İnsan Buralı Değil, Oralıdır!
İlk insan, gözlerini kendisine çok yabancı bir diyarda açtı bir gün. İlk yaratıldığı diyardan çok uzak, çok farklı bir diyardı orası. Hiçbir sıkıntının olmadığı bir yerden sonra böyle bir diyara gelmek, bu zorluğu tatmak imtihanın başlangıcıydı oysaki. En iyisinin, daha ötesinin olmadığı bir yerden, böyle bir yere gelmek ancak imtihan adıyla isimlendirilebilinirdi. Yazılan kader gereği, ilk insanın, yapılan bir hatanın akabinde ayak bastığı yerin adıydı “dünya.”
İlk insandan sonra her yaratılan aynı diyarda açtı gözlerini. Belki o günden bu güne kadar milyonlarca insan geçti o toprakların üzerinden. Ama bu dünyayı asıl yerine oturtmak veya oturtamamak, kuş bakışı incelendiğinde her dönemin sorunları arasında bulunuyordu. Herkes bir şekilde ayak basmak zorundaydı bu diyara. Ama nasıl bastığı, basarken hangi izi bıraktığı önemliydi. Çünkü insanı dünyaya göndermeyi murat eden Allah’ın, rastgele yaptığı bir işin olması mümkün değildi. İnsanın bu sorunu, ne içinde bulunulan dünyanın ne çizilmiş olan kaderin hatalı oluşundan kaynaklanıyordu.
İnsan bir işarete muhtaçtı. Mücadele etmek zorunda olduğu yer, tanımlanması güç olan bir yerdi çünkü. Kim bilir kaç yolcuya kucak açmış, çok geçmeden de onu bir metre toprağın altında bırakıp gitmişti dünya. Madem insandık, madem seçilmiş olduğumuzun belgesi olan mü’minliğimiz vardı, madem bir direniş gösterecektik bunun nasıl mümkün olduğunu bilmemiz gerekli değil miydi?
Başıboş olarak gönderilmediği bu hayattaki kulluk yarışında, insanın mücadele alanı hakkında tespit yapması şarttı. Sürüklenen onlarca insan gibi olmaktansa önce tanımalıydı dünyayı. Bugünkü insanlığın problemi, dünyada sürüklenip gitmenin kaçınılmaz oluşundan mıydı, yoksa insanın tanımadığı bu dünya karşısında bocalamasından mıydı?