Kanâat ve Bereket, Bitmez ve Tükenmez Bir Hazînedir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem, sahip olduğu kanâat ve yaşadığı zühd ve takvâ anlayışıyla, darlıkta olduğu gibi bollukta da aza kanâat eder ve asla hırs göstermezdi. Hem kendisi kanâatkâr olduğu gibi, akrabâsının ve ümmetinin de kanâatkâr olmasını ister ve biricik kurtuluşun bunda olduğu- nu öğütlerdi. Nitekim, başkalarına muhtaç olmayacak kadar olan bir rızkın ve bir geçimin çok daha hayırlı olduğunu bilen ve tavsiye eden Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, en yakın akrabâları hakkında Yüce Allah’a şöyle duâ ederlerdi:
“Allah’ım! Muhammed âilesinin rızkını yetecek kadar kıl.” (Buhârî, rikâk, 17)
Bazı hadislerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“İslâm’a erdirilip de, zarûrî ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde bir geçime sahip bulunan ve aynı zamanda kanâatkâr olan kimseye ne mutlu!” (Tirmizî, Zühd: 35)
“Az olup yeten, çok olup aldatandan daha hayırlıdır.” (el-Câmiu’s-Sağîr)
Allâh Rasûlü sallallahü aleyhi ve sellem’in örnek şahsiyetine hayrân olup her hususta Onun izinden gitmeye çalışan ve Onun bir sözünde veya bir fiilinde yüzlerce hikmetin bulunduğuna inanan gerek Ashâb Efendilerimiz gerekse onlardan sonra gelen ve insanlığın salâh ve felâha kavuşmasında rehberlik yapan büyüklerimiz, Onun bu kanâat noktasındaki anlayışını ve davranışını ve bu noktadaki dünyâya bakış tarzını kendi hayatlarına hâkim kılmadıkça, Ona gereği gibi ümmet olamayacaklarının idrâki içindeydiler.
Zâten onlar, Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem’i her hususta tam örnek alarak nebevî terbiye ile eğitim gördüklerindendir ki, bu ümmet içinde haklı bir teveccühe mazhar olmuşlar ve diğer insanlara fazîlet ölçüleri sergileyen kudsi rehberler olma derecesine yükselmişlerdir.
İşte dünyaya karşı gözleri gayet tok olan Ashâb Efendilerimiz, başka hususlarda olduğu gibi kanâatkâr olma noktasında da pek çok fazîlet örnekleri sergilemiş ve bütün âleme rehberlik yapmışlardır. Öyle ki, onların bu tutum ve davranışlarında, “neslin dünyaya bakış açısının istikâmet çizgisinde ayarlanması ve kanâatkârlık ruhuna sahip olarak eğitilmesi” sahâlarında, örnek olarak alınacak son derece etkili ibret dersleri vardır.
Evet Yüce Allah’ın sonsuz hoşnutluğunu kazanmak için dünyaya âit olan fâni şeyleri asıl maksat yapmayıp sadece bir vâsıta olarak kullanan kimseye, dünya hizmet eder ve sürekli olarak onun yardımına koşar. Ama Yüce Allah’a değil de; dünyaya hizmet etmeye kalkışan kimseye gelince, dünya onu zilletler içerisinde süründüre süründüre ve onun burnunu hakâretler içerisinde sürte sürte kendi hizmetinde kullanır.
İşte başta Ashâb Efendilerimiz olmak üzere bütün büyüklerimiz, “Kanâat, bitmez ve tükenmez bir hazînedir.” gerçeğini çok iyi bellediklerindendir ki, çalışma noktasında değil de; tama ve hırs noktasında, yani kalblerinde dünyaya hiç değer vermiyorlardı. Çünkü onlar, mutlak saâdetin hem rûhî hem de cismânî lezzetleri elde etmekle mümkün olduğunu ve böyle bir saâdetin ise dünyada değil; ancak Cennet’te olacağını gayet iyi biliyorlardı.
Hem bundan dolayıdır ki Ashâb Efendilerimiz, seçkin bir haslet olan îsâr hasletine, yani kendisi muhtâç olduğu hâlde, ihtiyaçlar içerisinde bulunan bir din kardeşini gördü- ğünde, nefsinden ve çıkarlarından ferâgat ederek mü’min kardeşinin ihtiyacını gidermeyi daha önemli görme yüce ruh hâletine sahip oluyorlar, sahip oldukları imkânlarını muhtaç olan birine devredebilme fazîletini gösteriyorlar ve bu hususta top yekun bütün insanlığa güzel örnek oluyorlardı.
Hırs zilletinden kurtulup yücelen bir ruh, kanâatle dona- tılıp zenginleşen bir kalb ve sûrî güzelliklere aldanmayıp haki- kate eren bir akıl, dünyevî endişe ve korkulardan emin olur ve bu derece kemâle eren bir mü’minde elbette ki fânî hazların ve maddi zevklerin câzibesi olmaz.
Nitekim, Hazret-i Ömer (r.a.)’in halîfeliği zamanında Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedildi ve İran toprakları baştanbaşa İslâm Devleti’nin sınırlarına dâhil oldu. Derken Bizans ve İran’ın zengin hazîneleri İslâm dünyâsının merkezi olan Medîne’ye akmaya başladı. Mü’minlerin refah seviyesi ziyâdeleşti. Fakat halkın bu yüksek refah seviyesine, devletin bu ihtişamlı durumuna ve hazînenin zenginliğine rağmen, mü’minlerin halîfesi olan Hazret-i Ömer (r.a.), bir gönül adamı olarak müstağnî kalıyor, dünya debdebesi ve saltanatı gözünü hiç kamaştıramıyor, gönül rahatlığıyla halkın önüne geçiyor ve yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Hattâ bazan borçlanıyor ve sıkıntılar içinde hayâtını sürdürüyordu. Çünkü o, milletin malını şahsî işlerinde kullanmadığı gibi, hazîneden de ancak yetecek kadar bir maaş almayı tercih ediyordu.
Ashâbın ileri gelenleri, halîfenin bu hâline daha fazla dayanamadılar ve onun nafakasını artırmayı düşündüler. Bu- nun için de Hazret-i Hafsa Vâlidemize başvurdular ve bu tekliflerini isimlerini vermeden babasına arz etmesini istediler.
Hazret-i Hafsa (r.a.), Ashâb-ı Kirâm’ın bu samimi tekliflerini babasına açtığında; Allah Rasûlü sallallâhü aleyhi ve sellem’in gün boyu aç kalıp da karnını doyuracak bir tek hurma bile bulamadığı günlere şâhid olmuş olan Hazreti Ömer (r.a.), kızı Hz. Hafsa’ya şöyle bir soru yöneltti:
“Kızım! Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in yemede, içmede ve giyinmedeki hâli nasıldı?”
Hazret-i Hafsa Vâlidemiz de,
“Ancak yetecek derecede idi.” cevabını verince, Hazret-i Ömer (r.a.), sahip olduğu yüksek kalbî şuurunun ve yüce ruh olgunluğunun eseri olarak sözüne şöyle devâm etti:
“İki dost (Hazret-i Peygamberle Hz. Ebû Bekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Hz. Ebû Bekir) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak bana gelin- ce, ben de o biricik dostlarıma selâmetle bir an önce ulaşmak üzere yola çıkmış bulunan bir kimseyim. Eğer sırtıma fazla yük alır ve öyle yola çıkarsam onlara yetişemem. Ey kızım! Sen, benim bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”
Hâsılı, tamahkârlık ve hırs ciddî bir fakirlik ve bir zillettir. Kanâat ve bereket ise başlı başına bir servet ve bir zengin- liktir. Hem maksûda zamanında erenler, yükleri az olanlardır. Yükleri çok ve ağır olanlara gelince, onlar maksutlarına ya hiç eremezler veya erseler bile çok geç ereceklerdir.