* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Hicreti ve Mi’racı Bir Arada Yaşama  (Okunma sayısı 275 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Hicreti ve Mi’racı Bir Arada Yaşama
« : Eylül 04, 2020, 06:21:43 ÖÖ »
Hicreti ve Mi’racı Bir Arada Yaşama
   
“Hicreti Anlamak ve Yaşamak” hususunda çok önemli tespit ve bilgilerin sunulduğu Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan hocanın  “Olay Ve Örnek Olarak Hicret” kitabında önemli noktalardan biri de “Taif, mi’raç ve hıcret çizgisi”:

Sevgili Peygamberimiz bütün peygamberlerin özelliklerini nezih şahsında toplamıştı. En yaygın tevhid mücadelesini yürütmüş ve de “Taif, başarmıştı. Ama hiç şüphesiz O da aynı ilâhî kanunlara tâbi idi. Çünkü O da bir peygamberdi, hâtemü’n-nebiyyîn’di. Bir başka ifade ile “resuller dizisinin son incisi”ydi. O’nun mi’racı da mücadelesinin ortalarında hicretinden birkaç ay önce gerçekleşmişti.

Dikkatli Siyer ve İslâm tarihi yazarları Hz. Peygamberin mi’racını, Tâif yolculuğundan sonraki günlerde göstermekteydi. Taif yolculuğu, Mekkelilerin anlayışsızlığının doruk noktasına ulaşması karşısında yeni bir merkez arama arzusu ile gerçekleştirilmişti. Ancak oldukça ümit kırıcı bir şekilde neticelenmişti. Allah’ın Rasulü, bu yolculuk sonucunda Mekke’ye bir müşriğin emânını temin ederek dönebilmişti. Yolda, halini Rabbi’ne şöyle arzetmişti:

“Allah’ım,

Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim. Ya erhamerrâhimin, hor görülenlerin Rabbi sensin. Sensin benim Rabbim. Beni kime bıraktın? Huysuz ve yüzsüz yabancıya mı, yoksa bu işimde bana hâkim olacak bir düşmana mı?

Allah’ım,

Çektiklerime aldırmam; yeter ki uğradığım senin gazabın olmasın. Fakat bana bunları göstermeyecek kadar engindir afvın, merhametin senin.

Allah’ım,

Gazabına uğramaktan, rahmetinden uzak kalmaktan; karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhireti salâha kavuşturan ilâhî nuruna sığınırım. Rızanı dilerim, sana iltica ederim. Güç ve kuvvet senindir, senin elindedir.”  (İbn Hişam, es-Sire, II, 61-62.)

Hz. Peygamberin bu arz-ı hali, âyetin ifadesiyle bir çeşit “ya Rab, yardımın ne zaman?” demekti.

“Karn-ı seâlib” denilen yerde Cebrail belirdi. “Kavmin hakkında ne yapılmasını istersen, emret!” dedi. Son derece bunalmış olmasına rağmen O sallallahu aleyhi ve sellem; “Allah’ın, bu müşriklerin soyundan, tevhide gönül vermiş (“muvahhid”) bir nesil getirmesini dilerim”  (Buhari, bed’ül-halk 7. ) cevabını verdi. Yücelik gösterdi.

Azab ve helak istemeyen ve “âlemlere rahmet olarak gönderilmiş” olan Hz. Peygamber’in teselli vakti gelmişti. Bu da mi’rac ile gerçekleşti.

Allah Teâlâ habîbini bir gece katına yükseltmiş, ilâhî saltanatını yakından tanıtmıştı. Daha önce mi’rac nimetine mazhar olmuş ve Hz. Peygamber ile yakından ilgisi bulunan sekiz peygamber ile  (Bu ilginin yorumları için bk M. Hamidullah, İslam Peygamberi I, 145,148 (2. Baskı) onu görüştürmüştü. Hicret ve gurbet ateşinden önce mi’rac ve vuslat nimetiyle Rasûlünü takviye ve teselli etmişti, yenilemişti.

Mi’rac, oluş biçimi ile bir mucizeydi. Nitelik açısından da bir iltifat-ı rabbâniydi. Hz. Peygamber mi’racta, “evvel gelen kimsenin ermediği bir rif’ate” evvelkilerin ulaştıklarından daha ileri bir yakınlık ve yüceliğe ermişti.

O sallallahu aleyhi ve sellem bu sayede yürüttüğü tevhid mücâdelesinin sonuçlarını temaşa etmiş, hicret ile gelecek İslâm Devleti’nin tesisi yolundaki azmini bilemiş, güçlenmişti.

Mi’rac, Kur’an-ı Kerim’e göre Hz. Peygamber için Allah’ın bazı âyetlerini göstermek imkânıydı. Bizi onun keyfiyetinden çok hicret ile birlikte tevhid mücâdelesi açısından ifâde ettiği mânâ ilgilendirmekteydi.

Hicret tevhid mücâdelesinde zemin hazırlama ve sabır aşamasından cihad ve kuruluş merhalesine geçiş demekti.

Bu anlamda hicret, önceki günlerin muhasebesi ve sonraki günlerin şekillendirilmesi için mutlak irâde merkezinde çok özel bir görüşme yolculuğu demek olan mi’rac ile birlikte düşünüldüğü zaman bambaşka bir derinlik ve boyut kazanmaktaydı. Yani mi’rac, dikey bir hicret; hicret yatay bir mi’ractı. Ya da mi’rac, zamanda bir hicret; hicret, mekânda bir mi’ractı.

Hicret çizgisi Hz. Adem’in dünyaya gönderilişi ile başlamaktaydı. Bu çizgi Hz. Nuh’un tufan gezisi, Hz. İbrahim’in göklerin ve yerin melekûtunu görmesi  (Bk. el-En’am (6), 75.) ve ateşe atılmasından (Bk. el-Enbiya (21), 68-69. )sonra “doğrusu ben, Rabbim uğrunda sizi bırakıp gidiyorum, O beni doğru yola eriştirir.” (es-Saffat (37), 99.) diyerek çıktığı Şam ve Hicaz yolculukları, Hz. Yusuf’un Kenan ilinden Mısır’a götürülüşü, Hz. Musa’nın Medyen- Mısır-Filistin yolculuğu, Tur dağı mi’racı, Hz. İsa’nın Allah katına ref’i üzerine son bulan görev yürüyüşü ile devam etmişti. Nihayet Hz. Peygamber’in mi’rac sonrasında Mekke’den Medine’ye hicreti ile tevhid devleti doruğuna ulaşmıştı.

Tevhid çağrısı çemberi de dünyaya ilk düştüğü bölgede İslâm ile tamamlanmıştı.

Ka’be, manevi âlemin tevhid Ka’besi Beyt-i Ma’mûr’un izdüşümüne tesadüf etmekteydi. Onun çevresinde, sadece namazların farzları kılınırken duran tavaf yürüyüşü; namazla mi’raca, tavafla hicrete dönüşen ve sonsuza dek devam edecek olan tevhid yolculuğu olsa gerekti. Ka’beye yönelik Hac ve Umre ibadetlerinin bir çeşit cihad oluşu, bu yolculuğa iştirakten kaynaklanmaktaydı. Beytullah çevresinde hissedilen sonsuz ve ifade edilemez huzur ve mutluluğun asıl sebebi hicreti ve mi’racı bir arada yaşama imkanını elde etmiş olmaktı.

Gerçekleştirebilenlere ne mutlu!

Süleyman Önsay.