SONSUZLUĞA GİDEN YOL
İnsan hayatı bir yolculuğa benzer. Yaz aylarında yapılan seyahatlerdeki yolculuklara. O yolculuklarda insanlar dağları, ormanları, denizleri ve bir çok şehirleri görürler. Daha önce görüşüp-konuşmadıkları bir çok insanla karşılaşırlar.
Ancak aklı, bilgisi ve idraki olan insanlara düşen görev bu seyahatta, Cenab-ı Allah’a tam teslimiyet ve itaat etmek, bu yolculuğun insanı ebediyete götüren bir yolculuk olduğunu bilmek ve ebedî hayatın sonsuz saâdetini kazanmaya çalışmaktır.
Ben de sular gibi durmadan akan, rüzgâr gibi durmadan esen, mevsimler, aylar ve günler içinde geçip giden şu hayat içinde seyahat eden bir garip yolcuyum.
Azametli yüksek dağları, vehametli korkunç dereleri görünce içime korku düşüyor ve tüylerim ürperiyor. Yemyeşil yaylaları ve ormanları, renk renk meyve yüklü ağaçları, güzel-güzel kokan çiçekleri, şırıl-şırıl akan suları ve cıvıl-cıvıl öten kuşları gördükçe seviniyor, memnun ve mesrur oluyorum. Atlas gibi serilen yerlere, direksiz yükselen göklere, uçsuz-bucaksız engin denizlere baktıkça derin düşüncelere dalıyor, onların içinde sanki kaybolup gidiyorum. Yüzleri birbirinden ayrı, dereceleri birbirinden farklı ve sesleri birbirine benzemeyen sayısız insanı ve bir çok hayvanı görünce her birisinde ilâhî kudret ve hikmet var diyorum. Onları yaratan ve yaşatanın her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve gören Yüceğ Allah olduğuna şüphesiz inanıyorum.
Ben bunlarla meşgul olurken kulağıma bir ses geliyor “ALLAHÜ EKBER ALLAHÜ EKBER” deniyor. Aynı sözler yine tekrar ediliyor. Bu ses öyle bir tok ses ve bu söz öyle bir hak söz ki, korkularım ve sevinçlerim hep dağılıyor. Düşüncelerim ve hareketlerim hep duruyor. Her yerim kulak kesiliyor ve bu sözleri dinliyor. Dilim tekrar ediyor, “ALLAHÜ EKBER – ALLAHÜ EKBER” diyor. Devam ediyoruz beraber, “EŞHEDÜ ENLÂİLÂHE İLLALLAH, EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESÛLULLAH” diyerek… Tasdîk ve ikrar ediyoruz. Allah her şeyden büyük, eşi ve ortağı yok, ondan başka hiçbir ilâh da yoktur, Hz. Muhammed onun kulu ve elçisidir, diye. Sonra da’vet ediyor bizi, namaza gelin, felaha erin, diyerek.
Ruhlara tesir eden ve gönüllere surur veren bu sesin geldiği tarafa doğru dönüp bakıyorum. İhtişamlı kubbesiyle, göklere doğru uzanan minaresiyle ve bütün iyilikleri ifade eden duruşuyla benliğimi saran ve beni kendine doğru çeken camiyi görüyorum. O yöne doğru dönüyor ve yürüyorum. Caminin bahçesine girince abdest almak için elimi, yüzümü, kollarımı ve ayaklarımı yıkayıp, başımı meshediyorum. Okunan ezanın verdiği manevî coşkunlukla içim coşup gözlerimden yaşlar akarak günahlarım temizleniyor. Abdest alırken de bedenim temizleniyor. Ma’nen ve maddeten temizlendikten sonra camiye giriyorum.
Bakıyorum ki, Allah’a ibadet etmeye gelen, namaz kılın felaha erin davetine icabet eden insanlar saf-saf olmuşlar, kemâli hürmetle el bağlayıp huzuru ilâhîde kıyama durmuşlar, ben de duruyorum. Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim’den biraz okuduktan sonra Ulu Allah’ın büyüklüğü karşısında rukûye eğiliyorum. Mevlânın yüceliğini tasdik ve kendi aczimi itiraf ederek onu tesbih ve takdis etmek için secdeye kapanıyorum.
Bunları yaparken şunu düşünüyor ve istiyorum: Camiye girerken, birbirini içine alan daireler şeklinde etrafımı saran dünya ihtiyaçları ve meşguliyetlerinden tamamen kurtulabilsem. Namaza durunca benliğimden tamamen sıyrılıp, Allah’ın büyüklüğü karşısında küçülsem, küçülsem… Onun ebedîliği karşısında eriyip aksam, kaybolup gitsem… Şu fânî hayattan ayrılırken ebedî hayatın sonsuz saâdetin bir erebilsem.
İşte, sonsuzluğa giden yol bu yoldur.
İşte, sonsuz saâdete eren yolcu bu yolcudur.