* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Müslüman Çevre Oluşturma Mesuliyeti  (Okunma sayısı 515 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı melek

  • Global Moderator
  • *****
  • İleti: 2334
Müslüman Çevre Oluşturma Mesuliyeti
« : Ağustos 18, 2017, 08:45:25 ÖÖ »
Müslüman Çevre Oluşturma Mesuliyeti

İslâmî bir hayat yaşamaya çalışan Müslüman’ın görevlerinden birisi de sadıklarla beraber olmak ve İslâmi bir hayat yaşayabileceği çevreyi oluşturmaktır. Bu keyfiyet ,Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir: “Ey İman edenler! Allah’tan korkun, sadıklarla beraber olun.” (Tevbe Suresi/ 119) Dolayısıyla Müslüman bir çevre edinme mesuliyetimizin kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Sadıkları arayıp bulmak, onlarla beraber olmak, Cemaatü’l Müslimîn’e katılmak anlamına gelir. Çünkü Cemaatü’l Müslimîn bir sadıklar topluluğudur. O halde bir Müslüman çevre edinmenin yolu önce sadıkları bulmak ve sonra da onlarla birlikte cemaat olmaktır. Müslümanların kendilerini dinlerinden, imanlarından geri döndürmeye çalışan Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar, sırdaşlar edinmekten vazgeçmeleri farzdır. Bu farza riayet etmeyen müslümanların dünyada ve ahirette saadete kavuşmaları mümkün değildir.
 
İSLÂMÎ bir çevre, Müslüman’ca yaşamanın gereklerindendir. İslâm’ı yaşamakla İslâmî bir çevre oluşturmak birbirinden ayrılmaz vakıalardır. Çevre, bizi kuşatan her şeydir. Yani hayatımızdır. İslâm’da bizi kuşatmaya taliptir. Bu sebeple bu iki vakıayı birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Hayat, sonsuz sayıda ilişki ile doludur ve Müslüman’ca düzenlenmeyen bir “muhit” içinde, Müslüman’ın hayatı, muhiti ile sürekli bir çelişki halindedir. Önemli olan bunun farkına varmaktır. Farkına varmak ve Müslüman bir muhitin özlemini duymak... Muhiti İslâmlaştırmak... Müslümanların, çevre problemini en yıpratıcı bir şekilde hissettikleri toplumlar, çoğunluğu Müslümanlardan oluştuğu halde, hakim sistemin İslâm dışı modellerce şekillendirildiği, İslâmî her davranışın, bu modellerin elindeki güce çarptığı toplumlardır. Hakim sistem bir tabana oturmadığı için, bir yandan, kendi hedeflerine uygun bir taban oluşturmaya, dolayısıyla elindeki imkânları İslâm dışı kültürleri pazarlamak için kullanmaya, diğer yandan da, Müslümanların çevre edinmelerini önlemeye, var olan toparlanışları yok etmeye, İslâmî her davranışı, kendine yönelik bir saldırı olarak yorumlamaya çalışır. Sistemin baskıcı yapısı, radikal kültür değişmeleri ile at başı gider. Toplumun genel niteliği Müslüman olmasına rağmen, sistem, birbirine yabancılaşmış, kültür grupları oluşturmakta geç kalmaz. Böylece Müslüman, çevre ile İslâm dışı muhitler, zaman zaman birbirine geçer, birinden diğeri doğar ve çevre mücadelesi daha bir içinden çıkılmaz, keskin hale gelir. Sistem İslâm’dan İslâm sistemden bir şeyler koparma gayretindedir. Kıran kırana bir mücadele söz konusudur. Müslüman, İslâm’ı yaşamaktan hiçbir şekilde ve hiçbir ortamda uzak kalamaz. Buna engel ne ise, onu değiştirme çabası İçinde bulunmak gerekir. “Biz zayıf düşürülmüştük” şeklinde, mazereti, içinde bulunulan şartlara yüklemeyi Kur’an kabul etmiyor. Hatta bunlara “Allah’ın yeryüzü geniş değil mi idi? Oraya hicret edeydiniz!” diye, köklü bir çevre değiştirme tercihini bile gösteriyor. Allahû Teâla buyuruyor:

“Melekler, nefislerine zulmeden kimselerin canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz’ deyince, bunlar; ‘Biz yeryüzünde güçsüz bırakılanlar (mustaz’aflar) idik’ diyeceklerdir. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ derler. İşte onların barınacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir barınaktır.”(1)

Bu âyet-i kerime’ye göre “Nefislerine zulmedenler,” Müslüman bir çevre edinme çabası ve gayreti içerisinde bulunmayanlardır. Melekler kendi kendilerine zulmetmiş, kendi kendilerine yazık etmiş, kendi kendilerine zulmeder oldukları halde o kimselerin canlarını almaya geldikleri zaman... Müslüman oldukları halde Allah yolunda hicret ederek, peygamberin çağrısına icabet etmeyen, İslâm coğrafyasında Müslümanlarla birlikte peygamber egemenliğinde bir hayata koşmayan ve geçerli bir mâzeretleri olmadığı halde kendi yurtlarında, kâfir toplumları içinde ikâmet eder oldukları halde ölümleri kendilerini bulan kimselerin kötü sonlarını anlatıyor Rabbimiz burada. Hicret emrini aldıkları halde imkânları varken hicret edip Müslümanlara katılmayanların süi âkıbeti. Allah’ın son peygamberi Mekke döneminde 13 yıl çok zor şartlar altında Allah’ın istediği biçimde dâvetini sürdürdükten, insanları Allah’ın dinine dâvet ettikten sonra Allah’ın emriyle dâvetinin yeni vatanı Medine’ye hicret buyurur. İslâm’ın bu yeni yurdunda tüm Müslümanları toplayıp bir güç oluşturmak üzere harekete geçer. Tüm civar kabilelere haber göndererek bütün Müslümanların Medine’de toplanmalarını emreder. Müslümanların kâfir ve müşrik toplumları içinde oturarak onların sayılarını çoğaltmaları ve o müşrik ve kâfir toplumlarla yapılan savaşlarda bilinmeden, yanlışlıkla kendilerine bir Müslüman okunun isabet ederek kendi kendilerini ziyan etmemeleri için onlara uyarılarda bulunur. Gerçekten de o dönemde buna çok büyük ihtiyaç vardı. Müslümanların Medine’de toplanıp güç birliği yapmaları gerekiyordu. Ama sonradan Mekke fetholduktan sonra artık Medine’ye hicret zorunluluğu ortadan kalkıyordu. Ama Müslümanların güçlenip de kâfirlerin bellerini kıracakları, Mekke’yi fethedip rüştlerini ispat edecekleri ana kadar nerede bir Müslüman varsa Medine’ye hicret etmek zorundaydı. Daru’l İslâm’a hicret etme imkânı varken Daru’l Harb’de ikamet etmeye devam etmek, zulüm ve zalimliktir. İşte bu hicret emrini aldıkları halde, hicret etme imkânları olduğu halde hicret etmeyerek nefislerine zulmeden, kendi kendilerine yazık eden bu insanların canlarını almak için melekler geldiği zaman derler ki:

Siz neydiniz? Siz ne haldeydiniz? Bu durumlarınız neydi böyle? Dininizle ilgili ne durumdaydınız? İnancınız neydi, hayatınız neydi? Bu nasıl bir hayat ki imanlarınızdan kaynaklanmıyordu? Nasıl bir hayat yaşıyordunuz ki inancınızın eseri görülmüyordu? Nasıl bir hukukunuz vardı ki inancınızın kokusuna bile rastlanmıyordu? Nasıl bir kılık kıyafet içindeydiniz? Nasıl bir eğitime kendinizi teslim etmiştiniz? Nasıl bir ekonomi? Nasıl bir sosyal ve siyasal hayatın içindeydiniz ki imanlarınızla bağdaşmıyordu? Sizler Müslüman değil miydiniz? Sizler inandığınızı iddia etmiyor muydunuz? Allah ve Rasûlüne inanıp itaat ettiğinizi iddia eden Müslümanlar olarak inancınıza ters düşen bu tâğutlar egemenliğinde bir hayata nasıl razı oldunuz?

Kimin dininde olduğunuzu iddia ediyor, kime itaat ediyordunuz? Kimi Rab biliyor, kimin yasalarını uyguluyordunuz? Dillerinizle söylediğiniz neydi? Hayatlarınızla uyguladığınız neydi? Yaşadığınız toplumlarınızda birileri Rablik iddiasında bulunarak, sizi kendi yasalarına uymaya zorlayarak Allah’ın hükmüne ve hakimiyetine bağlı Müslüman’ca bir hayatı yaşamanıza, imanınızı hayatınızda görüntülemenize, iman kaynaklı bir hayat yaşamanıza, Allah’ın yasalarını uygulamanıza izin vermediyse, onlara teslim olup boyun bükmenize sebep neydi? Niye hicret yurduna gidip orada Müslüman kardeşlerinizle birlikte peygamber yönetiminde Müslüman’ca bir hayata koşmadınız? Bu ne rezil bir hayat ki ölümü hicret yurdunda değil de kâfir yurdunda karşılıyorsunuz? Sebep ne buna? O Allah ve Rasûlü’nün dâvetine, mü’minlerin çağrısına icabet ederek hürriyet sahibi olarak Allah’a kulluklarını yaşayabilecekleri Medine’ye hicret etmeyerek ölümü küfür yurdunda karşılayanlar meleklerin bu sorusuna karşılık diyecekler ki bakın:

Biz zayıftık, biz mus’taz’aftık, biz yeryüzünde zayıf bırakılmıştık, hicret edip peygamber egemenliğinde bir hayata koşmaya gücümüz yetmiyordu. Yaşadığımız coğrafyada da bizi inancımız doğrultusunda Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaktan engelleyerek kendilerine kul köle edinen bu tâğutlarla savaşacak, onlara karşı koyacak gücümüz kuvvetimiz de yoktu. İçinde bulunduğumuz arzda kalmaya ve böyle bir hayatı yaşamaya mahkûm ve mecbur idik, başka çaremiz yoktu. Allah’ın melekleri diyecekler ki: Peki Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz oraya. Madem ki içinde yaşadığınız coğrafyada sizin Allah’a Allah’ın istediği kulluğunuz engelleniyordu, Müslüman’ca bir hayat yaşamanıza izin verilmiyordu, madem ki inancınıza ters şeyler yapmanız konusunda zorlanıyordunuz, madem ki hayatınızda imanlarınızı görüntüleme-nize müsaade edilmiyordu ve sizler zayıf olduğunuz için bu tâğutlarla bir kavganın içine giremeyecek kadar güçsüzdünüz, öyleyse niye iman kaynaklı bir hayat yaşayabileceğiniz, dininizi kurtarabileceğiniz bir yurda hicret etmediniz? Neden hicreti denemediniz? Allah’ın arzı geniş değil miydi? Bakın âyetin devamı gerçekten çok müthiş: Böylelerinin durağı, barınağı, gidecekleri, sığınakları cehennemdir ve ne kötü bir dönüş yeridir orası. Evet yaşadıkları coğrafyalarda Allah’a kullukları engellendiği halde, Allah’ın yasalarını uygulama imkânları ellerinden alındığı halde, Allah’tan başkalarına kul köle durumuna düşürülüp inançlarının aksine rezil bir hayata mahkûm edildikleri halde Habeşistan’a, Medine’ye hicret eden Müslümanlar gibi hicret ederek özgür bir hayata gitmeleri de mümkünken, hicret etmeyerek bu rezil hayata boyun büken kimselerin gidecekleri yer cehennemdir diyor Allah. Evet hicret imkânları olduğu halde hicret etmeyenler, bu kadar yerlerinde yurtlarında çakılıp kalacak kadar zayıf ve güçsüz olmadıkları halde güçsüzlük psikozuna düşmüş insanlar cehenneme gidecektir.

Rivâyet olunduğuna göre, bu âyet inince Rasulullah (s.a.s.) bu âyeti Mekke Müslümanlarına göndermiş, sahâbeden Cündüp İbn-i Damre bu âyetten kendine sorumluluk çıkarttı. 100 civarındaki yaşına ve gözünün kör olmasına bakmaksızın Cündüb bin Damre (r.a.) oğullarına: “Beni bir şeye yükleyiniz. Çünkü ben ne güçsüzlerden, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah’a yemin olsun, bu gece Mekke’de yatmam” demişti. Oğulları bunu bir sedyeye koyup Medine’ye gitmek üzere taşıdılar. Çok yaşlı bir zat idi. Cündüb b. Damre Medine’ye gelirken yolda “Ten’im” denilen yerde öleceğini hissederek sağ elini sol eline koymuş, “Allah’ım, şu senin, şu da Rasûlünün. Rasûlün sana ne ile biat ettiyse ben de öyle biat ediyorum” demiş ve ruhunu teslim etmişti. Bu haber Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ashâbına ulaştığı zaman, “Medine’de vefat etseydi sevabı eksiksiz olurdu” demişler, bu âyet de bunun üzerine inmiştir. İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğunu da açıklamışlardır. (2)

İslâm’da hicret; İslâm’ı serbest bir şekilde İslâm’ı yaşayabilmek için Müslüman bir çevre arayıp bulma girişimidir. “Kendilerine yazık etmekte iken” ölen kimseler, Mekke’den Medine’ye göç etme imkânları bulunduğu halde bunu yapmayan, Mekke müşrikleri arasında yaşamaya devam eden, bu sebeple ya tekrar küfre dönen veya dinlerini tehlikeye atanlardır. İbn Abbas bu âyetle ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: Müslümanlardan bir grup insan, müşriklerle beraber bulunuyor, savaşlarda da Rasûlüllah’a karşı müşriklerin sayısını arttırmış oluyorlardı. Bu arada atılan oklardan ve sallanan kılıçlardan isabet alıp yaralanıyor veya ölüyorlardı. Bunun üzerine “kendilerine yazık ederken...” âyeti nazil oldu. (3) Dikkat edilirse, Kur’ân-ı Kerim, yanlış yapan mü’minleri sorguluyor, onlara doğru olanı, ilahî iradenin muradı doğrultusunda yapılması gerekeni gösteriyor.

Zulmün ve zalimlerin yaşadıkları bir çevrede ikamet etmeye devam etmek, İslâmî hayat ile bağdaşmaz. İslâmî hayatın iki temel direği var. Bunlardan birisi Allah’ı tanımak ve birlemek, diğeri de mahlukata şefkat nazarıyla bakmaktır. Eskiler bunu veciz bir ifadeyle kalıplaştırmışlardır: “Et tazimu lillah ve’ş-şefakatu lihalkillah”. Allahı ululamak, insanları veya mahlukatı ise sevmek ve onlara karşı müşfik olmaktır. Bu iki umdeyi, ‘Allah’ı birlemek ve onun için sevmek’ diye de özetleyebiliriz. Dedikleri gibi boğaz dokuz boğumdan oluşurmuş. Merhamet ve şefkat de yüz daireden veya dilimden veya boğumdan oluşmakta. Allah doksan dokuzu kendisine saklamış birisini de mahlukat veya halk arasında dağıtmıştır. İşte anneler ve müşfiklerin şefkati bu birlik dilimden nebean ve tefeyyüz etmektedir. İyiliği her ne suretle olursa olsun hor görmemek lazım. Küçük de olsa kötülüğü de öyle. Bu yüzden; ‘İstiğfarla kebire (büyük günah), ısrarla da küçük günah kalmaz’ demişlerdir. Kötülüğün iktidarını kurmuş kötülerle birlikte olmayı basite alarak hayatlarını devam ettirenler, kendi Müslümanlıklarına son verenlerdir.

İslâmî bir hayat yaşamaya çalışan Müslüman’ın görevlerinden birisi de, İslâm’ı, kendisinden istenilen biçimde yaşayacağı problemsiz bir çevre edinmektir. Rabbimiz buyuruyor: “Ey İman edenler! Allah’tan korkun, sadıklarla beraber olun.” (4) Bu âyet-i kerime Müslüman bir çevre edinmemizi bizden istemektedir. Yani Müslüman bir çevre edinme mesuliyetimizin kaynağı bizatihi Kur’ân-ı Kerim’dir. Manası; kendinize yoldaş ve yârân olarak, Müslümanlık iddiasında sadık olmaya en gayretli olanları seçin demektir. Sadıkları arayıp bulmak, onlarla beraber olmak, Cemaatü’l Müslimîn’e katılmak anlamına gelir. Çünkü Cemaatü’l Müslimîn bir sadıklar topluluğudur. O halde bir Müslüman çevre edinmenin yolu önce sadıkları bulmak ve sonra da onlarla birlikte cemaat olmaktır.

Müslümanlar kendilerini dinlerinden, imanlarından geri döndürmeye çalışan Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar, sırdaşlar edinmekten vazgeçmelidirler. Rabbimiz buyuruyor:

“Kendi dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden asla hoşnut olmayacaklardır. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan, and olsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur.”(5)

“Mü’minler mü’minlerden ayrılıp kafirleri dost edinmesin. Bunu her kim yaparsa, Allah’la ilişiği kesilmiş olur.”(6)

Müslümanları bırakıp kâfirleri dost edinmek bir zillettir. Kâfirlerin dostluğu Müslüman’ı dinden ve imandan eder. Münkirlerden, Müşriklerden, Mülhidlerden, Mürtedlerden, Yahudi ve Hıristiyanlardan bir çevre edinenin din ve iman diye bir meselesi kalmamıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Hâlid b. Velîd (r.a) komutasında küçük bir askeri birliği Has’am kabilesi üzerine göndermişti. Kabileden İslâm’a henüz girmiş birkaç kişi Müslüman askerleri görünce müslüman olduklarını göstermek amacıyla secdeye kapandılar. Müfrezede bulunanlar onları da müşrik zannedip, kendileri için secde ettikleri düşüncesiyle öldürdüler. Ancak daha sonra onların Müslüman olduğu anlaşıldı. Efendimiz (s.a.v), öldürülenlerin ailelerine yarımşar diyet verilmesine hükmetti ve “Ben müşrikler arasında ikamet eden müslümandan beriyim” buyurdu. Sahabîler sebebini sorduklarında son derece kısa ve beliğ bir cümleyle mukabele etti: “Ateşleri birbirini görmesin.” (7) Ulema bu hadisi şerh ederken “ateşleri birbirini görmesin”i, Müslüman’ın bir arada yaşadığı müşrikten etkilenmesi ve ona mahsus hallerle hallenmesi şeklinde açıklamıştır.(8) Başkalarından etkilenebileceği ortamlarda bulunmamak Müslüman için o kadar “tabii” ve “gerekli” bir tavırdır ki, Fukaha, gayr-i müslimlerin eline esir düşen bir mü’minin, bulduğu ilk fırsatta tutulduğu yerden kaçıp Müslümanların arasına gelmekle mükellef olduğunu, tutulduğu yerden ayrılmayacağına dair yemin etmiş olsa bile, fırsatı olduğu halde orada kalmaya devam etmesinin helal olmayacağını söylemiştir.(9) Müslümanlar olarak gayr-i İslâmi ortamlardan ayrılıp kendi ortamımızı kendimiz kuracağız. Müslüman bir çevre edinmediğimiz müddetçe Gayr-i Müslimlerin itikad ve ahlâklarından etkilenme, onların yaşam tarzlarını taklid etme riskinden kurtulamayız.

İslâm dini açısından ayrılma ve Müslümanların topluluğuna katılma imkânı varken gayr-i İslâmî ortamlarda ikamet edilmesi meşru kabul edilmemiştir. Şirk, küfür, fuhuş, isyan ve tuğyanın hakim bulunduğu bir ortamda yaşamak bahtsızlığı ile karşı karşıya bulunan, günümüz müşrik toplumu içerisinde, gayr-i İslâmî böyle bir yapı içerisinde erimeden fıtrât-ı asliyesini mükemmel bir tarzda koruyabilmek meşkuk olur. Her an cebrü tazyik altında yalnızlık hissine kapılarak inancını zayi’ edebilir. Bunun için mutlaka Müslüman bir çevre edinmek mecburiyeti vardır. İslâm’ı, hicret ile tanımış olan dünya insanlığı, şimdi onu yeniden düşünmek, anlamak ve Hicret’e, zihni olarak hicret etmek ihtiyacındadır. İçinde bulunduğumuz mekânı ve meşrebi yeniden gözden geçirmek mecburiyetindeyiz. Dinen terk edilmesi gereken kişilerden, meşreplerden, kurumlardan ve muhitlerden vazgeçmedikçe Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve Müslüman bir kimliğe sahip olmak mümkün değildir.

----------------------------------------------------------------------------------------------

(1)   Nisa Sûresi/ 97

(2)   Hak Dini Kur’ân Dili (M. Hamdi Yazır) C: 3, Sh: 62-63, İst/ 1971

(3)   Sahih-i Buhârî, “Tefsîr”, 4/19

(4)   Tevbe Suresi/ 119

(5)   Bakara Suresi/ 120

(6)   Âl-i İmran Sûresi/ 28

(7)   Sünen-i Ebû Dâvud, “Cihâd”, 95; Sünen-i Tirmizî, “Siyer”, 43; et-Taberânî, el-Mu’cemu’lKebîr, IV, 114…

(8)   Ebu’lHeysem’den naklen Ali elKarî, Mirkâtu’l Mefâtîh, VII, 105; el-Hattâbî’den naklen el-Azîmâbâdî, Avnu’l Ma’bûd, VII, 218.

(9)   Ali elKarî, Mirkâtu’l Mefâtîh, VII, 105

 


* BENZER KONULAR

Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:40:07 ÖS]


Böyle Sevdik Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:35:30 ÖS]


Dostluk Üzerine Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:27:16 ÖS]


Sevmek-Sevilmek Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:21:12 ÖS]


Sermayemiz takvamız olsun Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:14:00 ÖS]


Bize De Dua Yâ Rasulallah (S.A.V) Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:09:36 ÖS]


Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]