Dünya Saltanatına Aldanmayan Babayiğitler Kervanı
İnsan şu dünya hayatında, varlık denizinde yüzen bir gemiye benzer. Şâyet deniz, geminin altında bulunursa, gemi onun üstünde seyrine devam eder ve ârızasız bir şekilde maksûduna ulaşır. Fakat dalgalar geminin içine girmeye başlarsa onu içindekilerle birlikte batırır ve helâke götürür.
İşte tarih boyunca bu yüce gerçeği kavrayan, sonra da azimli ve kararlı bir irâdeye sahip olan, bu sayede ruh ve kalb planında dünyaya metelik vermeyen ve dünya saltanatına aldanmayan nice babayiğitler kervanı gelip geçmiştir.
Evet aldanıp da dünyevi arzular peşinde koşmak ve günâhlara düşmek endişesiyle dünya saltanatını önemseme- yen, dünya nîmetlerine karşı müstağnî davranan, kalb ve ruh dünyasında gerçekten zühd ve takvâ sahibi olan ve sağlam irâdeleri sayesinde ruhlarını, kalblerini ve diğer duygularını dünyaya esir olmaktan kurtaran ve böylece ömürlerini fânî-lerin peşinde heder etmeyen nice irâde kahramanları vardır.
Bu yüce ruh ve sağlam irâde kahramanları öncelikle şunu çok iyi kavramışlardır ki, Yüce Allah’ın rızâsı, iltifâtı ve kabûlü öyle bir makam ve öyle bir şereftir ki, bütün dünya malları ve saltanatları ona oranla bir zerre hükmündedir. Sonra da şunu gayet iyi bilmişlerdir ki, “dünya, riyâset, liderlik, saltanat ve makam tutkusu” kalbleri Allah’tan gâfil bırakan en güçlü etkenlerdendir. Çünkü özellikle zayıf irâdeli insanların elinde bulunan bu gibi imkânlar, aldanmaya zemin hazırlayan en önemli faktörlerdir.
Nitekim tarih boyunca, saltanat sahibi olmak için her şeyini fedâ edecek derecede hırs gösteren, sonra da eline geçirdiği liderlik mevkiini korumak için akla gelmedik zulüm- ler işleyen pek çok zâlim gelip geçmiştir.
Bununla birlikte dünya tarihi, sayfalarını parlatan ve yüzünü güldüren, geçmiş asırları sevimli bir hâle getiren ve arkaya hayırlı eserler bırakan nice müstesnâ şahsiyetlerden elbette ki tamamen mahrum değildir ve insanlık sürekli olarak bunlarla iftihar ede gelmiştir.
Nitekim İslâm tarihinde, gönlü Yüce Hakk’a bağlı olup saltanat arzusuna esîr olmayan, hattâ gerektiğinde elindeki güç ve otoriteyi kendi arzu ve irâdesiyle devredebilme olgun- luğuna erişmiş olan pek çok âbide şahsiyetler vardır.
Bu noktada âbide şahsiyetlerden birisi olabilmek için her şeyden önce, Yüce Allah’ın rızâsını, Yüce Rahmân’nın iltifâtını ve Yüce Rabb’in kabûlünü, en yüksek makam olarak görmek ve insanların teveccühlerinin ve beğenmelerinin Allah katındaki sonsuz makamlara nispetle ancak bir zerre hükmünde olduğunu bilmek ve bunu ruh, kalb ve zihinde sindirmek lâzımdır.
Evet eğer rahmetin teveccühü ve tebessümü varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o rahmetin teveccühünün bir yansıması ve bir gölgesi olması cihetiyle ancak kabul edilmelidir; yoksa bir kısım çıkarlar için gösterilen teveccühler arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü insanların bir kısım çıkarları için yaptıkları alkışlamalar, kabir kapısına kadardır. Orada hemen söner ve ondan sonrası için beş para etmez.
İşte tarih boyunca bu hakikati kavrayan elbette ki pek çok babayiğitler vardır. Ancak bunlardan bir tanesi vardır ki bu, “İslâm birliği uğruna ka’bına ulaşılmaz bir ferâgat örneği sergileyerek” arkadan gelenlere yâd-ı cemil olacak derecede hayır ve fazîletlerle dolu hâtırâlar bırakmıştır.
İşte bu babayiğitlerin başlarında, Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem’in mübârek torunu Hazret-i Hasan (r.a.) bulunmaktadır.
Bu yüce şahsiyet, devletin bölünmemesi ve Müslüman- ların parçalanmaması için halîfeliği altı ay îfâ ettikten sonra bunu büyük bir rûhî olgunlukla ve yüce bir fedâkârlıkla Hz. Muâviye (r.a.)’ye devrederek, büyük ölçüde siyâsî çekişme- lerin ve korkunç tefrikaların önüne geçmiş ve Müslümanların birbirleriyle çarpışarak birbirlerinin kanlarını seller gibi akıt-malarına engel olmuştur.
Hz. Hasan Efendimiz, bu yüce fedâkarlığı, maddî saltanata bedel manevî sultanlığı tercih etmekle ve dünya saâdeti yerine ebedi saâdete talip olmakla yapmıştır.
İşte gerçek saltanat ve sonsuz sürûr tablosu:
Hz. Ali Efendimiz ile Hz. Fâtıma vâlidemizin evliliğin- den sonra birer sene arayla Hz. Hasan ile Hz Hüseyin Efendilerimiz dünyaya teşrif ettiler. Efendimiz bu mübârek torunlarını çok sever, bazan onları omuzlarına alıp taşır ve onlar için şöyle derdi:
“Bunlar benim şu dünyadan öpüp kokladığım iki reyhânımdırlar.” (Buhârî, fezâilü’l Ashâb, 22)
Evet artık onlar, Risâlet Bahçesinin gül ve çiçekleri, velâyet saraylarının da efendileri olarak tarihe geçecek, ebediyen bu nâm ile yâd edilecek ve bu şeref ile hürmet ve iltifât göreceklerdi.
Bir gün Ebû Hüreyre (r.a.), Medîne sokaklarından birinde henüz küçük yaşlarda olan Hazret-i Hasan (r.a.), ile karşılaşır. Hz. Ebû Hüreyre, Hz. Hasan Efendimizi görür görmez yanına sokulur ve ona şöyle der:
“Canım sana fedâ olsun. Karnını aç da, Peygamber Efendimiz ( s.a.v.)’in öptüğünü gördüğüm yeri öpeyim.”
Hz. Hasan onun bu samimi teklifini kıramayıp karnını açtı. Hz. Ebû Hüreyre de onun göbeğini öptü.
Evet, sonsuz olan böyle bir saltanata bedel, şu fani saltanatı tercih etmek ve özellikle de onun kavgasını vermek ve bir kısım tefrikalara zemin hazırlamak her halde akıl kârı olmasa gerektir. Nitekim Hz. Hasan Efendimiz onu elinin tersiyle itivermişti.
* * *
Dünya Saltanatına aldanmayan babayiğitler kervanının en seçkin şahsiyetlerinden birisi de hiç şüphesiz Said bin Âmir (r.a.)’dir.
Said bin Âmir, meşhur Suffe Ashabı’ndan olup firâsetli ve basiretli bir idareci, kudretli ve kahraman bir komutan, adâletli ve dirâyetli bir siyâset dâhisi idi.
Hz. Ömer (r.a.), onu Humus Vâliliği’ne tayin etmişti. Hz. Said, kısa bir zamanda kendisini Humus halkına kabul ettirip sevdirmesini bilmişti. Bunu duyan Hz. Ömer (r.a), Humus halkına bunun sebebini sorduğunda, onlardan şu cevabı almıştı:
“Vâlimiz halkın dert ortağıdır.”
Bir defasında Hz. Ömer (r.a.), vâlisi olan Hz. Saîd’i ziyârete gitmişti. Halifenin beldelerine geldiğini duyan halk da, toplanmış ve halîfenin etrafını sarmışlardı. Hz. Ömer (r.a.) bunu fırsat bilerek oranın ileri gelenlerine,
“Ey Humuslular! Vâliniz nasıldır? Ondan memnun musunuz? Hakkında bir şikâyetiniz var mı?” diye sordu.
Halk çok memnun olduklarını söyledikten sonra, ancak vâlilerinin hikmetini bilemedikleri bazı garip hallerinin de bulunduğunu söylediler ve şikâyetlerini şu dört maddede özetlediler:
a. Sabahları mesâiye erken gelmiyor, ancak kuşluk vakti geliyor.
b. Gece olunca bizden kimseyi yanına kabul etmiyor
c. Ayda bir gün evine kapanıyor ve o gün halkın içine hiç çıkmıyor.
d. Bazı zamanlar kendinden geçiyor ve baygınlık geçiriyor.
Hz. Ömer (r.a.), humus halkının bu şikâyetlerini dinledikten sonra vâliyi çağırttı, halkın şikâyetlerini söyledi ve kendisinden onları cevaplandırmasını istedi. Ancak içinden de, “Allahım! Saîd bin Âmir hakkındaki hüsn-ü zannımda beni yanıltma.” diye de duâ etti.
Hz. Saîd (r.a.), şikâyet konusu olan hususları dinle-dikten sonra, onların hikmetlerini halkın yanında Hz. Ömer’e şöyle anlatmaya başladı:
“Ya Ömer! Aslında ben bunların neden ve niçinlerini söylemek istemezdim; ama şikâyet konusu olunca her hâlde bazı şeyleri açıklamam gerekiyor.
Evet sabahları mesâiye geç gidiyorum. Çünkü hanımım sürekli olarak hastadır. Evde bir hizmetçim de yoktur. Dolayısıyla ev işlerinin pek çoğunu ben yapıyorum. Sabahları erkenden hamuru yoğuruyor, ekmeği yapıyor ve çocukları- mın kahvaltısını yaptırıyorum ve ancak ondan sonra abdesti- mi alıp evden çıkabiliyorum.
Evet geceleri kimseyi kabul etmiyorum. Çünkü gündüz- leri halkın işleriyle uğraşıyorum. Halkımız müsâade etsin de geceleri de Yüce Hak ile baş başa kalayım ve böylece hem o günün muhâsebesini yapmış hem de yarının tedbirini almış olayım.
Evet ayda bir gün halkın içine çıkmıyorum. Çünkü hanımım hasta olduğu ve hizmetçim de bulunmadığı için kendi elbisemi kendim yıkıyorum. Giyecek başka bir elbisem olmadığı için de, o gün bir şeye sarılıyor ve o halde yıkadığım elbisemin kurumasını bekliyorum. Elbisem kuruduktan sonra onu giyiyor ve halkın içine temiz bir elbise ile çıkmış oluyorum.
Evet bazı günler baygınlık geçirdiğim doğrudur. Çünkü bir zamanlar Mekkeliler, Hubeyb’i yakalayıp astıkları gün ben oradaydım. Müşrikler onu bir ağaca bağlamış ve sonra da ona,
“Senin yerine Muhammed’i asmamızı ister misin?” teklifinde bulunmuşlardı. O şehid namzedi ise onlara şu cevabı vermişti:
- Ben çoluk çocuğumun içinde rahatça oturayım, Hz. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’in ayağına bir diken batsın öyle mi? Vallahi buna râzı olamam. Onun ayağına bir diken batmaktansa benim gibi yüzlerce Hubeyb fedâ olsun demiş ve sonra da sesi çıktığı kadar, “Yâ Muhammed!” diye bağırmıştı. Sonra müşrikler onu şehid ettiler.
İşte ey Ömer! Ben Hubeyb’in bu fedâkârlığını hatırladı- ğım zaman, birden o gün müşrik olduğumdan dolayı ona yardım edemeyişim aklıma geliyor, bu günahımdan dolayı Yüce Allah’ın beni asla affetmeyeceğinden korkuyor ve bu yüzden de elimde olmayarak o anda bana baygınlık geliyor ve kendimden geçiyorum.
Vâlilerinin bizzat kendi ağzından dinledikleri bu cevaplar karşısında dona kalan Humuslular, gözyaşlarını tutamayıp hıçkıra kıçkıra ağlamaya başladılar.
Aynı şekilde Hz. Ömer de, bir taraftan gözyaşları içinde ve dikkatle vâlisini dinliyor, diğer taraftan da,
“Allahım! İyi niyetimde beni yanıltmadın. Sana binlerce şükürler olsun” diyordu.
İşte “dünya saltanatına aldanmayan babayiğitler” silsilesinden bir altın halka...
Hem onlar yoklukta sabretmesini bildikleri gibi, varlıkta da israfı ve şımarmayı bırakıp kanâatle yaşıyor ve ellerinde- kini fakir fukarâya dağıtıyorlardı.
Nitekim, Hz. Ömer (r.a.), Humus halkından, şehirde bulunan fakirlerin bir an önce tespit edilip kendisine bildirilmesini istedi. Fakirler bir bir tespit edildi ve seçilen bir heyet listeyi götürüp Hz. Ömer’e teslim etti.
Ancak listenin başına Said bin Âmir ismi yazılmıştı. Hz. Ömer isim benzerliği olabileceğini düşünerek, “Bu Saîd bin Âmir kimdir? diye sorduğunda; heyet,
-Ey Mü’minlerin Emiri! O bizim vâlimiz olan Saîd’dir, cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.), hayretle, “Gerçekten sizin vâliniz bu kadar fakir mi?” deyince; onlar “evet” dediler. Bu defa Hz. Ömer (r.a.),
- Vâliniz nasıl fakir oluyor? Geliri nasıl ve geçimini nereden sağlıyor? diye sorunca, heyet, Hz. Ömer’i ağlatan şu cevabı verdi:
- Yâ Ömer! Vâlimiz, yanında hiçbir şey tutmuyor. Eline geçeni hemen fakirlere dağıtıyor.
Hz. Ömer, vâlisini içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için bir elçi ile bin dinar gönderdi. Ve elçiyi “Benden ona selâm söyle; ona ‘bu parayı Müminlerin Emîri gönderdi’ de ve bunları kendi ihtiyaçlarına harcamasını söyle.” diye tembihledi.
Elçi Humusa varıp emâneti takdim etti. Hz. Said keseyi açıp da içindekini görünce, bir musibetle karşılaşmış gibi “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” dedi.
Bu sözü duyan hanımı, “Hayır ola, Hz. Ömer’e bir şey mi oldu yoksa?” diye sordu. Hz. Said “çok daha büyük” dedi ve ekledi:
“ Dünya bana geliyor, fitne üzerime geliyor.”
Sonra da o paraları bir kenara koyup sabaha kadar ibâdetle meşgul oldu. Sabah olunca da parayı aldı ve bütün Müslümanlara dağıttı.
Bunun üzerine mübârek hanımı, “Ne olurdu, birazını kendimize bıraksaydın da ihtiyaçlarımıza sarf etseydik” deyince, âhiret meyvelerini dünyada fânî bir şekilde yemek istemeyen Hz. Said, hanımına şöyle dedi:
Ben Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’den şöyle işittim: “Eğer Cennet kadınlarından birisi yeryüzüne bakacak olsa, dünyayı misk kokusu kaplardı.”
İşte bundan ötürü vallahi ben Cennetin ebedi nimet- lerini şu dünyada fani bir surette yemek istemem. Hem Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, “fakir muhâcirlerin, zenginlerden yetmiş sene önce Cennete gireceklerini” bize haber verdi.