Müslüman, İslami Kimlik ve Kişiliğe Evet Diyendir
Hiçbir baskı altında kalmaksızın, herhangi bir kayıt ve şart koşmaksızın kendi hür iradesiyle, kalbinin en derinliklerinden Kelime-i Şehadetin anlam ve kapsamını doğrulayan ve bunu kendi hür iradesiyle ilan eden kişi, artık tüm varlığıyla kendini İslâm’a teslim etmiş ve bu anlama gelen Müslüman ismini almıştır. Bu andan itibaren artık o, İslam’ın öngördüğü kişiliği kabullenmiş ve onunla özdeşleşmeye gönülden “evet” diyen bir kimliğin sahibi olmuştur. Özümlememiz ve bürünmemiz gereken bu İslâmî kişiliğin; ne olduğunu, neyi gerektirdiğini ve neleri içerdiğini ortaya koymadan önce, “kişilik” sözcüğünün tanımını kısaca hatırlayalım.
Kişilik, “bireyin, hayata bakışındaki özgünlükleri meydana getiren ve temel ilgi, dürtü, yetenek ile duygusal eğilimlerini de içeren, belli bir süreklilik gösteren davranış ve özelliklerinin bileşimi” dir. ( Ömer Demir-Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Kasım 2002, s.245)
İslâmî kişilik de, kişinin iç ve dış dünyasındaki tüm eylemlerini İslâm’a özgün ilke ve kurallara göre yönlendirmesi ve şekillendirmesidir. Bunun dışında kalan hiçbir husus ve davranış da söz konusu değildir. Bu oluşum, kişinin namazını ve diğer ibadetlerini kapsadığı gibi onun ömür ve ölüm çizgisini de bütünüyle içine almaktadır. İslâm’ın öngördüğü bu kişilik tüm zamanlarda ve mekanlarda ve bütün ilişki ve davranışlarda, kişinin son nefesine kadar kesintisiz bir şekilde sürdürülecek bir süreç olup buna “kulluk” denir..
En’am sûresinin 162. âyetinde Yüce Yaratıcımız şöyle buyurdu:
“De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.” İşte bu âyet, müslümanın pratik hayatının özelliğini yansıtmakta ve özetlemektedir. Mümin, her şeyi ile Allah’a aittir ve sadece O’nun içindir. (Bk. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim, c.3, s.561)
Ve mümin için artık tek bir kimlik vardır. O da, İslâm’ın ilke, ölçü ve hükümlerine göre şekillenen İslâmî kişilik’tir. Bu ise müslümanın tüm söz ve hareketlerinin İslâm’ın özüne, hükümlerine ve Allah’ın rızasına uygun olmasını gerektirir.
(Bk. Prof. Dr. Abdülkerim Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmetleri, s.260)
Bu gerçeği göz ardı eden ve buna karşı çıkanlara Peygamberimizin şahsında şu hatırlatma yapılmaktadır: “O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.” (Enam, 163)
“Bu cümle Hz. Peygamberin, kendisine emredilen ilâhî emirlere süratle uyup yerine getirmesini ve o emirlerin [sadece] kendine mahsus olmayıp, herkese [tüm müminlere] bunların emredildiğini ve bütün müslüman olanların ona uyması gerektiğini açıklamaktadır.” (Elmalılı, a.g.e.)
Müşrikler, yani Allah’ın varlığına “evet” diyen, ama O’nun dinine, O’nun belirlediği hayat tarzına ve O’nun ön gördüğü İslâmî kişiliğe “hayır” diyen Mekkeli kafirler müslümanlara şunu teklif ediyorlardı:
“Geliniz, bizim yolumuza gidiniz, günahlarınız bizim boynumuza olsun.”
Gerek o günün ve gerekse daha sonraki çağların müşriklerinin bu tür zırvalarına karşı Mü’minlerce verilecek yanıt, Enam 164. âyette şöyle bildiriliyordu:
“De ki: Allah her şeyin Rabbi iken, ben O’ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O, ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.”
Unutmayalım ki, hangi zeminde olursak olalım ve hangi zaman diliminde yaşarsak yaşayalım, Müslümanlar olarak bizim Rabbimiz sadece Allah’tır. Ve değişmeyen ana vasfımız ve görevimiz de her zaman, her yerde ve her hususta sadece O’na kul olmayı gerektiren İslamî kimlik ve kişiliğimizdir.
Şu tabloyu dikkatle izleyelim ve Elmalılı merhumun ikazlarına kulak verelim:
“Hatim-i Tâî’nin oğlu Adiy demiştir ki:
‘Resulullah’a geldim, boynumda altından bir haç vardı, ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve Hristiyandı, Resulullah Berâetün Sûresi’ni okuyordu, bana ‘ya Adiy şu boynundaki veseni at’ buyurdu. Ben de çıkardım attım. ‘Allah’tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler.’ anlamına olan [Tevbe Suresinin 31.] âyetine geldi, ben, ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi, dedim. Resulullah buyurdu ki:
‘Allah’ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah’ın haram kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?’ Ben de ‘evet’ dedim. ‘İşte bu onlara ibadettir’ buyurdu.
Rebi’ demiştir ki, ‘Bu rablık İsrailoğulları’nda nasıl idi?’ diye Abdul’âliye’ye sordum. O da ‘Genellikle Allah’ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı’ dedi.
Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona ‘rab’ adını vermiş olmak şart değildir. Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah’ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir.” (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim, c.4, s.317,318.)
Süleyman Önsay.