanın saadet-i dareynine sebep olan sevgi imandan kaynaklanan sevgidir. İmandan akıp gelen sevgi serâpâ saadettir. Ama imandan kaynaklanmayan ve imana uygunluk arzetmeyen sevgi böyle değildir. İmanın dışındaki sevgi insanın helâkine sebeptir. İmanın ötesi küfürdür. Küfür ise kindir, nefrettir, ikrâhtır, cebir ve şiddettir. Küfün zemini ikrâhtır yani zorlamadır, cebir ve şiddettir. Küfür, şirk, tuğyan ve isyan insana sevgiyi değil, kin ve nefreti verir. M. Hamdi Yazır (rh.a.) bu âyetin tefsirinde şunları söyler:

“Ve biliniz ki içinizde Allah’ın Rasûlü var. Bundan dolayı Allah’tan korkun da yalan ve bâtıl söylemekten sakının, çünkü Allah ona doğrusunu bildirir ve bir haber işittiğiniz vakit de açıklanması için ona sorun, o size açıklar, kendi görüşünüzle onu kandırmaya çalışmayın. Şayet o birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Sarpa sarardınız, hâliniz yaman olurdu, çok zahmetler, felaketler çeker, yok olmaya doğru giderdiniz. Çünkü öyle kendisine uyulması gerekenin, uyan durumuna düşmesi bir ihtilâl ve işlerin tersine gitmesi demek olan bir ihtilâldir.

ANET: Meşakkat ve helâk, sıkıntı ve günâh mânâlarına geldiği gibi aslında kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması demektir. Buradan anlaşılıyor ki, birtakım kimseler o haber üzerine o kavmi vurmak fikrinde bulunmuşlardı. “İşlerin birçoğunda” deniliyor. Demek ki bâzı işlerde itaat sakıncalı değildir. Belki gönüllerini çekerek güzel bir siyâset olur. Bir de in geçmişe ait olması gerekirken diye muzârî sigası getirilmiştir ki takdirindedir. Bunda iki mânâ vardır: Birisi, “itaat eder olsa idi” demek olur ki devamlı olmanın imkansızlığını ifâde ederek, itaatın aslı değil, devamlı oluşunun sakıncalı olduğunu anlatır. Buna göre devamlı ve sürekli olmayıp da “bazan birçok işlerde itaat dahi sıkıntıya sebep değilmiş gibi” anlaşılır. Bundan dolayı diğer bâzı tefsircilerin, “maksat itaatin devamlılığının imkansızlığı değil, imkansızlığın devamı demek” olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre mânâ “birçok işte itaat edecek olsa idi” demek olur. Yani birçok işlerde itaat hiç olmaması gerekir. Ebu’s-Suud bu iki görüşü münakaşa etmiştir, isteyen oraya bakabilir. Sonra Zemahşeri işbu cümlesinin bağlantısı hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır: Bu cümle yeni başlayan bir söz olmaz, çünkü âyette bir ahenksizliğe neden olur ve fakat ‘deki gizli merfu zamirden veya açık mecrur zamirden hâl olarak makabline bitişiktir, mânâ şöyle demek olur: İçinizde Rasulullah öyle bir hâlette bulunuyor, yahut öyle bir hâlde bulunuyorsunuz ki onu değiştirmeniz üzerinize vaciptir. O hâl şudur: Siz istiyorsunuz ki, o size tâbi imiş gibi olaylarda sizin görüşünüze göre amel etsin hâlbuki öyle yapsa hâliniz yaman olur, helâke giderdiniz.

Fakat Allah size imanı sevdirdi, sevgili kıldı, dolayısıyla iman etiniz, bu gösteriyor ki, iman etmek için yalnız bilgi yeterli değil, bir iradenin fiil olabilmesi için sevmek de gereklidir. Bundan dolayı dinin başı muhabbettir, sevgidir. Nitekim bir hadis-i şerifte “Kişi dostunun, yani sevdiği dostunun dini üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?”(20) buyurulması bu mânâdadır. Yine bundan dolayıdır ki; “De ki:

Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin.”(21) buyurulmuştur. Ancak alimler sevgiyi tâbiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim etmişlerdir. Tabiî sevgi, yaratılışa uygunluktur. Aklî sevgi gayede bir hayır ve fayda idrakinden doğar ki, sağlık için ilacı sevmek olabileceğinden gayeye nazaran tâbiî, başlangıcına nazaran aklî ve mecazî bir sevgi demek olur. Bundan dolayı başlangıcı elde edilmiş olmak itibarıyla o da kazanılmış sayılır. Ve bu yönden bu şuurlu sevgi iman ve terbiyenin kazanılması itibarıyla önemi hâiz olur. Nitekim Hz. Ömer “Ya Rasûlüllah: Sen bana iki yanım arasındaki nefsimden başka herşeyden sevgilisin.” demişti, Rasûlüllah “Ben sana nefsinden de daha sevgili olmadıkça imanın tamam olmaz buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer hemen “Vallahi sen bana iki yanım arasındaki nefsimden daha sevgilisin.” dedi, Rasûlüllah da, “şimdi ya Ömer!

İmanın tamam oldu.”(22) buyurdu. İşte Hz. Ömer’in böyle bir an içinde sevgisini artırarak yemin ile ikrar verebilmesi bunun gibidir. Bununla beraber her iki takdirde de sevginin kendisi bir akıl işi değil, doğrudan doğruya Allah Teâlâ’nın verdiği bir histir. Allah’ın sevdirmediği şeyler düşünmekle sevilmez, ancak Allah’ın sevdirdiği şeyler bilinmek düşünülmek sayesinde akıl ile, tecrübe ile sevgi şuuruna erebilir. İşte böyle imanın esası bir sevgi ile ilgili olduğu, sevgi de Allah’ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki:

Allah size imanı sevdirdi, yani o sayede Rasulullah’a iman ettiniz. Ve onu, o imanı kalbinizde güzelleştirdi, gereğince amel edip peygambere itaat ettiniz. Ve küfrü, fıskı ve isyânı size çirkin, iğrenç kıldı. Onun için onlardan sakınınız.

KÜFÜR, imanın karşılığı inkâr ile Allah’ın nimetlerini örtmektir.

FÜSÛK, esasen çıkmak demek olup bazan dinden çıkmak mânâsına da kullanılırsa o, küfürde dahil olduğu için burada ondan ayrı bir mânânın kastedilmiş olması gerekir. Bu sebeple çoğunlukla doğruluk ve itaatten çıkış, yani sözlü ve fiilî imanın gereklerine uymamak mânâsında kullanılır. Burada küfür imana; füsûk ve isyan da imanın tezyinine, güzelleştirilmesine karşı kalacak demek olduğundan füsûk yalancılık ve sözle doğruluk ve itaatten çıkmak; isyan da emri terk ile fiilen taatten çıkmak mânâsında olması daha uygun görülmüştür. Füsûk’u büyük günâhlara, isyânı küçük günâhlarda kullanmak isteyenler de olmuştur. Şu hâlde âyette fâsık, sözü iman yönünde olmayan bir yalancı, yahud büyük günâh işleyen bir günâhkâr demek olur. İşte onlar, öyle imanı sevip peygambere iman eden ve kalplerinde iman ziynetlenip gereğince amel ederek doğrulukla itaat eden ve küfrü, füsûku, isyânı iğrenç görüp imanın gösterdiği yönde doğruluk ve itaatten ayrılmayan kimselerdir ki ancak rüşd sahibidirler. Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden kimselerdir.

RÜŞD, hak yolunda sağlam ve sabırlı ve tam bir isabetle dosdoğru gitmektir.”(23)

İman yolu, doğruluk yoludur. İman yolunda eğrilik olmaz, karanlık olmaz. İman yolu itirazsız olarak İslâm’a teslim olma yoludur. İslâm insana teslim olmaz, insan İslâm’a teslim olur. İslâm’ı, İslâm’ı tebliğ eden Peygamberin hayatını, tatbikatlarını kendi hayatına tâbi kılmaya kalkışan hem kendini ve hem de başkalarını kırar. Âyet-i kerime diyor ki; “Şayet Peygamber size itaat etseydi siz anetin içine düşerdiniz.” Anet; meşakkat, sıkıntı, helâk ve günâh yumağı demektir. Yani siz Peygambere değil de Peygamber size tâbi olsa bunların içerisine düşersiniz. Bunun manası şudur: Siz İslâm’a değil de, İslâm size teslim olsa; siz behemehâl meşakkat, sıkıntı, helâk ve günâh uyumağı içine düşürseniz. Hani size iman sevdirilmişti ve siz iman ile hayat bulmuş ve hayatınızın kırık döküklerini iman ile tamir etmiştiniz... Ne oldu size? Peygambere tâbi olacağınıza Peygamberin size tâbi olmasını istiyorsunuz? Sizin bu durumunuz Anet gibidir; kırılıp ta sarılan ve daha sonra ikinci kez kırılan kemik gibidir. Yani İslâm’a teslim olmak yerine İslâm’ı teslim almaya kalkışanlar, kendilerinin ve başkalarının kemiklerini diri diri defalarca kıran, asla iyileşmesine müsâade etmeyen hayatın katilleri konumundadırlar.

---------------------------------------------------------------------

(1)   Hucurat Sûresi/6- 7

(2)   Sünen-i Tirmizi, 4/ 369

(3)   Tefsiru’l Kur’ân’il Azîm (İbn-i Kesir) C: 4 , Sh: 308-309, Beyrut/ 1967

(4)   el- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 16, Sh: 311, Beyrut/ 1965

(5)   Fizilali’l Kur’ân (Seyyid Kutub) C:6, Sh: 3341, İst/ 1982

(6)   İmam-ı Cessas- El Ahkamu’l Kur’an, C: 3 Sh:39, Beyrut/ 1335

(7)   el- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 16, Sh: 312, Beyrut/ 1965

8   Sahih-i Buhârî, Ahbârü’1-âhâd, 1-6

(9)   Sünen-i Dârimî, Savm, 6

(10)   Sahih-i Buhârî, Abârü’1-âhâd, 1; Şafiî, er-Risale, Sh: 406-408

(11)   bk. İbn Hişâm, IV, 590, 594-596. 600, 607

(12)   Şafiî, er-Risâle, Sh: 415-418

(13)   Buhârî, Ahbârü’l-âhâd, 1; Şafiî, a. g. e. , Sh: 408-410

(14)   Sahih-i Buhârî, Ahbârü’l-âhâd, 1

(15)   İbn Sa’d, IV. 21-22

(16)   Hatîb, el-Kifâye, Sh: 386

(17)   İmam-ı Muvatta İsti’zân, 3

(18)   bk. TDV İslâm Ansiklopedisi, Haber, Haber-i Ahad, Sünnet, Hadis md.

(19)   el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fi Vücûhi’t-Te’vil (Zemahşeri) C: 4, Sh: 360-361, Beyrut/ 1947

(20)   Sünen-i Tirmizî, Zühd 45; Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 16 (Hadis No: 4833

(21)   Âli-i İmran Sûresi/31

(22)   Sahih-i Buhari, Kitabü’l-İman ve’n-Nüzûr: 3

(23)   Hak Dini Kur’ân Dili (M. Hamdi Yazır) C:6, Sh: 4458-4459, İst/1971

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

 


* BENZER KONULAR

Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:40:07 ÖS]


Böyle Sevdik Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:35:30 ÖS]


Dostluk Üzerine Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:27:16 ÖS]


Sevmek-Sevilmek Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:21:12 ÖS]


Sermayemiz takvamız olsun Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:14:00 ÖS]


Bize De Dua Yâ Rasulallah (S.A.V) Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:09:36 ÖS]


Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]