Taviz Değil Azimet
“Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Sakın alabildiğine yemin eden, aşağılık olana tabi olma.” (Kalem Suresi 68 / 9-10)
Müslümanların güç ve kuvvet bakımından en zayıf dönemi yaşadıkları bir zaman diliminde dahi, Hz. Resulullah(sav) ve bir avuç ashabının kararlı ve azimkâr duruşu karşısında Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinin ne kadar aciz ve çaresiz kaldıklarını bu ayet-i kerime en canlı ve en parlak bir şekilde resmediyor. O günün Mekke toplumunun aristokrat takımından olan Velid b. Muğire, Ümeyye b. Halef, As b. Vail, Süheyl b. Amr ve diğerleri Hz. Resulullah(sav)’a gelip, dinlerine / ilahlarına ve inançlarına karşı biraz daha yumuşak ve müsamahakâr davranması durumunda, kendilerinin de ona ve dinine karşı çok daha toleranslı ve anlayışlı davranacaklarını, aralarında cereyan eden gerginlik ve çatışmaların son bulacağını bildiriyorlardı.
Hz. Resulullah(sav)’a gelen bu zevatın tek isteği, Hz. Nebi(sav)’nin verdiği tevhid mücadelesinde, Mekke’de cari olan şirk ve putperest sisteme ve o sistemin temel dinamiklerine saldırmaması, küçümseyip tahkir etmemesi ve bu taban tabana zıt iki inancın Mekke toplumunda beraber ve yan yana yaşamasının sağlanılması, bu istikamet doğrultusunda kendilerince makul bir anlayış ve yapının oluşturulması idi. Daha tanıdık bir deyimle hoşgörülü ve uzlaşmacı bir yaklaşımın oluşturulmasını istiyorlardı.
Ancak dinin yegâne sahibi ve mutasarrıfı olan Zat-ı Zülcelâl, onların bu taleplerini geri çeviriyor ve İslam dininin temel ilkelerinden asla taviz verilemeyeceğini ferman buyuruyordu. Eğer beşer olarak bu iş bize bırakılsaydı belki bu tür tekliflere abanır ve pek de makul ve cazip bir teklif olarak görebilirdik. O günün zor şartlarında ortamı yumuşatma ve daha çok eziyet ve sıkıntılara maruz kalmama adına bu tür teklifler olumlu karşılanabilirdi. Zira insanoğlu tıynet olarak zayıf, aceleci ve sabırsızdır. Daha çok sıkıntı ve zahmetlere maruz kalmamak için böylesi bir cinlik yapabilirdi… Fakat unutmamak gerekir ki, dinin mutlak sahibi insanlar değil Allah Azimüşşandır. Bu konularda mutlak tasarruf sahibi olan O’dur. Haliyle din konusunda esas belirleme ve sınır koyma yetkisi de o Yüce Zatındır.
Ayet-i kerime kesin bir dille bu tür yaklaşım ve anlayışları red edip mahkûm etmektedir. Görünüş itibariyle -bir de nefse hoş geldiği için- sözüm ona dava için faydalı ve yararlı olan bu tür karşılıklı tavizlerin “hiç kaçırılmadan değerlendirme anlayışı” Kur’an ve sünnet perspektifinde analiz edildiğinde, kesinlikle merdut olduğu apaşikâr bir şekilde görülecektir.
Bu tür teklifler, hatta büyük tehditler karşısında bile önderler serveri ve hidayet rehberi Efendimiz Hz. Muhammed(sav)’in cevabı: “Allah(cc)’a yemin ederim ki, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar ve benden bu işi terk etmemi isteseler, Allah(cc) bu dini galip kılıncaya veya ben bu yolda yok oluncaya kadar onu katiyen terk etmem!” (Siret-i İbn-i Hişam) şeklinde idi.
İşte üsve-i hasenemiz ve biricik rehberimiz Hz. Resulullah(sav)’ın bu tür şeytani ve habis plan ve teklifler karşısındaki tavır ve duruşu bu kadar açık, net ve kesindi. Gerek akide, gerek ibadet ve gerekse de muamelat konusunda tavizsiz ve kesin kararlı idi. Şüphesiz en iyisini bilen Allah(cc) ve Onun Resulüdür. Biz İslam ümmetine düşen ise, ifadelerimizde sık sık tekrarladığımız “Allah ve Resulü daha iyi bilir” deyişini pratiğimize aktarmaktır.
İslam düşmanı kâfir ve mülhitlerin sunmakta oldukları -göz yaşartan(!)- imkân ve olanakların perde gerisinde sayısızca tuzak ve desiselerin bulunduğu muhakkaktır. Kâfirlerin İslam’ a ve Müslümanlara karşı kin ve nefretle dopdolu olduklarını, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Resulullah(sav)’ın hadisleri sarahaten bildirmektedirler. Bu sadık haberlerle beraber onların bu kin ve nefretlerini, işlemiş oldukları katliamlardan da müşahede etmekteyiz. Bütün İslam bölgelerinde bu kıyımlar işlenmektedir.
Müslümanlara karşı bu denli ölüm kusanlar, bu kadar zalim ve gaddar olan bu güruhlar, nasıl oluyor da Müslümanların hayrına olacak imkân ve olanakları sunuyorlar! Bin düşünüp, ondan sonra bir adım atmak lazım. Üstelik Müslümanlara karşı bu kıyım ve katliamlara imza atanlar ehl-i kitap olan zümrelerdir. Bunların inanç ve hayat felsefeleri ne kadar tahrif ve tağyir de edilmiş olsa, yine de vahyin kırıntılarının eserleri vardır. Peki, semavi vahiyden, onun değer ve mukaddesatından, kültür ve öğretisinden zerre miktarı nasip almamış putperest ve ateist güruhların Müslümanlara besledikleri kin, nefret ve düşmanlıklarının ne derece şiddetli ve tasavvur sınırını aştığını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Onların Müslümanlara karşı püskürttükleri kin ve nefret lavları, içlerinde feveran eden volkanik lavların küçük bir versiyonudur. Ey kâfir putperestler “öfkenizle geberiniz!” Hal böyle iken bu gayz ve öfke dolu edna mahlûkların, Müslümanlara müsamahakâr davranacaklarını ve onların icra-ı faaliyette bulunmalarına fırsat ve imkân sunacaklarını düşünüp onlara kanmak saflıktan öte bir şey değildir.
Üstad Bediüzzaman’ın o veciz ifadesiyle “zındıka taifesi”nin tatlandırıp sunduğu hayat kurtarıcı(!) ilacın karışımında ölüm etkisi yapacak yılanların zehirinin olduğu aşikârdır. Dünya ve ahiretimiz için bengisu diye yutturmaya çalıştıkları şeyin ne kadar öldürücü ve tahripkâr olduğu bu örnek bile tek başına ortaya koymaktadır. Gerçi hepimiz şuhud âleminde bütün bu hazin manzaraları seyretmekteyiz.
Kur’an-ı Kerim okuyucusunun sık sık karşılaşıp telaffuz ettiği; ‘ela (dikkat edin)’ sözcüğü ne kadar manidardır. Müslümanlar olarak bu ikaz-ı ilahiyi idrak edip gereğini yapmaya ne kadar muhtacız. Özellikle günümüz dünyasında İslam düşmanı toplulukların önümüze koyup beğenimize sundukları, ancak içi hile ve tuzaklarla dolu entrikalara karşı ne kadar da dikkatli ve uyanık olmamız icap ediyor. “İnsan hakları, sivil toplum kuruluşları, kendini ifade etme özgürlüğü” gibi yaldızlı sözler ve iştah kabartıcı sözcükler ve oluşumlar… Bunların hepsi şeytani plan ve desiselerinin bir yansımasıdır. Şeytan ve taifesinin insanoğluna karşı merhamete geçtiğini, şeytanlık ve iblisliklerinden vazgeçtiklerini kim iddia edebilir ki…
Şu hakikat kesindir ki, müslümanların gücü ve kuvveti olmazsa, yani “kitap ve mizanın yanında mutlak surette hadid” olmazsa İslam düşmanları yaptıkları zulüm ve icraatlarda Müslümanları hesaba bile katmazlar.
Allah(cc)’ın; “Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür” (Al-i İmran Suresi: 118) ferman-ı ilahisi, düşmanlarımızın hoşgörü ve merhametini (!) açık ve seçik bir şekilde ortaya koymaktadır.
Hakikaten İslam ümmeti olarak Rabbimizin bu tür ikaz ve uyarılarına kulak verip gereğini yapmaya ne kadar çok muhtaç ve mecburuz.
Peygamberler ve onlara tabi olan Müslümanların siretine baktığımızda, onların hayat ve mücadelelerinde azimet ve kararlılığın öne çıktığını gün ışığı gibi görürüz. Bu kararlılık ve azimet özellikle Hz. Resulullah(sav) ve onun Ashabının mücadele hayatında daha belirgin bir şekilde gün yüzüne çıkmaktadır. Onların mücadele seyrinde en küçük bir zikzak ve yalpalanmanın eserini görmek mümkün değildir. Onların Rabbül Âleminin gösterdiği istikamet üzeri sabır ve metanetle yürüdüklerini görürüz. Her türlü sarsıcı zahmet, sıkıntı ve eziyetlere maruz kalmalarına rağmen, en küçük bir şikâyette bulundukları ve gevşekliğe meylettiklerini görmek mümkün değildir.
Habbab b. Eret (ra): “Hz. Resulullah(sav) Kâbe’nin gölgesinde hırkasını yastık yapmış uzanıyordu, durumumuzdan şikâyetçi olduk ve ‘bize yardım isteyemez ve bizim için Allah(cc)’a dua edemez misin?” dedik. O da ‘sizden öncekilerden bir kimse için yerde çukur kazılır, içine konulur, bir testere getirilerek başından ikiye bölünürdü yine de bu onu dininden döndüremezdi. Demir taraklarla taranıp etinin altındaki kemik veya sinirleri çıkarılırdı yine bu onu dininden döndüremezdi. Allah(cc)’a yemin olsun ki bu iş (İslam daveti) gerçekleşecek hatta bir yolcu Sana’dan Hadramevt’e Allah(cc)’tan başka kimseden korkmadan (güven içerisinde) yürüyecek yahut yalnız koyunlarına kurdun saldırmasından korkacak; ancak siz biraz sabırsızlık yapıyorsunuz’ buyurdu” demiştir. (Buhari)
Hz. Peygamber(sav)’in Ashabına karşı pek merhametli olduğu ve onlara çok düşkün olduğu muhakkaktır. Mevcut sıkıntıların hafifletilmesi için eğer Rabbine münacaatta bulunsa idi, Rabbinin onun talebini geri çevirmeyeceği bir hakikattir. Buna rağmen; “…O size pek düşkün, Mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir” (Tevbe S: 128) vasfıyla tavsif edilen Hz. Resulullah(sav), Ashabına sabrı tavsiye ediyor ve başlarına gelen bunca zahmet ve sıkıntıların sünnetullahın bir neticesi olduğunu hatırlatıyordu. Evet, sünnetullahın bir neticesi…
Kuşkusuz Müslümanların başına gelen bela ve musibetler Allah(cc)ın bilgisi ve Onun izni dâhilinde gerçekleşir. Üstelik Rabbimiz başımıza gelen zahmet ve musibetleri bizim için “hayır ve güzellik” olarak ifade buyurmaktadır. Hal böyle iken Müslümanların dava yolunda karşılaştıkları zorluklardan dolayı şikâyet etmeleri ve hatta Allah korusun İslam’ın ve Müslümanların izzetine ve şe’nine yakışmayacak yollara tevessül etmeleri sünnetullaha uygun olur mu? Elbette hiçbir Müslüman kâfir ve mülhitlerden taraf kendilerine eziyet ve sıkıntıların isabet etmesini arzu etmez ve hatta etmemesi de gerekir. Ancak bu mübarek ve şerefli yolda eziyet ve zorluklara maruz kalındığında ise sabredip sebat gösterilmesi gerekir…
Aslında Müslümanlar ve Kur’an-sünnet talipleri olarak bu kutlu yolda karşılaşacaklarımız konusunda hiç de yabancılık çekmememiz ve maruz kaldığımız şok dalgaları karşısında şaşkınlık yaşamamalıyız. Zira Rabbimiz bu konuda bizi iyi terbiye etmekte ve bu serencamlar konusunda bizleri hazırlamaktadır.
“Sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu.” (Bakara Suresi: 214)
Allah(cc)ın en sevgili kulları olan peygamberler bu mücadele yolunda bu kadar sarsılmış ve belalara maruz kalmışlarsa, onların takipçileri olan biz müslümanların da bu tür sarsıntılara karşı hazırlıklı ve sebatkâr olmamız, belalar ve musibetler belirdiğinde, izzetimize yakışmayacak mazeretlerin arkasına sığınıp basitliklere tevessül etmememiz gerekir.
“Azgınlar çetesi kartal kesildi
Bizse, zincirlere vurulmuş köle gibiyiz
Kölenin zincire boyun bükmesidir, hor, hakir
Yoksa demirin ona vurulması değildir”[