* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: GÖNÜL BAĞIMIZ KOPMASIN  (Okunma sayısı 1953 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
GÖNÜL BAĞIMIZ KOPMASIN
« : Mart 23, 2018, 02:21:07 ÖÖ »
Gönül Bağımız Kopmasın

O.

Rasulullah.

Allah’ın elçisi.

Peygamber.

Kutlu mesajın taşıyıcısı.

Efendimiz.

Hayatımızın ufuk çizgisi. Hep kendisine koştuğumuz. Yaklaştıkça önümüze yeni insanlık ufukları koyan. Ömür boyu O (s.a.v.) olmak için koşacağımız.

Önderimiz.

Rehberimiz.

Yol klavuzumuz.

Gönül ışığımız.

Çerağımız.

Siracı münirimiz.

Allah’a çağıranımız.

Arındıranımız.

Hikmetle buluşturanımız.

Hazreti Muhammed.

Sallahü aleyhi ve sellem.

......

Gönül bağımız kopmasın!

Gönül bağı.

Sufilerin “Rabıta” dediği şey.

İçinde yaşadığımız bütün şartları aşıp, gözümüzü, elimizi, ayağımızı, dimağımızı ve gönlümüzü dünyevi alakalardan koparıp, aynı iklimi teneffüs etmeye yöneldiğimiz bir ruhi kıvam hali.

Bir hal transferi iklimi.

Bir gönül sofrası. Bir hasret şöleni. Bir vuslat şöleni. Arayı arayı izini bulma, izinin tozuna yüzünü sürme gayreti.

Gönül bağı.

Kendine güzellikleri taşıma atmosferi.

Özleme, arama, onu boy aynası olarak gördüğünde, ya da yanyana durduğunda kendindeki eksikliği farketme, hal transferine müsait bir ruh kıvamına yönelme ve bebeğin anneden süt emmesi gibi arı - duru şahsiyet ölçüleri taşıma.

Rasulullah (s.a.v.) ile gönül bağımızdan bahsediyoruz.

“Gönül bağımız kopmasın” diyebilmemiz için önce bir bağımızın olması lâzım.

O’nun bizim için özel bir anlamının bulunması lâzım.

Elini tutuyor olmamız lâzım.

Bağımızın farkında olmamız lâzım.

Elimizin O’nun elinin içinde olması lâzım.

“Rasulullah bizim neyimiz olur?” sorusunun tereddütsüz cevabı “Hayat rehberimiz” olması lâzım.

Sonra bağımızın gönül bağı olması lâzım.

Mekanik bir bağ değil yani.

İçimizde hissettiğimiz, kılcal damarlarımıza kalbimizden kan pompalanır gibi, hayatımızın en kuytu alanlarına ulaşan bir hayat iksiri gibi... Candan aziz tutulacak bir varlık halinde.

Sonra, kopma kaygısı taşımamız lâzım.

Dünyaya bakmamız, kendimize bakmamız, bir vahşi cangılın içinden geçiyor gibi, ins ve cin şeytanlarının oluşturduğu günah badirelerini aşarak, gözlerimizdeki – gönüllerimizdeki perdeyi kaldırarak, kulaklarımızı O’ndan gelen sesleri duyacak ölçüde kirlerden ardındırarak, ellerimizin kirlenmemesine, O’nun elini tutacak nezahette olmasına itina ederek, ayaklarımızın O’na varmasına mani olan prangaları sökerek, tuzakların farkına vararak, yere kapaklanmamak için her türlü hassasiyeti kuşanarak...

“Ya düşersem” diye bir yürek çarpıntısı ile, “Ya yolda kalırsam” diye titreyerek, “Ya yeryüzünü kaplayan bu Şeytan cangılında her parçam bir yere savrulursa” diye içimizi kavuran bir kaygı ile, O’ndan kopuşu, hayat damarlarımızın kesilmesi ile eş tutarak...

Daha sıkı sarılmamız lâzım ellerine. Yüreklerimizi daha derin bağlarla merbut hale getirmemiz lâzım.

Asla kopmamalıyız, kopmamalıyız, kopmamalıyız.

Gönül bağımızı zayıflatmamalıyız. Ve kopma riskine sürüklememeliyiz.

Gönül bağını diri tutabilmek ise, bir gönül eğitimi meselesidir.

Onu başarmamız lâzım öncelikle.

Öyle bir gönül mektebinin içinde olmamız lâzım.

Sufiler, “Rabıta” eğitimi ile, insanı hep bir iyiler, salihler, sadıklar, Allah dostları, Peygamber yaranı ile içiçe, yanyana, aynı halkada, aynı iklimde, aynı kalb sofrasında, aynı aynileşme potasında, aynı hal transferi ameliyesi içinde bulundurmaya gayret ediyorlar.

Bu eğitim süreci içinde kalbler sanki Rasulullah sallalahü aleyhi ve sellemin muazzez kalbine raptoluyor, oradan süt emiyor, oradan asırları, nesilleri aşan tam bir kalb yolculuğu ile bizim kalblerimizi besleyen bir ana kaynak haline geliyor.

Böyle bir insan, kalbinin farkında olan insandır, kalbini yoğurma azmi taşıyan insandır, kalbin “Allah zikri”nin hakim olduğu bir iklimde en sıhhatli şekilde yoğrulabileceği bilgisine sahip olan insandır.

Böyle bir insan, Allah Teala’nın insanın, hatta tüm alemlerin önüne üsve-i hasene, en güzel örnek, rahmet önderi olarak koyduğu Hazreti Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemi gözünden asla ırak tutmayacağı bir çerağ olarak görür ve gözünü, gönlünü O’ndan ayırmamaya gayret eder. İzi kaybetmemeye, şaşırmamaya, başka izlere yönelmekten kaçınmaya itina eder.

Fuzuli Su Kasidesi’nde ne der?

“Hâk-i payine yetem der ömrlerdir muttasil

Başını taştan taşa urup gezer avare su”

Su, O’nun ayağının tozuna erişebilmek için ömürler boyunca başını taştan taşa vurup gezmektedir.

O su gibi olmak.

Ya da Hazreti Mevlana gibi;

“Canını hak-i reh-i Muhammed-i muhtar olma”ya adamak...

Bütün bunlardan sonra sıra, gönül bağımıza bakmaya geldi. İrtibatlar sağlam mı Rasulullah ile? Bütün farklı irtibatlarımız, O’na olan bağlılığımız ile ahenk arzediyor mu?

Ne dersiniz, O’nun yetiştirdiği ve O’nun muazzez şahsiyetinden en çok güzellik taşıyan ilk İslam nesli ile, mesela Hazreti Ebubekir ile yanyana durduğumuzda ayniyetlerimiz ne kadar, farklarımız ne kadar? Ne dersiniz, ne kadar var bizde Rasulullah’ın izdüşümü?

“...Sen onların içinde iken, Allah onlara azap edecek değildi.” (Enfal, 33)

İçimizde Allah Rasulü’ne bağlılığı hep diri tutmak, farkları en aza, en aza indirme gayreti içinde olmak ve Rabbin azabından kurtulup, rahmetine sığınmak...

Dünya imtihanını başarmak.

Rabbimiz başarmayı nasib etsin.

Amin.

Ahmet Taşgetiren.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Ynt: GÖNÜL BAĞIMIZ KOPMASIN
« Yanıtla #1 : Mart 23, 2018, 02:26:43 ÖÖ »
Derya Gönüllü Olmak

“Güzel ahlaklı, geniş yürekli, derya gönüllü ol.”

Bu sözü, Altın Öğütler isimli eserimizi hazırlarken, Muhammed Ebu Zehra’nın “Ebu Hanife” isimli kitabından almış, ve kitapta o bölümün başlığına koymuştuk. Bu söz, Ebu Hanife’nin talebesi Yusuf b. Halid Semti’yi Basra’ya gönderirken ona verdiği öğütlerden ibaretti. Bir mü’minin “insan ilişkileri” çerçevesini oluşturmaktaydı. Ebu Hanife Hazretleri, “Derya gönüllü olmak ne demek, bu sözün içi nasıl dolar?” sorusuna da cevap veriyordu.

Altın Öğütler kitabımızda ayrıca Ebu Hanife’nin öğütlerinin daha geniş bir kısmı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname’sinden alınarak da sunulmuştur. Biz burada, Muhammed Ebu Zehra’nın Ebu Hanife kitabında yer verdiği bölümü sizlerle paylaşacağız. Hazret talebesine şunları tenbih ediyor:

“Bilmiş ol ki, insanlarla iyi geçinmezsen onlar sana düşman kesilirler, velev ki anan baban bile olsa senden hoşlanmazlar. Akrabandan olmayan bir cemaatle iyi geçinirsen sana ana baba olurlar.

Şimdi gözümün önünden şöyle geçiyorsun: Basra’ya gidiyorsun, onlara muhalefete başlıyorsun, aralarına karışmıyorsun. Sen onları terkediyorsun, onlar da seni terkediyorlar. Sen onlara sövüyorsun, onlar da sana. Sen onları dalâlette addediyorsun, onlar da seni dalâlette sayıyorlar. Böyle yaparsan bu hem sana, hem bize bir leke olur.

Onlardan kaçmak istersin. Bu akıl işi değildir. Zira hoş geçinmek gereken yerde müdârât yapmayan akıllı sayılmaz...

Basra’ya girdiğin zaman insanlar seni karşılar ve ziyaret ederler. Senin kadrini bilirler.

Herkese mertebesine göre itibar et. Şeref ehline ikramda bulun, İlim ehlini büyük tanı. Üstadlara hürmet göster. Gençlerle latife yap. Avamla yakından görüş. Facirlere müdârât göster. Hayırlı kimselerle arkadaşlık yap. Sultana lakaytlık gösterme. Kimseyi hakir görme. Mürüvvette kusur etme, sırrını kimseye açma.

Denenmedikçe kimsenin dostluğuna güvenme.

Alçak ve hasis olan kimseyle dost olma.

Sefihlerle düşüp kalkma. Hoş geçin.

Sabırlı ve mütehammil ol.

Güzel ahlâklı, geniş yürekli, derya gönüllü ol.

Elbisen temiz ve yeni olsun.

Binek atın iyi olsun.

Güzel kokular kullan...

Yemek yedirmekte çok cömert ol, herkesi doyur, bahil ve cimri kimse asla başa geçip efendi olamaz.

Halkın ahvalini araştırıp öğrenen adamların olsun.

Bir fitne ve fesat duydun mu onu ıslaha koş. Bir yerde salaha yüz tutmuş iyi işler duydun mu onları da arttır.

Seni ziyaret edenleri de, etmeyenleri de sen ziyaret et.

Sana ister iyilik yapsınlar ister kötülük, sen herkese daima iyilik yap. Her vakit iyilikte bulun.

Affet, bazı şeylere gözyum.

Sana eziyet veren şeyi terket, hakkı yerine getirmeğe çalış.

Arkadaşlarından hastalananları kendin ziyaret et. Göremediklerinin ahvalini soruştur. Sana gelmeyenlerle sen alakadar ol...

Elinden geldiği kadar insanlara sevgi göster. Herkese selâm ver, isterse aşağı kimseler olsun.

Başkalarıyla bir mecliste toplanır veya bir mescitte beraber bulunur da aranızda bazi mes’eleler münakaşa edilirse ve senin bildiğine muhalif birşey söylerlerse sen onlara muhalefet gösterme. Şayet sana da sorarlarsa onların bildiği gibi haber ver, sonra bu hususta şöyle şöyle başka kavil de vardır, delili de şudur, diyerek kendi bildiğini söyle, böylelikle seni dinlerler ve senin ilimde dereceni anlarlar. Eğer bu kimin kavli diye sorarlarsa bazı fukahanın kavli de. Bu hal böylece devam ederse alışırlar, senin kadrini bilirler ve senin mevkiin yükselir.

Sana gelenlerin hepsine bir nevi ilim göster, her biri senden bir şey bellemiş olsun. Onlara kıymetli bilgiler ver, ehemmiyetsiz şeylerle uğraşma. Onlarla arkadaş gibi ol. Hatta bazan şaka yollu latifeler bile yap. Zira dostluk ve samimiyet ilme devamı sağlar. Onlara ara sıra yemek yedir, onların hacetlerini gör. Kadirlerini bil. Kusurlarına göz yum.

Onlara yumuşak davran, hoş muamele et. Onlardan hiç birine can sıkıntısı ve bezginlik gösterme. Kendini onlardan biri imiş gibi tut..

İnsanlara onların yapmağa alışık olmadıkları birşeyi teklif etme. Onların beğendikleri şeyi sen de beğen. Onlara daima iyi niyet göster. Doğruluk yap. Kibiri bir yana bırak. Sana gadir etseler de sen sakın gadretme. Sana hiyanet etseler de sen emaneti yerine getir. Vefadan ayrılma. Takvaya sarıl. Her din erbabına muaşeretleri veçhile muaşerette bulun.”

Hani bir söz var ya:

İslam alimlerinin bütün kitapları bir kitabı anlamak içindir, diye. Bu sözü şöyle çoğaltabiliriz: İslam alimlerinin bütün sözleri de, O kitaba şerh – tefsir ve Rasulü Ekrem’in üsve-i hasene vasfını tasvir niteliğindedir. Belki şunu da söyleyebiliriz: Mü’minin İslam şahsiyetini kuşanma gayretlerinin tamamı, Allah Rasulü aleyhissalatü vesselamın güzelliklerini hayatına taşımaktan ibarettir.

Şu ayet, Uhud Savaşında Rasulü Ekrem (s.a.v.) ile sahabe-i kiram arasında savaş müzakereleri sırasında ortaya çıkan bazı farklılaşmalar üzerine inzal buyurulmuştur:

“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmran, 159)

Rasulullah orada peygamberdir, devlet başkanıdır, komutandır. Rasulullah’ın risalet hayatının belki de en çetin safhasının yaşandığı yer olan Uhud’da bu üç vasıf da kendi muhtevasıyla devreye girecektir. Görüyoruz ki o muhteva “Allah’ın rahmeti” ile buluşmak, onun sonucu “yumuşak davranmak, affetmek”tir ve o davranışın da özünde “kaba ve katı yürekli olmamak” vardır. Hangi meselede ve hangi seviyede olursa olsun yönetilen kimselerle istişare bu “yürek vasfı” ile yapılacaktır. Ayetin sonundan anladığımıza göre bu yürek vasfının özünde de “karar ve azim” süreçleri en iyi şekilde işledikten sonra “Allah’a tevekkül hassasiyeti” bulunacaktır. “Allah’a tevekkül hassasiyeti” ise, insana “Her şeyi kendi kudretinle çözebilecek güce sahip değilsin, her işte Allah’ın nihai kudretini ve belirleyiciliğini unutma, onun için büyük – küçük her türlü kararın nihai hükmünü Allah’a bırak ki, O’na teslimiyetin ecrini, bereketini bulasın” bilincini taşır.

Rasulü Ekrem aleyhissalatü vesselam’ın bir yandan sade bir insan olmak, diğer yandan risalet gibi son derece çetin bir görevi ifa etme süreci içinde engelleri böyle bir kalbi sekinet içinde aştığına şahit olmaktayız.

Mekke hayatını düşünün, ilk tebliğ yıllarında akrabaları tarafından dışlanmaları – boykotları düşünün, kendisine inananların en ağır işkencelere – göçlere maruz bırakıldığını, sığınacak bir dal kalmadığını, ölüm tehdidini, memleketi terketmek zorunda kaldığını, Medine hayatında savaşları, galibiyetlerin – mağlubiyetlerin bizzat mü’minlerin safında meydana getirdiği duygusal iniş – çıkışları göğüslemeyi düşünün, Hazreti Hamza gibi Mus’ab gibi Rasulullah’ın kalbinde derin sevgilerle var olan Uhud şehidlerinin yüreğinde açtığı yarayı düşünün, ganimet mallarının dağıtımında ilk mü’minler arasında ortaya çıkan gerilimleri düşünün, Peygamberimizin aile hayatında meydana gelen ve O’nun gönül dünyasını etkileyen insani hareketlenmeleri düşünün, ümmetin geleceğine yönelik endişelerin Peygamberimizin yüreğine yansımalarını düşünün.....

En mahrem alanlarına kadar neredeyse bütün hayatı göz önünde bulunan bir insan olarak, sevgisi, önderliği hep yükselerek yaşanmış bir 23 yıllık ömür... o kalbi sekinetin eseri olabilir.

Mü’minden beklenen de, Allah Rasulü (s.a.v.)’nün kalbi hayatından kendi kalbi hayatına izdüşümler taşıyabilmektir.

İnsan olarak da Rasulü Ekrem Efendimizle ayniyetlere sahibiz, iş -güç sahibi oluruz, kazanırız, harcarız, evleniriz, çoluk çocuğa kavuşuruz, insanlarla binlerce çeşitte ilişki kurarız... Mü’min olarak da Rasulü Ekrem (s.a.v.)’le ayniyetleri bulmakla yükümlüyüz; inanırız, mü’mince bir hayat yaşarız, İslam’ı ikinci bir insana taşımak anlamına tebliğ sorumluluğunu yükleniriz...

Bütün bunlar da bir kalbi kaliteyi zaruri kılar. Rasulullah’ın kalbi mukavemetine aynı kıvamda sahip olamasak da, hem sade insan olarak hem kulluk bilinci içinde “Emaneti” taşımaya hazır bir kalbe sahip olabilmek ulaşılması gereken bir hedef olmalıdır.

Dışlayan bir kalble hayat içinde yürümek son derece zordur. Aile kurmak zordur, evladü ıyal ile saadet içinde yaşamak zordur, iş hayatında ilişkileri sağlıkla sürdürmek zordur, yönetici olunduğunda emrimiz altındakilerden verim almak zordur, devlet yönettiğimizde halkımızla ve emrimiz altındakilerle huzuru bulmak zordur, bir inanç topluluğu içinde sekinet ortamı inşa etmek zordur... Elhasıl “katı kalbli olmak” insicamın değil infiradın kaynağı olacaktır. Ahenkli bir buluşmanın değil, savrulmanın kaynağı yani.

Allah Teala (c.c.) buyuruyor:

“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler. (Furkan, 63)

Hayatta her zaman düzgün insanlarla karşılaşılmaz, dünyadaki varoluş sorumluluğunun farkında olmayan “cahiller” her zaman bulunacaktır. Onlara karşı bile mü’minin vasfı “Selam” ile mukabeledir.

“Selam” diyebilmek selamette bir kalbin eseridir. Arı, duru, sekinete ulaşmış, onu öldürmeye geleni diriltebilecek vüs’atte, dirilikte bir gönüle yani.

Ne diyelim, Rabbimiz her birimize böyle bir gönül kıvamı lütfetsin.


“İnna lillah. BİZ ALLAH'A AİTİZ

Hayatta İken "İnna lillah" diyebilmek.

Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri “Ne verdinse odur dahi nemiz var” diyor.

“Alan sensin, veren sensin, kılan sen. Hakîkat üzre anlayıp bilen sen. Tutan el ve ayak Sen’den gelüptür. Gören göz ve kulak Sen’den gelüptür. Efendi dil dudak Sen’den gelüptür. Ne verdinse odur dahi nemiz var.”

Hakikaten nemiz var Hâlık Teala’nın lutfettiğinden başka?

Düşünsek bir, taş olarak yaratılsaydık, taş olmamayı başarabilir miydik?

Ot olarak yaratılsaydık ot olmamayı, böcek olarak yaratılsaydık böcek olmamayı başarabilir miydik?

Allah onları öyle yarattı ve onlar kulluklarını öyle sürdürüyorlar. Taşın da zikri var, yıldızların, ağaçların da... Belki bizim anlamadığımız ama Yaratan’ın mutlak bildiği onlara öğrettiği bir lisanla zikr-i dâim halindeler.

Dileseydi Halik Teala, insan suretindeki varlığı da bütün hücreleriyle ve gayrı iradi olarak zikreder halde yaratırdı. Buna kudretinin olduğunda hiç kimse şüphe edemez. Taşı yaratan, insanı da taş hüviyetinde yaratabilir.

Ancak insana bir farklılık lutfedildi. İrade verildi. Seçme hürriyeti tanındı. Taşa, ağaca, böceğe göre daha geniş bir alan.

Ama bu alan verilirken de, ondan, kulluk şuuruna ulaşması istendi. Sağda solda dolaşabilirsin, arayışlarda bulunabilirsin, hatta ana eksenden kayabilirsin, ama bil ki, yaptığın işten sorumlu tutulacaksın. Her yaptığın iş, hesabına yazılıyor ve karşına faturası çıkacak. Yaratan sana böyle bir dolaşım imkanı verdi ama, istiyor ki, iradi olarak O’na yönelesin, O’na kulluğunun farkına varasın, “Ne verdinse odur dahi nemiz var” diyerek, sana lutfedilen her şeyin, O’nun ikramı ile gerçekleştiğinin idrakinde olasın, ve “Kul oldum, kul oldum, kul oldum” diye şakıyıp şükredesin.

“İnna lillah – Biz Allah’a aitiz” şuuru.

Hiçbir şeydik, bir şey olduk lutfu ilahi sayesinde.

Şu kendi bünyemizdeki insicama bir baksak yeter, işlerken varlığının farkında olmadığımız uzuvların, işlemediğinde ne kadar hayati değer taşıdığına...

Eklemlerimiz olmasaydı.

Gözlerimiz bir yere saplanıp kalsaydı.

Suyu yutamasaydık.

Ayaklarımızdaki, ellerimizdeki parmaklar olmasaydı.

Kaşlarımız, kirpiklerimiz olmasaydı.

Kalbimiz dura kalka çalışıyor olsaydı.

Hafıza denen şeyden mahrum olsaydık, bilgiyi saklayamasaydık.

Annemizden doğup annemizi tanımasaydık, ya da doğurduğumuz çocuğu unutsaydık...

İsimleri, yüzleri karıştırsaydık.

Ya da bize tasarlama gücü verip, ölçü vermese ve “İnsanı insanın kurdu olarak yarattım, yiyin birbirinizi” deseydi.

Ya da, bir takım kurgu bilim filimlerde tasarlandığı gibi otlara, taşlara, böceklere ya da tüm hayvanata insan gibi tasarlama gücü verip, insanla savaşa soyunabilmelerine imkân tanınsaydı. İnsana karşı savaşa soyunan dağlar, taşlar, ağaçlar, böcekler, kuşlar canavarlar...

Nasıl olurdu?

Yaratan’ın insanın içine bir düzen hissi koyması ve “Din” dediğimiz ölçüler bütününü göndermesi de sonsuz rahmetinin yansıması değil midir?

İnsanın içinde bir insicam yaratılmış, insanın birbiri ile ve dışındaki dünya ile ilişkisi için bir nizam konulmuş. Bütün bunların insanın yaratılış gayesi ile alâkası var ve tamamı Allah’a kulluğun bilinçli olarak idrak edilmesine yönelik.

“İnna lillah – Biz Allah’a aitiz” bilinci.

Kur’an’da buyuruluyor:

“Andolsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lutfu keremimi) müjdele.

Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.” (Bakara, 155-156)

Bakın şu ayete:

“De ki: «Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâd (a uğramasın) dan korka geldiğiniz bir ticâret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’dan, Onun peygamberinden ve O’nun yolundaki bir cihâddan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah faasıklar güruhunu hidâyete erdirmez.” (Tevbe, 24)

Neredeyse insanın bütün hayat çerçevesi zikredilmiş ve insandan, bunların hiç birinin “Allah’tan, Allah’ın Rasulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili olmaması” istenmiş. Yani insan, bir öncelik sıralaması yapacaksa, Yaratan istiyor ki, böyle yapsın. En başa Allah’ın hoşnutluğunu koysun. Onun yanına Rasulünün yanında durmayı koysun.

Ve onun yanında malını ve canını cennet karşılığında Allah Teala’ya ödünç (karz-ı hasen) vermek anlamında cihadı koysun.

“İnna lillah – Biz Allah’a aitiz, O’nunuz” desin yani.

Nerede?

Hayatta.

Ayette “Bir musibetle karşı karşıya kaldığında” deniyor. “Korku, açlık, maldan – candan, ürünlerden azalma” deniyor, bunlar da hayat serüveninin merhaleleri, gidenin arkasından değil, bizatihi insanın yaşadığı anda karşılaşacağı şeyler ve orada ilk refleksinin “İnna lillah – Biz zaten Allah’a aitiz” olması gerekiyor.

“Allah’a aidiyet bilinci”ni yüklenmek, içinde hayatı korumak ve hayatta ebedi kalma sevk-i tabiisi bulunan insan için hiç de kolay olmayan bir hadise ve bir kalb kıvamını zaruri kılıyor. Bir anlamda, “Zaten dönüş O’na değil mi? Hayatın kanunu bu değil mi? Biz zaten O’na ait değil miyiz?

Kendimizi ebedi kalacakmış gibi, her şeyi kendi bilek gücümüzle kazanıyormuşuz gibi farzetmenin anlamı var mı? Kendini yeniden formatla, yeniden ilk varoluş safhasına dön ve “hiçbir şeyken bir şey haline geldiği”ni, bir damlacık suyun içinde beynin, kalbin, ellerin, ayakların, damarların, sinirlerin, gözlerin kulakların, dilin damağın, sindirim- solunum sistemlerinin, eklemlerin kemiklerin oluştuğunu ve bunun da “Kün – Ol” gibi bir ilâhi fermana bağlı olduğunu, içinde ruh diye yaşayan şeyin ilâhi bir nefha olduğunu, o çekip alındığında ortada sadece bir kadavra kalacağını hatırla.” diye konuşmak kendi içinde.

“İnna lillah – Biz Allah’a aitiz.”

Bu bir hayat disiplini olmalı mü’minde.

Bunu bir hayat disiplini haline getirmeliyiz.

Allah’ın verdiği rızıktan infak et. Ne kadar, yüzde 2.5. Ya bir de “Biz Allah’a aitiz” perspektifi ile bakabilirsek.

Allah can vermiş, onu götür, Rabbin huzurunda kıyama durdur. Ne kadar? Günde beş vakit, 24 saatin içinden bir saat. “Günde beş kere hayatı durdurmak olur mu?” diye sormak var bir, sanki kendisine verilen o saatleri, günleri, yılları el emeği ile kazanmış gibi, bir de, “Biz zaten Allah’a aitiz” bilinciyle, bütün zamanlarında Allah’ın huzurundaymış gibi, daima namazdaymış gibi, daima kıyamda ve ferman-ı ilahiye hazırmış gibi yaşamak var.

Her an ihramlı, her an oruçlu gibi yaşamak.

Daimi kulluk şuuru içinde.

Evlatta, malda, mülkte, makamda, mevkide bütün statülerde “Allah hakkı”nı unutmamak.

Evet, bu başka bir ruh halidir, başka bir hayat anlayışıdır, başka bir manevi disiplindir. Ve mü’minden beklenen tam da budur.

İmtihan da, bunu yapabilip yapamadığımız ya da ne kadar yapabildiğimiz noktasındadır.

Koyup gidenler, arkasından, yüreklerimize ne kadar acı bırakırsa bıraksın, “İnna lillah – Biz Allah’a aidiz” demek kolay, ama hayatımızı tanzim ederken “Allah’a aidiyet” bilinci içinde hareket etmek... bu çetin. Bu, adanış ruhunu yüklenmek demek. Bu, Allah için vermek, vermek ve vermek demek. Bu sıbgatullah’a boyanmak demek. Bu, ilahi ahlâkla ahlâklanmak demek. Bu, nefsimiz adına boş varlık kuruntularından kurtulup, hayatın ancak Allah’ın lutfu keremi ile var olabildiğine dair manasını gerçek anlamda kavramak demek.

Ne mutlu o idrak seviyesine ulaşanlara.

Ahmet Taşgetiren

 


* BENZER KONULAR

Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]


Ozanlardan Single Eserler - Karma 320 kbps Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:20:38 ÖS]


Esat Kabaklı - Oğul Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:07:15 ÖS]


Ehl-i Beyt ve Kerbelâ Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:49:31 ÖÖ]


Filistin’in Tarihçesi Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:42:17 ÖÖ]


Cennetlik Kadınlar 3 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:10:52 ÖÖ]


Cennetlik Kadınşar 2 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:06:00 ÖÖ]