Kimliksizleştirilenlerden Misiniz
Elbette ellerimize doğduğumuzda tutuşturdukları kimlikten bahsetmiyorum. Çünkü gerçekten bazıları dini bu kimliklerde yazan “İslam”
ibaresinden ibaret zannediyorlar. Çanakkale’de düşmanı kovduk diye senenin belli bir gününde onlar gibi giyinip onların sloganlarıyla bayram yapıyorlar. Bazen insan sormadan edemiyor. Acaba düşman diye kastettikleri bizim atalarımız Müslüman dedelerimiz, ninelerimiz mi? Çünkü “kovduk” diyenlerin, “kovulan” diye kastettiklerinden, gerçekten “kovan”ların bugün her yerden “kovulan”lardan farkı yok. Elbette kimliksizleşmenin, şahsiyetsizleşmenin doruk noktası bu. Ancak biraz daha bize dönelim. “Bizim mahalle”ye göz atalım. Çünkü bahsettiğimiz bu “kimliksiz” kişiler hakkında yazılanlar, çizilenler çok fazla ve birçok kişi bu çelişkili durumdan haberdar.
Yoksa biz de yavaş yavaş bu “kimliksizleşen” güruha mı benziyoruz? Yoksa onlar gibi mi olmaya başlıyoruz? Bizler ki Allah’ın dininin yeryüzündeki temsilcileriyiz muvahhid Müslümanlar olarak. Lafta öyle, peki ya gerçekte? Gerçekten temsil edebiliyor muyuz Rabbimizin dinini sosyal hayatlarımızda? Yaşantımızda?
Mesela karşımızdaki kürsüde bize Allah’ın ayetlerini, Rasul’ün (s.a.v) sünnetini anlatacak olan hocalarımızı, profesörlerimizi bir Amerikalı Hıristiyan profesörden ayırt edemiyorsak, bizim hocamız da aynen Amerikalı gibi sakal-bıyıktan yoksun, kravat-takım elbise karşımıza çıkmışsa bu soruyu kendi kendimize de sormalı değil miyiz?
Düğünlerimizde bize ait olmayan, birçok hadisle yasaklanan müzikler çalıyorsa, insanlar düğünümüzü gördüklerinde sıradan “kimliksizleşen” insanlarla bizi ayırt edemiyorlarsa haksız mıyız bu soruyu kendimize de sormakla?
İşlerimiz yolunda gitsin diye, kimseye maraz çıkarmayalım diye patronumuzun istediği kılığa giriyor, hocamızın istediği şekle bürünüyoruz. Uzun yolda bir çocuğun çişi geldi diye duran otobüs şoförüne sıkıntı olmayalım diye namazı kazaya bırakıyoruz. Bulunduğumuz ortamda Allah’ın hoşlanmayacağı sözler konuşulurken küslük dargınlık olmasın diye ne bir şey diyebiliyoruz, ne de kalkıp gidebiliyoruz.
Evlerimiz batılıların evlerine döndü. Filmlerdeki evlerle Müslümanların evleri arasında hiç fark yok, adetler arasında fark yok. Her evde bir televizyon olmadan olmuyor. Hem de en son teknolojisinden olmalı. Yemekler masalarda her tabak ayrı şekilde, kaşık, çatal ve bıçak nizami kullanılarak yenmeli. Evde gereksiz onlarca yüzlerce eşya olmalı. Dönüp de Rasulullah’ın evi nasıldı diye bakamaz olduk artık. Ya da “Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan bir Müslümanın evi nasıl olmalı” şuurundan uzak kaldık.
Çocuklarımız eğer “kimliksizliğin” öğretildiği ve “tek tip” putperest vatandaş yetiştiren kurumlarda belli bir sene ömür tüketmezse onların “cahil” kalacağına inanır olduk. En güzel ve önemli ilmin “Tevhid”i bilmek, okunacak en güzel kitabın “Kuran” olduğunu unuttuk. Oysa bu kurumlarda “imandan uzaklaşmayı, inkâra meyletmeyi” aşılayanlara karşı tedbirli olmaktan bile önceydi, okul bitirip iş sahibi olması evlatlarımızın. Kızlarımızın ise ağzından salyalar akıtan erkek canavarların arasında en alımlı olduğu yaşlarda ilim (!) öğrenmeleri bizim en büyük erdem(!)imiz oldu.
Endişelerimiz de “onlar”a benzedi. Artık daha fazla maaşı bulabileceğimiz mevkiler, daha fazla para kazanabileceğimiz dükkânlar peşinde koşar olduk. En büyük endişemiz “rızık” oldu. Elinde iş olan haysiyetsiz damat adayı, elinde iş olmayan Müslüman bir gençten değerli oldu. Sanki kızlarımıza kendimiz rızık veriyormuşuz gibi, henüz iş sahibi olamamış damat adayına kız verilince rızkı kesiliverecek zannettik.
Kızlarımız, hanımlarımız çok değerli (!) ilimlerin öğretildiği okullarda diploma almak için uğraşır oldu. Onların henüz Kuran’ı bile düzgünce okuyup okumadıkları çok önemli değildi. Hem bu okullara gidip geldikleri otobüsler tıklım tıklım değildi ve günde kaç erkekle muhatap oldukları, daracık alanda kimlerle çarpıştıkları sorun bile değildi. Günde salyalarıyla dolaşan kaç erkeğin onları gözlerine kestirdiği de pek önemli değildi. Her gün önlerine konulan binlerce tuzaktan kurtulup kurtulamayacakları Allah’ın rahmetine kalmıştı. Önemli olan onların “ilim” sahibi olmalarıydı. Yoksa “anne”lik artık para etmiyordu. “Çocuk yetiştirmeyi” pek bilmeseler de nasıl olsa çocuklar büyüyüp gidiyordu.
Son asrın “hobi”si olan “hobi edinme” hastalığına biz de yakalanmıştık. Herkesin bir hobisi olmalıydı. Tüm işlerimizi halletmiş, İstanbul’u yeniden fethetmiştik ya, Amerika’da son günlerde bize cizye vermeyi kabul etmişti ve biz de artık hobilerle hayatımıza renk katma peşindeydik. Belki biraz bu hobimiz bizi davet görevinden alıkoyacak, namazlarımızdaki zihin dünyamızı biraz işgal edecekti ama ne önemi var…
Dava bilinci, davet bilinci yok oldu artık. Dünya davaya üstün geldi. Her türlü sudan bahane, her türlü Allah rızası için yapılan işin önüne geçer oldu. “Kim Allah için bu işte var?” sorusuna öne çıkan yerine bütün ayaklar geriye adım atar oldu.
Hz. Sevban(ra. anh) anlatıyor, Rasûlullah (s.a.v) buyurdular ki:“Diğer milletler, tıpkı sofraya yemek için üşüşen insanlar gibi sizin üzerinize üşüşecekler.” Bunun üzerine sahabiler şaşkınlıkla sorarlar:“Ya Rasûlullah, o gün sayımız çok mu az olacak?” Efendimiz (s.a.v): “Hayır” der.
“Bilakis, o gün sayınız çok olacak. Fakat siz -çokluğunuz- bir akıntıyla taşınan çer-çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu silecek, sizin kalbinize de “vehn” verecek.”Bunun üzerine sahabilerden biri sorar: “Vehn nedir ya Rasûlullah?..”
O da buyurdu ki: “Dünya sevgisi ve ölümü sevmemek, ondan nefret etmek.” (Süneni Ebû Davut: 4/111, hn. 4297; Müsnedi Ahmed: 5/278, hn. 22450)
“Çer-çöp” ifadesi ne kadar da güzel anlatıyor günümüz Müslümanlarını. Gerçekten de İslam düşmanlarının gözünde Müslümanların korkusu kalmadı. Bir asırdır başlarındaki tağutlara verdikleri tepki gün geçtikçe zayıflarken artık kimisi avukatlığını yapar oldu şirk sisteminin. Yanıbaşımızdaki Suriye ve bizim halimizi ancak yukarıdaki hadis en güzel şekliyle açıklayabilir.
Halen imandan zerrenin kalbimizde yeşil kaldığının iddiasında olan bizlere Rabbimizin ciddi bir uyarısı var:
Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir. (Maide 54)
Silkinip kendimize gelmemiz gerekiyor. Çok geç olmadan.
Yeryüzüne gönderiliş gayemizi hatırlamak, davamıza sımsıkı sarılmak, dünyalık zevklerimize bir sınır getirmek gerek. Mümin kardeşlerimize karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurlu topluluklar olmak gerek.
Ve kınayanların kınamasından artık korkmamak gerek…