Kelime-i Şehadet bir önder ve örnek seçimidir! 1
Kelime-i Şehadet ile seçilen önder ve örnek kendisiyle insanlığa bir şeriat sunulandır. Öyle buyuruldu:
“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” (Câsiye,18)
Kureyş ileri gelenleri Hz. Peygamber’i devamlı olarak atalarının dinine dönmeye çağırıyor ve bunda ısrar ediyorlardı. Âyet-i kerime uyulacak dinin İslâm olduğunu ve başka isteklere kapılmamak gerektiğini hatırlatmaktadır. (Diyanet Vakfı Meâli)
O’nunla insanlığa sunulan “Şeriat” hangi önem ve muhtevaya sahiptir, sorusuna cevap olarak şu satırlar çok manidardır:
“O bürhân-ı Hakk (Hakk’ın delîli) ve sirâc-ı hakikat (hakikat güneşi olan Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm), öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihânın saâdetini te’mîn edecek desâtîri câmi’dir (düsturları içinde toplamıştır). Ve câmi olmakla berâber, kâinâtın hakâikını (hakikatlerini) ve vezâifini(vazîfelerini) ve Hâlık-ı Kâinât’ın esmâsını ve sıfâtını (kâinâtın yaratıcısının isimlerini ve sıfatlarını), kemâl-i hakkâniyetle (dosdoğru) beyân etmiştir.
İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhît (kuşatıcı) ve mükemmeldir ve öyle bir sûrette kâinâtı kendiyle berâber ta’rîf eder ki, onun mâhiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinâtı yapan zâtın, o kâinâtı kendiyle berâber ta’rîf edecek bir beyannâmesidir ve bir ta’rifesidir.
Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münâsib bir ta’rife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir ta’rife kaleme alır. Öyle de, din ve Şeriat-ı Muhammediye’de (asm) öyle bir ihâta (kuşatıcılık), bir ulviyet (yücelik), bir hakkâniyet görünüyor ki, kâinâtı halk ve tedbîr (yaratan ve idâre) edenin kaleminden çıktığını gösterir.
O kâinâtı güzelce tanzîm eden kim ise, şu dîni güzelce tanzîm eden yine O’dur. Evet o nizâm-ı ekmel (kâinâttaki en mükemmel düzen), elbette bu nazm-ı ecmeli (en güzel bir tertîb olan İslâmiyet’i) ister.” (Said Nursi, Zülfikâr, 19. Mektûb, 91-92)
Kelime-i Şehadet ile seçilen önder ve örnek her ne pahasına olursa olsun insanlığa tebliğ ettiği “Şeriat”ın hükümlerini öncelikle kendisi eksiksiz yerine getirendi. Şu olay bunun en çarpıcı örneğidir:
Aişe radıyallahu anha şöyle; demiştir Mahzum kabilesine mensup, hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyş’i üzdü. “Onun hakkında Resulullah ile kim konuşur” denildi. “Buna Rasûlullah’ın çok sevdiği Usâme b. Zeyd’den başka kim cesaret edebilir?” dediler. Usâme Rasûlullah (s.a) ile konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a);
“Ya Üsame! Allah’ın hadlerinden bir hadde şefaat mı ediyorsun?” buyurdu. Sonra kalkıp halka hitaben şöyle dedi:
“Şüphesiz sizden öncekiler, içlerinde itibarlı birisi hırsızlık yaptığı zaman bırakıverdikleri, zayıf birisi hırsızlık yaptığında ise kendisine had uyguladıkları için helak oldular. Allah’a yemin ederim ki eğer Muhammed’in kızı Fatıma (bile) hırsızlık yapsa elini keserim.” (Buhârî, hudud 12; enbiya 54; Müslim, hudud, 8.9; Tirmizi, hudûd 6; İbn Mâce, hudud 6; Nesâi, sarik 6; Darimi. hudûd 5.) -Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/41.- -Hadis Ansiklopedisi-
Kelime-i Şehadet ile seçilen önder ve örnek alemlere rahmetti ki, “..Kâbe’yi, Allah Evini putlardan temizleyendi...
Kalplerdeki ve düşüncelerdeki, hayallerdeki ve hülyalardaki putları kırandı...
İnsanı insana ve insanların sembolleşmiş gölgelerine tapmaktan, kölelik etmekten kurtarandı...
Allah inancını en saf haliyle getirendi...
İnsanlığa bu dünyada ebedîliğin yemişleri olan namazı, orucu, haccı, zekâtı bir armağan gibi getirendi...
Şehitlik ve gazilik bağışlarını inananlara armağan edendi...
Müslümanları tükenmez ilâhi kudretler olan imanla, sabırla, tevekkülle, iyilikle ve doğrulukla, cihad şuuruyla donatan ve İslâm şanıyla bezeyendi...
Sulh ve selâmetin, ebedî barış dininin sadık habercisiydi...
Bir tek kelimesine dünyanın denk gelemeyeceği Kur’an’ı, bir ilâhî çağlayan halinde insanlığın ruhuna boşaltandı...
Bir mucizeydi gelişi, varoluşu. Getirdiği yaşayan ve hep yaşayacak olan bir mucizeydi...” (Sezai Karakoç, Sütun II, s. 536-538)
O halde “Mâdem dost ve düşmanın ittifâkıyla, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, mehâsin-i ahlâkın (güzel ahlâkın) en yüksek mertebelerine mazhardır.
Ve mâdem bil-ittifak (herkesin kabûlüyle) nev’-i beşer(insanlık) içinde en meşhur ve en mümtaz (seçkin) bir şahsiyettir.
Ve mâdem binler mu’cizâtının delâletiyle(mu’cizelerin işâretiyle) ve teşkîl ettiği âlem-i İslâmiyetin kemâlâtının (fazîletlerinin) şehâdâtıyla ve mübelliğ(teblîğ edici) ve tercümân olduğu Kur’ân-ı Hakîm’in hakaikının (hakikatlerinin) tasdîkıyle, en mükemmel bir insân-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir (en mükemmel bir mürşiddir).
Ve mâdem semere-i etbâıyla (ona tâbî olanların netîcesi olarak) milyonlar ehl-i kemâl (kâmil insanlar), merâtib-i kemâlâtta (olgunluk mertebelerinde) terakki edip (yükselip) saâdet-i dâreyne (iki dünya saâdetine) mazhar olmuşlardır.
Elbette o Zât’ın (asm) sünneti ve harekâtı, iktidâ edilecek (tâbi olunacak) en güzel nümûnelerdir ve ta’kib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihâz (kabûl) edilecek en muhkem (sağlam) kanunlardır.
Bahtiyâr odur ki, bu ittibâ’-ı sünnette hissesi ziyâde ola! Sünnete ittibâ etmeyen, tenbellik ederse, hasâret-i azîme(büyük bir zarar); ehemmiyetsiz görürse, cinâyet-i azîme; tekzîbi işmâm eden (yalanlamayı hissettiren) tenkid ise, dalâlet-i azîmedir (büyük bir sapıklıktır).” (Said Nursi, Lem‘alar, 11. Lem’a, 61)
Sözlerimizi şu veciz ifadelerle noktalayalım:
“Bizi iman ve İslâm nimetine kavuşturan Ona selâm olsun.
Ona uyan ve Onun bütün vazife çilelerini paylaşanlara da selâm.
Selâm ki Onun getirdiği bin bir ilâhî bağıştan biridir, birbirine tam bir şuurla ‘selâm!’ diyenlere selâm olsun.
Ne mutlu Onun ümmetinden olana.
Ne mutlu ‘Onun ümmetindenim’ diyene.” (Sezai Karakoç, Sütun II, s. 536-538)