Şükür ve Teşekkür Medeniyeti
Şükür ve teşekkür kelimeleri, iyilik yapana duyulan borçluluk hissi, minnettarlık duygusunu anlatır. Şükür Allah’a, teşekkür ise insanlara olur. Şükür, insanın Allah katında, teşekkür ise insanlar katında sevilmesine sebep olur.
Allah’a şükürle insanlara teşekkür birbiriyle ilgisiz konular değildir. Hz. Peygamber konuyla ilgili şöyle buyurur: “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmez.” (Tirmizi, Birr, 35.) Veya tersini düşündüğümüzde Allah’a şükretmeyen insana teşekkür etmez.
Allah’a şükrün geliştiği toplumlarda insanlara teşekkür artar. Aksi bir durum da söz konusudur. Yani şükrün olmadığı toplumlarda da insanlar birbirine nankörce ve vefasız davranır. En yakınlarına, kendilerini besleyip büyütenlere dahi minnet duygusu beslemezler. Vicdanları sızlamadan anne, babalarını dahi kapının önüne koyabilirler.
Yapılan iyiliğe karşı şükran duygusuna sahip olmak, fıtri bir özelliktir. İnsan vicdanı, iyilik karşısında nankörlüğü değil, müteşekkir olmayı telkin eder. Aksi bir durum ancak şükür ve teşekkür eğitiminden yoksun toplumlarda veya anormal kişiliklerde görülür. Şükran duygusu, din tarafından hem Allah-kul ilişkisinde hem de beşerî ilişkilerde bir ilke hâline getirilmiştir.
Şükür ve teşekkür ahlakı açısından medeniyetleri belki iki şekilde değerlendirmemiz mümkündür. Birincisi, vahye dayanan onun şifa ve rahmetinden istifade eden medeniyetler. Bunlar şükrü ve teşekkürü insan hayatının temel ilkesi olarak görürler. Burada hedef, öncelikle Yaratıcıya karşı şükran hisleriyle dolu insanlar yetiştirmektir. Diğer medeniyetler ise vahiy gibi bir bereket ve feyiz kaynağından yoksun olanlardır. Dolayısıyla insanı nankörlüğe ve vefasızlığa iten medeniyetlerdir.
İslam medeniyeti bir şükür ve teşekkür medeniyetidir. Burada iyiliğin kadr ü kıymetini bilmek en temel ilkedir. İnsan, öncelikle yaratan ve yaşatan Rabbine karşı şükran hisleri ile doludur. Çünkü maddi manevi sahip olduğu her türlü imkân ve güzelliğe O’nun sayesinde erişmiştir.
İnsana Rabbi tarafından yapılan eşsiz iyiliğin bütün gerçekliği ile bilinmesi mümkün değildir. Onun bu dünyada bir rahmet deryasında yüzdüğü konusunda kuşku yoktur. Ancak insana bununla mukayesesi mümkün olmayan esas büyük iyilik bir başka şeydir. O da, varlığın yegâne sahibi Allah Teala’nın dostluğuna aday olmasıdır. Ebedî Dost’la dost olabilmeye layık görülmesidir. Yine, hiç kimsenin hayal edemeyeceği ebedi nimet ve güzellikler yurdu cennete namzet olmasıdır. (bk. Secde, 32/17.) Herhâlde insanın şeref ve değerini esas yücelten ikram ve iltifatlar da bunlardır.
Şükürsüzlük, unutmanın bir neticesidir. Nankörlük yani yediği ekmeği görememek, onu bahşedeni fark edememek, unutmakla başlar. Bu sebeple Kur’an, insanın gözüne inen perdeyi kaldırmak ve onu uyandırmak ister. Çünkü ‘hâli’ yaşamak, bazen insanın ‘şimdi’ye hapsolması sonucunu doğurur. Bir bütünlük içerisinde zamanı algılama yeteneğini kaybeder. Geçmiş ve gelecek ekseninden kopar. Ferdi ve toplumsal planda bir unutma illetine maruz kalır.
İnsan, yaşadığı sayısız güzellik ve nimetleri çoğunlukla göremez. Kaybedince onların kıymet ve değerini fark eder. Ancak Kur’an insanın bu ezberini bozmak ister. Hayatını borçlu olduğu nimet ve güzellikleri görmesini ona telkin eder. Hiç yoktan yaratıldığını, dolayısıyla nail olduğu eşsiz nimetleri nasıl unutabileceğini ona sorar. (Meryem, 19/67.) “Neden yaratıldığına, ne yediğine, hangi nimetleri tattığına hele bir bak” der insana. (Tarık, 86/5; Abese, 80/24; Fatır, 35/3.)
Kur’an bu metoduyla eksilere, noksanlara takılıp kalmamayı, hayata pozitif yönden bakmayı da öğretir insana. Sayısız güzelliğin unutulmasına fırsat vermek istemez. Ayetlerde insanın iç içe yaşadığı sayısız güzelliğe sık sık vurgu yapılması da bundandır. Böylece insana, iyilik yapılan, ikram edilen, merhamete nail olan birisi olduğu hatırlatılır. O, bu hayatta asla terk edilen birisi değildir. Aksine her an sınırsız lütuf ve nimetlere mazhar olmaktadır.
Bu yaklaşımıyla Kur’an insana âdeta şunu söyler: Ey insan! Bak sen öyle ihmal edilen birisi değilsin. Körlüğe ve nankörlüğe kapılmanı gerektirecek bir durum yoktur. Karşılaştığın zorluk ve sıkıntılar dolayısıyla kendini asla mağdur ve mahrum hissetme. Sahip olduğun eşsiz lütufların farkına var. Sen dünyada sayısız ikramlarla ağırlanmaktasın. Sağanak sağanak lütuflar üzerine yağmaktadır. Bütün yer ve gök sana hizmet etmektedir. Güneş, toprak, su, tabiat; evet bu hayatta her şey seni en güzel şekilde ağırlamak için vardır. Asla yalnızlık hissine kapılma, gadre uğramış gibi hareket etme. Aksine sen özel bir varlıksın, hatta kâinatın göz bebeğisin.
İşte insan bunların farkına vardıkça, rabbine muhabbetle yönelmekte ve şükretmektedir. İyimser bir ruh hâlini yaşamaktadır. Kendisiyle ve Rabbiyle barışık, mesut ve mutlu olmaktadır. Aksi bir durumda da, onca iyiliği göremeyen ve olumsuz düşünceleri aşamayan bir psikolojiye sahip olmaktadır. Bu da doğal olarak beraberinde insanın huzursuzluk ve mutsuzluğunu getirmektedir. Çünkü kendisine eşsiz iyilikler yapıldığını bilenle bilmeyen iki insanın ruh dünyaları aynı olur mu?
İslam’ın dünya görüşü, toplumsal planda da insana teşekkürü bir ahlak hâline getirir. İnsan bir iyiliğe mazhar olunca rabbine şükreder, buna sebep olan insanlara da şükran duyguları besler. Bunların başında da, anne babası gelir. (Lokman, 31/14.) Kendisine yardım ve desteği dokunan herkesi kapsayacak şekilde bu halka genişler. Mümin anne babasına sadece hayırhah davranmakla yetinmez. Ebeveynine verdiği nimetler dolayısıyla Rabbine şükretmeyi kendisine nasip etmesini de niyaz eder. (Ahkâf, 46/15.)
Müslümanlar, yaptıkları hayırları Allah rızası için yapar ve bir karşılık ve teşekkür beklentisi içerisine girmezler. (İnsan, 76/9.) Ancak kendilerine yapılan iyiliği görmezden gelerek teşekkürü de ihmal etmezler. Burada yapılan iyilikler, kadirşinaslıklar unutulmaz. Her hangi bir beklentinin gerçekleşmemesi hâlinde onca iyilik bir kalemde silinmez. Yine yapılan hayırlar zaman aşımına uğramaz. Aradan yıllar geçse bile, iyilik yapana saygı ve minnet hisleri devam ettirilir. Fırsat düştükçe takdir hisleri ifade edilir, şükran duyguları tazelenir. Böylece insan vefasızlık batağına saplanmaktan kurtulur. Allah Rasulü bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurur: “Kendisine bir hediye verilen kişi, imkân bulduğu takdirde karşılığını versin. Bulamazsa o kişiye övgüde bulunsun. Çünkü bir iyiliği öven şükran borcunu yerine getirmiş olur.” (Tirmizi, Birr, 87.)