HAK BATIL SAVAŞI
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِىٍّ عَدُوًّا مِنَ الْمُجْرِمٖينَ وَكَفٰى بِرَبِّكَ هَادِیًا وَنَصٖيرًا
“(Resulum!) İşte biz böylece her peygamber için suçlulardan düşmanlar peyda ettik. Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.” (Furkan, 25/31)
İnsanlık tarihi boyunca hak-batıl savaşı sürüp gitmektedir. Bu mücadele Hz. Âdem’in oğulları Habil ve Kabil ile başlamış ve günümüzde de olanca şiddetiyle devam etmektedir. Kabil’in Habil’i katletmesini örnek alan katiller Kabil’in yolundan, hak ehli ise Habil’in yolundan gitmektedir. Cahili düzenin esası “Şeytana ibadet” İslam’ın esası ise Allah’a ibadet olduğundandır ki Cahiliye ile İslam arasında tabi bir zıtlık ve bir uzlaşmazlık vardır. O bakımdan cahili düzenler ve onun Uluhiyyet ve Rububiyet taslayan günümüzdeki uzantıları, egemen oldukları ortamda Allah’a ibadete davet eden hareketin yeşermesine imkân ve fırsat tanımak istemezler. Nitekim tarihi olaylar buna şahit olduğu gibi hem yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim hem de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bizlere bu çatışmanın olacağını haber vermiştir. Bundan dolayıdır ki müminler Hendek savaşında düşman ordularını gördüklerinde “…“İşte bu, Allah’ın ve Resûlünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resûlü doğru söylemişlerdir…” (Ahzab, 33/22) demişler ve bu onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırmıştır.
Rabbimiz kitabında tevhid ile şirk arasındaki mücadelenin kaçınılmaz olduğuna vurgu yaparak şöyle buyurmaktadır: “(Resulum!) İşte biz böylece her peygamber için suçlulardan düşmanlar peyda ettik. Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.” (Furkan, 25/31), “Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” (En’âm, 6/112), “Böylece biz, her kasabada, oralarda bozgunculuk yapmaları için, günahkârlarını liderler yaptık…” (En’âm, 6/123) Ayetlerden anlaşıldığı üzere hak batıl savaşı kaçınılmazdır.
Merhum Şehid Seyyid Kutub rahimehullah Fi Zilali’l-Kur’an isimli eserinde Furkan suresi 31. ayetin tefsirinde şunları söylemektedir: “Hiç kuşkusuz yüce Allah’ın her işinde engin bir hikmet vardır. Neden derseniz, Peygamberlerin ve hak davaların karşılarına düşmanların dikilmesi ve bu düşmanların onlara savaş açmaları davayı pekiştirir, onun özüne yaraşan bir ciddiyet damgası ile damgalar. Dava adamlarının yollarını kesmeye yeltenen azılı günahkârlarla savaşmaları gerçi kendilerine sıkıntılar yükler ve savundukları davaya da sekte vurur. Fakat bu savaş, gerçek dava ile sahte davaları birbirinden ayırır. Bu savaş, davanın gerçek taraftarlarını ayıklayarak sahtekârları uzaklaştırır. Savaş kızışınca davanın yanında sadece sağlam ve samimi müminler kalır. Bunlar kısa vadeli ganimet peşinde olan fırsatçılar değillerdir. Tek amaçları davalarının zaferidir ve bu zaferin ardındaki asıl bekledikleri de yüce Allah’ın hoşnutluğudur.
Eğer davalar kolay ve sıkıntısız olsalardı, hep gül döşeli düz yollar boyunca ilerleselerdi, karşılarına düşmanlar ve muhalifler dikilmeseydi, önlerine yalanlayıcılar ve inatçı karşıtlar çıkmasaydı, o zaman herkesin dava adamı olması kolay olurdu, o takdirde gerçek dava ile batıl davalar birbirine karışır, bunun sonucunda belirsizlik ve kargaşa meydana gelirdi.
Fakat davaların karşısına düşmanların dikilmesi, bu davaların zaferi uğruna savaşmayı kaçınılmaz kılar. O zaman da acılar ve fedakârlıklar davaların yol azığı olurlar. Gerçek, ciddi ve inanmış dava adamlarından başka hiç kimseler böylesine zor günlerde savaşmazlar, mücadele etmezler, acılara ve fedakârlıklara katlanmazlar. Böyle zor günlerin dostları davalarını rahata, şahsi çıkarlara, dünya hayatına ilişkin amaçlara, hatta hayatın, kendisine tercih eden kimselerdir. Bu yiğit müminler davalarının gerektirdiği durumlarda davaları uğruna can vermekten bile çekinmezler. Bu acı savaşın sıkıntılarına ancak hamuru en pişkin olanlar, imanı en güçlü olanlar, yüce Allah’ın vereceği ödüle en fazla göz dikenler ve insanlar eli ile gelecek çıkarları en çok küçümseyenler katlanabilirler.
Eğer davalar kolay ve sıkıntısız olsalardı, hep gül döşeli düz yollar boyunca ilerleselerdi, karşılarına düşmanlar ve muhalifler dikilmeseydi, önlerine yalanlayıcılar ve inatçı karşıtlar çıkmasaydı, o zaman herkesin dava adamı olması kolay olurdu, o takdirde gerçek dava ile batıl davalar birbirine karışır, bunun sonucunda belirsizlik ve kargaşa meydana gelirdi.
Fakat davaların karşısına düşmanların dikilmesi, bu davaların zaferi uğruna savaşmayı kaçınılmaz kılar. O zaman da acılar ve fedakârlıklar davaların yol azığı olurlar. Gerçek, ciddi ve inanmış dava adamlarından başka hiç kimseler böylesine zor günlerde savaşmazlar, mücadele etmezler, acılara ve fedakârlıklara katlanmazlar. Böyle zor günlerin dostları davalarını rahata, şahsi çıkarlara, dünya hayatına ilişkin amaçlara, hatta hayatın kendisine tercih eden kimselerdir. Bu yiğit müminler davalarının gerektirdiği durumlarda davaları uğruna can vermekten bile çekinmezler. Bu acı savaşın sıkıntılarına ancak hamuru en pişkin olanlar, imanı en güçlü olanlar, yüce Allah’ın vereceği ödüle en fazla göz dikenler ve insanlar eli ile gelecek çıkarları en çok küçümseyenler katlanabilirler.
“… Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler…” (Bakara, 2/217)
Bu savaş kızıştıkça hak dava ile batıl davalar birbirinden ayrılır, saflar berraklaşır, kimlerin güçlü, kimlerin zayıf oldukları açığa çıkar. İşte o zaman hak dava, girdiği sınavı başarı ile geride bırakan, inancının faturasını gözünü kırpmadan ödeyen kararlı taraftarlarının omuzlarında yoluna devam eder. Bu kimseler zaferin getireceği yükümlülükleri ve sorumlulukları üstleneceklerine güvenilebilecek kimselerdir. Onlar bu zaferin pahalı faturasını ödeyerek onu kazanmışlar, sadık ve fedakâr kişiler olarak, zafere giden yolun en ağır çilelerine göğüs germişlerdir. Geçirdikleri deneyler ve katlandıkları çileler, davalarını dikenler ve kayalıklar arasından nasıl ilerleteceklerini kendilerine öğretmiştir. Baskılar ve korkular, tüm enerjilerini ve güçlerini bilemiştir. Güç stokları artmış, bilgi birikimleri gelişmiştir. Bütün bu avantajlar kıvançta ve tasada, sancağını ellerinde taşıdıkları davaları hesabına hazine değerinde birer birikimdir…
Bütün bu gerekçelerledir ki, yüce Allah her peygamberin karşısına azılı günahkâr bir düşmanın dikilmesine meydan vermiştir, günahkârların hak davanın karşısına çıkmalarına izin vermiştir. Çünkü o zaman hak davanın savunucuları, günahkârlarla savaşa tutuşacaklar, başlarına ne gelirse gelsin yollarına devam edeceklerdir. Bu kavganın sonucu çok önceden planlanmıştır, bellidir, yüce Allah’a güvenenler bu sonucun ne olduğu konusunda hiç bir zaman kuşkuya düşmezler. Bu eğri-doğru kavgasının sonucu hakkı bulmak ve hak uğruna zafere ermektir.”
Günümüzde Afganistan’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Suriye’de, Mali’de… Kâfirler ile Müslümanlar arasındaki savaşın sebebi akidedir. Kâfirlerin müminlere yaptıkları katliamlar için çeşitli kılıflar bulmaları veya birtakım müslümanların! çatışmaların sebebini bazı gurupların aşırılıklarına bağlamaları ile meselenin uzaktan yakından alakası yoktur. Savaş, hak ile batıl, şirk ile küfür savaşıdır. Bir tarafta Hizbullah/Allah taraftarları diğer tarafta ise hizbu’ş-Şeytan/Şeytan taraftarları savaşmaktadır. Nitekim Allahu Teâlâ bu konu ile alakalı olarak: “İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tâğût yolunda savaşırlar. O hâlde, siz şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 4/76) buyurmaktadır. Yine ashabı Uhdud’un ateş çukurlarına atılması, Firavun’un iman eden sihirbazları öldürtmesi gibi olayların sebebi de yalnızca o şahısların Aziz ve Hamid olan Allah’a iman etmeleridir. “Onlardan, sırf, göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan, aziz ve hamid olan Allah’a iman ettikleri için intikam aldılar. Oysaki Allah her şeyi görür.” (Buruc, 85/8,9), “… Sen sadece Rabbimizin ayetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun…” (Araf, 7/126)
Rasulullah (sav) buyurdu ki; “Aç insanların yemek kabına üşüştükleri gibi yakında diğer milletler de sizin başınıza üşüşeceklerdir.
Dinleyenlerden biri: O gün bizim az oluşumuzdan mı böyle olacaktır? Deyince Rasulullah (s.a.v.): “Bilakis sizler o gün çok olacaksınız, fakat sizler sel üzerinde akıp giden çer-çöp gibi olacaksınız. Allah (c.c) düşmanlarınızın kalbinden sizden korkma duygusunu çekip alacaktır. Sizin kalbinize ise vehn sokacaktır” buyurdu. Yine dinleyenlerden biri: “Vehn nedir?” deyince Rasulullah (sav) “Dünyayı sevmek ölümden hoşlanmamaktır” buyurdu. (Ebu Davud, Ahmed bin Hanbel)
Cahiliyenin İslam’a olan bu düşmanlık ve kini ise her devirde çeşitli şekillerde kendini göstermiştir. Özü itibariyle değişmeyen düşmanlığın yansımaları da aynı olmuştur. Hz. Lut’a, Hz. İbrahim’e, Hz. Muhammed aleyhimu’s-salatu ve’s-selam’a yapılan düşmanlıkların aynısı günümüzde de onlara tabii olan müminlere reva görülmektedir. Bu düşmanlıkların yansımalarını şu başlıklar altında zikredebiliriz:
Sürgün: “Kavminin cevabı sadece: “Lut ailesini memleketinizden çıkarın; çünkü onlar (bizim yaptıklarımızdan) uzak kalmak isteyen insanlarmış!” demelerinden ibaret oldu.” (Neml, 27/56), “Kafir olanlar peygamberlerine dediler ki: “Elbette sizi yurdumuzdan çıkaracağız ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!…” (İbrahim, 14/13)
İstihza (Alay etmek): “Ne yazık şu kullara! Onlara bir peygamber gelmeye görsün, ille de onunla alay etmeye kalkışırlar.” (Yasin, 36/30)
Maddi baskılar: “Onlar: Allah’ın elçisinin yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler, diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar.” (Münafikun, 63/7)
Küfre teşvik: “Sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı isterler ki onlarla eşit olasınız…” (Nisa, 4/89)
Taviz vermek: “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (Kalem, 68/9)
Kuran’a düşmanlık: “İnkar edenler: Bu Kuran’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız dediler.” (Fussilet, 41/26) “Ayetlerimiz apaçık kendilerine okunduğunda, kâfirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Onlar kendilerine ayetlerimizi okuyanların neredeyse üzerlerine saldırırlar…” (Hacc, 22/72)
Savaş: “… Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler…” (Bakara, 2/217)
Bu ayetlerde kâfirlerin tevhid ehlini sürgün ettikleri, alaya aldıkları, madden baskı altına almaya çalıştıkları, küfre girmelerini istedikleri, taviz vermelerini –ılımlı İslam- bekledikleri ve Kur’an’a açıktan düşmanlık yaptıkları açıkça zikredilmektedir. Günümüzde de başımıza gelen sıkıntılar bunların benzerleridir. Bilmemiz gereken bu sıkıntıların ne ilk olduğu ne de son olacağıdır. Bize düşen bunları iyi öğrenip her türlü tedbirimizi almaktır ki başımıza bu belalar geldiğinde şaşırıp kalmayalım. Kâfirlerin bunları yapması normaldir. Çünkü Rabbimiz bunları bize haber vermektedir. Asıl garip olan Müslümanların şaşkınlık içine düşmesi ve dinlerini korumak için gerekli olan fedakârlığı yapmamasıdır.
Zulüm hiçbir zaman payidar olamamıştır. Gelecekte de olmayacaktır. Nitekim Rabb’imiz Kur’an’ı Kerim’de zalimler hakkında: “… Zalimleri mutlaka helak edeceğiz!…” (İbrahim, 14/13) buyurarak zalimlerin akıbetini bizlere bildirmektedir. Peki, ol demesiyle her şeyi değiştirebilecek Rabbimiz niçin bu zalimleri helak etmemektedir de bizim başımıza musallat kılmaktadır. Bunun başlıca iki sebebi vardır:
1) İmtihan: “Elif. Lam. Mim. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “iman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ant olsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. Yoksa kötülükleri yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü hüküm veriyorlar.” (Kasas, 28/1,4)
“Şunu bilin ki biz düşmanlarımızla sayı ve silahımızla savaşmıyoruz. Bizim onlara karşı savaşımızdaki en büyük silahımız bizim mümin olmamız günahlardan sakınmamızdır. Günahlardan sakınınız. Çünkü biz de onlar gibi günah işleyecek olursak, bizimle onlar arasında bir fark kalmaz, bu sefer onlar sayı ve silah üstünlüklerinden dolayı bize galip gelirler”
2) Zalimlerin azabının artması için süre: “İnkar edenler sanmasınlar ki, kedilerine mühlet vermemiz, onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak günahlarını arttırmaları için fırsat veriyorum. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Bakara, 2/178)
Yasin suresinde kavmini Hakka çağırdığı için kavmi tarafından öldürülen yiğidin kıssası da bizler için ibretler ile doludur. Allahu Teâlâ o kavim hakkında: “Ondan sonra, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, zaten indirecekte değildik. Sadece korkunç bir ses oldu, hemen sönüp gittiler. “ Dikkat etmemiz gereken burada öldürülen sadece yiğit bir müslümandır ve Allahu Teâlâ onun için o kavmi helak etmiştir. Helak etme şekli olarak ise Allahu Teâlâ biz onların üzerine bir ordu indirecek değiliz. Yani; “Kim onlar ki biz onlara bir ordu gönderelim. Onların işi basit bir rüzgârdır”. Bugün de yeryüzünde bırakın bir Müslüman’ı binlerce kardeşimiz hunharca öldürülmekte, işkenceler altında inletilmektedir. Rabbimiz dilerse onların hepsini ordularla değil bir rüzgârla yerle bir eder. Unutmayalım ki yerlerin ve göklerin orduları Rabbimizin emrindedir. O dilerse sebepleri stop ettirir, ol der ve her şey yoluna girer. Önemli olan bizlerin olaylar karşısındaki tavrıdır. Nitekim Kuran’a baktığımızda insanların bu tavırlara karşı iki sınıfa ayrıldığını görüyoruz.
Birinci sınıftaki insanlar Müslüman olduğu halde, imanı zayıflardan bir kısmı küfrün karşısında bizim duracak dermanımız yok diyorlar. Bunlar kâfir komutan Calut’un askerleri karşısındaki Müslüman komutan Talut’un askerleri arasındaki imanı zayıfların “… Bugün bizim Calut’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler…” (Bakara, 2/249) diyenlerin söylediğini tekrarlıyorlar.
İkinci sınıftakiler ise Talut (as) kıssasının devamında olduğu gibi “…Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar: “Nice az sayıda bir birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah (c.c) sabredenlerle beraberdir, dediler.” (Bakara, 2/249) âyetini kendilerine rehber edinenlerdir.
Mümine yakışan Allah (c.c)’ın en güçlü olduğuna iman etmesidir. “… Onlar kendilerini yaratan Allah (c.c)’ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi?…” (Fussilet, 41/15) Allahu Teala muhakkak ki dinini tüm dünyaya hâkim kılacaktır. “…Kafirler istemeseler de Allah (c.c) nurunu tamamlayacaktır…” (Tevbe, 9/32, 61/8) “(Resulum!) İnkar edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası kalınacak ne kötü bir yerdir!” (Ali İmran, 3/12) “Ey Muhammed! De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkumdur.” (İsra, 81)
Bu konudaki ayet ve hadisleri çoğaltmamız mümkündür. Bilmemiz gereken bizler sonu belli olan bir mücadelenin içindeyiz. Allahu Teala bizlere vaat ettiği gibi dinini bütün dünyaya hâkim kılacaktır. Bizler bu süreç içerisinde içinde bulunduğumuz halimizi, sorunlarımızı, açmazlarımızı her konuda olduğu gibi Allah ve Rasulune götürüp ona göre hal ve hareketlerimizi tanzim etmeliyiz. Bugün ümmet olarak içinde bulunduğumuz durumun sebebini peygamber efendimiz bizlere şöyle haber vermektedir:
1) Cihadı terk: “… Allah yolunda cihadı terk ederlerse, Allah onların üzerine öyle bir bela indirir ki tekrar dinlerine geri dönecekleri zamana kadar bu belayı üzerlerinden kaldırmaz.” (Ebu Davud, Ahmed bin Hanbel)
2) Dünya sevgisi ve ölüm korkusu: Rasulullah (sav) buyurdu ki; “Aç insanların yemek kabına üşüştükleri gibi yakında diğer milletler de sizin başınıza üşüşeceklerdir. Dinleyenlerden biri: O gün bizim az oluşumuzdan mı böyle olacaktır? Deyince Rasulullah (s.a.v.): “Bilakis sizler o gün çok olacaksınız, fakat sizler sel üzerinde akıp giden çer-çöp gibi olacaksınız. Allah (c.c) düşmanlarınızın kalbinden sizden korkma duygusunu çekip alacaktır. Sizin kalbinize ise vehn sokacaktır” buyurdu. Yine dinleyenlerden biri: “Vehn nedir?” deyince Rasulullah (sav) “Dünyayı sevmek ölümden hoşlanmamaktır” buyurdu. (Ebu Davud, Ahmed bin Hanbel)
Meselemizin belki de en önemli boyutu peygamber efendimiz tarafından bu hadisi şerifte beyan edilmiştir. Dünya sevgisi ve ölümden hoşlanmamak. Ümmet olarak yaşantımızı gözden geçirdiğimizde dünyanın bizlere ne kadar nüfuz ettiği ortadadır. Tabi ki dünyaya olan bağlılık arttıkça ahirete olan bağlılık da o nispette azalacaktır. Nitekim Allahu Teala: “Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı ediniyorsunuz?” (Şuara, 26/129) ikazı ile dünyaya fazla meyleden kavimleri uyarmıştır. Bizler de bu ikazı iyi kavrayıp dünya hayatımızı İslam gözü ile bir daha gözden geçirmeliyiz. Unutmayalım ki camdan evde oturanlar başkasının evine taş atamazlar.
3) İzzet’in yanlış yerde aranması: Müslümanların kâfirler karşısındaki bozgununun sebebi ne askeri, ne ekonomik ne de başka bir unsur değildir. Bunun en büyük sebebi imandaki noksanlık, izzetin ve yüceliğin kaynağını teşkil eden noktanın başka yerlerde aranmasıdır.
Geçmişte de Müslümanlar Tatar istilası, haçlı seferleri gibi işgallere maruz kaldılar ama hepsinden dimdik çıkmayı başardılar. Çünkü onlar İslam şeriatının bütün beşeri sistemlerden daha yüce olduğunu, beşeri nizamların batıl olduğunu, izzetin Allah, Rasulu ve müminlerin tarafında olduğunda bir an dahi olsa şüpheye düşmediler. Günümüzde ise batının gücüne hayran, kendi mirasından bihaber, İslam şeriatından gafil, beşeri nizamlara hayran nesiller izzeti batı ve dostlarının yanında aradıkça daha da zillete düştüler.
Allahu Teâlâ dinini hâkim kılacaktır. Önemli olan bizim görevimizi ifa etmemizdir. Her Müslüman bu konuda üzerine düşen vazifeleri yerine getirmek zorundadır. Vazifelerimizi kısaca küfre karşı manevi ve maddi hazırlık olarak iki başlık altında ele alabiliriz.
Manevi Hazırlık:
“… Müminlere yardım etmek bizim üzerimize bir haktır.” (30/47) Allahu Teala kitabında yardım edeceği insanları müminler olarak isimlendirmektedir. Bizler vaat olunan yardıma mazhar olabilmek için müminliğin gereken sıfatları ile donanmalıyız. Bu çerçevede her Müslüman kendini ilmen ve amelen geliştirmek için çaba sarf etmelidir.
Sahabenin savaş öncesi mücahitlere yaptığı şu tavsiye de reçete niteliğindedir: “Şunu bilin ki biz düşmanlarımızla sayı ve silahımızla savaşmıyoruz. Bizim onlara karşı savaşımızdaki en büyük silahımız bizim mümin olmamız günahlardan sakınmamızdır. Günahlardan sakınınız. Çünkü biz de onlar gibi günah işleyecek olursak, bizimle onlar arasında bir fark kalmaz, bu sefer onlar sayı ve silah üstünlüklerinden dolayı bize galip gelirler” yine Abdullah b. Revaha (ra), Mute’de Bizans Ordusunun çokluğunun görülmesi üzerine, neler yapılacağına dair istişarede bulunulduğunda şöyle demiştir: “Biz şimdiye kadar düşmanlarımıza karşı sayıca ve silahça üstün olduğumuz için hiçbir savaş kazanmış değiliz. Biz düşmanlarla inancımızın verdiği üstünlükle savaştık…” diyerek bizlere çözüm yolunu göstermiştir. Çözüm her hususta olduğu gibi ihlâslı ve takvalı olabilmektedir. Bizler takva silahı ile kuşanabilirsek -ki elde edilmesi en zor silah- küfrün tankı, topu, teknolojisi hiçbir işe yaramaz. Rabbimiz Ebabil kuşlarını gönderir, küfrü yerle bir eder. Nitekim Feth suresinde “And olsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.” (Feth, 48/18) Bu ayette Allahu Teala’nın müminlerden razı olması, onlara güven duygusunu vermesi ve feth müjdelemesi onların kalplerindeki niyeti bildiği ve bu niyetin halis olduğundan dolayıdır.
Maddi Hazırlık:
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz…” (Enfal, 8/60)
Dikkat etmemiz gerekir ki ayeti kerimede düşmanlık Allahu Teâlâ’ya izafe edilerek Allah’ın düşmanları olarak zikredilmektedir. Yani Allahu Teâlâ kendi düşmanlarına karşı ve ona düşmanlık etmeleri hasebiyle bizim düşmanımız olan kâfirlere karşı bizden güç hazırlamamızı emretmektedir. Peki, Allahu Teala hâşâ kendi dinini korumaya muktedir değil midir ki bizlerden böyle bir güç oluşturmamızı istemektedir. Allahu Teala’nın bizlere güç hazırlamamızı emrettiği bu ayeti kerimeyi kendinden bir önceki ayeti kerime ile birlikte düşünmemiz daha yerinde olacaktır. Enfal 59. ayeti kerimede: “Kâfirler yakayı kurtardıklarını sanmasınlar. Çünkü onlar bizi aciz bırakamazlar” buyurarak bizleri müjdelemektedir. Kâfirler bizi aciz bırakamazlar ama yine sizler kulluk vazifesi olarak gücünüz yettiği kadarı ile hazırlık yapın gerisini merak etmeyin. Allahu Teâlâ bizlere her zaman olduğu gibi merhametiyle muamele ederek alt taban koymayıp emri güç nispetiyle orantılamıştır. Dolayısıyla bunun alt tabanı yoktur. Her Müslüman gücü nispetinde hazırlık yapmalı bunun yollarını araştırmalıdır. Bizler gücümüzün yettiğini yerine getirirsek muhakkak ki Allah (cc) gücümüzün yetmediği hususlarda vaat ettiği üzere (29/69) bizim önümüzü açacaktır ve Allah katında mesuliyetimizden kurtulacağızdır.
“Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara “oturanlarla beraber oturun” denildi.” (Tevbe, 9/46)
Hepimizin bildiği gibi yapacağımız her iş için önce araştırma yapar akabinden onun için gerekli olan alt yapıyı hazırlar sonra o işe girişiriz.
Ayette de bu ifade edilmiştir. Serin gölgeliklerde yatıp Allah yolunda cihad için maddi ve manevi hiçbir hazırlık yapmayan kimselere Allah (cc) hiçbir zaman cihad imkânı nasip etmeyecektir. Nitekim atalarımızın namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz sözü de bu konuda oldukça manidardır.
Sonucu Merhum Şehid Seyyid Kutup, Tarihte Düşünce ve Metod adlı kitabındaki sözleri ile bağlayabiliriz: “Şundan hiç şüphe edilmesin ki, emperyalizm yapabileceklerinin tümünü yapmıştır. Kâfirler İslami hareketleri yok etmek için giriştikleri bu hummalı faaliyetleri ile aslında hakkından gelemeyecekleri güç yetiremeyecekleri nesli terbiye etmektedirler.
Kurtuluş gününün çok yakın olduğunda hiç şüphe yoktur. Şafak her halukarda sökecek, çok yakın bir gelecekte ufukta nur gözükecektir. Artık bu uyanıştan sonra İslam âlemi bir daha uykuya dalmayacak, bu dirilişten sonra bir daha asla yıkılıp yok olmayacaktır. Zira İslam âleminin helaki takdir edilmiş olsaydı, elbette bugüne kadar çoktan helak olurdu. Bunun yanı sıra mücadelesinde kendisine rehberlik eden akidesi de ölmeyecektir, çünkü bu akide kaynağını Allah’ın ruhundan almaktadır. Allah ise diri ve ölümsüzdür.“
Tüm İslam milletleri için yeryüzünde muayyen tek bir yol bulunduğu gün geçtikçe daha bir belirginleşmektedir. İslam milletlerinin izzet kazanması, içtimai adaleti sağlayıp emperyalizmin belalarından, azgınlık ve fesatlarından kurtulması ancak bu yol sayesinde mümkündür.
Önlerindeki tek çıkar yol budur, onlar için bundan başka ikinci bir yol bulunmadığında da şüphe yoktur. Müslümanlar kurtuluşlarını sağlayacak bu yoldan uzak kalamazlar. Bu yol Allah yolunda canlar ve mallar ile cihad etmekten başka bir şey değildir. Ve bunun için merhum M.A Ersoy’un dediği gibi: “Zevke dalmak şöyle dursun vaktimiz yok mateme”.
Bazı insanların iddia ettikleri gibi Cihad’ın günümüz realitesiyle çelişmesi ya da bu realiteye göre bu yolun Kızıldeniz’e doğru gitmesi bu yolun çıkmaz olduğu veya deniz ile kesileceği anlamına gelmez. Çünkü yol ilahi ise dağlar veya denizler bu yolu değil, bu yol dağları ve denizleri kesecektir. Şanı yüce Rabbimiz biz Müslümanlara bu yolu emretmişse, denizi uzaktan görünce akli endişelerle durmamız değil, nakli hakikatlerle denize doğru yürümemiz gerekir. Bu mutmainlikle yürüyüp ayaklarımız denize değdiği zaman, hiç kuşkumuz olmasın ki denize ayaklarımız değil, Musa (as)’ın asası değmiş olacak ve Kızıldeniz yarılacaktır.
Rabbim bizleri kendi dini uğrunda ihlâslı olarak cihad eden ve şehadet nimetiyle hayata gözlerini yuman salihlerden eylesin. (Amin)