* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: ALLAH İNSAN'I EMREDİYOR  (Okunma sayısı 267 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
ALLAH İNSAN'I EMREDİYOR
« : Ekim 13, 2019, 12:56:32 ÖS »
ALLAH İNSAN'I EMREDİYOR

Her Cuma hutbesinin sonunda bizlere  tekraren hatırlatılan Nahl suresinin 90. Ayet-i  celilesinde  zikrolunan üç emirden ikincisi “İhsan”  dır.

İhsan kelime olarak bir şeyi güzel yapmak ve iyilik etmek anlamına gelir. Kavram olarak ise Peygamber Efendimiz tarafından şöyle tarif buyurulmuştur;

“Senin, Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmen (yani tapman, bağlanman; itaat etmen, boyun eğmen; hükmü altına girmen ve kulluk yapman) dır.

Sen, O’nu görmüyor olsan da O, seni görmektedir” (Cibril hadisinden)

Said Havva merhum “Tasavvuf” adlı kitabında bir insanın seyr-i sülukunda yani Allah’ın mağfiretine ve cennetine ulaşabilmesinde (Al-i İmran,133) beş merhaleyi aşması ve beş unvanı elde etmesinin zorunlu olduğunu ifade eder:

İslam merhalesi ve Müslüman unvanı.

İman      “            “  Mümin           “

İhsan      “            “  Muhsin          “

Takva     “            “  Muttaki          “

Şükür      “           “  Şakir             “

Bu makam ve vasfın adamı olabilmek için ne yapılmalı, sorusuna ehillerince verilen cevaplardan birisini maddeler halinde sunalım:

[1] Kelime-i tevhîd, sadece lafızda kalmamalı, mutlaka kalpte yer etmelidir. Vahdâniyyet-i ilâhiyye, engin bir tefekkür ve şuurla gönüle tam bir şekilde işlemelidir. Tevhîd inancı, eksik telâkkilerle bir yara almamalıdır.

Zira kalp, nefsâniyetin işgaline mâruz kalırsa, tevhîd anlayışı da yaralanacaktır. Bu itibarla kalbin, nefsin şirretinden ve hoyratlığından korunması gerekiyor.

[2] Seherde çekilen kelime-i tevhîdlerin mânâ ve muhtevâsının gündüzlere de intikâl etmesi lâzımdır.

[Test Etne Soruları Olarak Şunlar Gündemimizde Olmalıdır:]

[1-] Gündüz ne kadar “Lâ ilâhe”nin mânâsıyla yoğrulup mâsiyetten uzaklaşabiliyor ve

 [2-]”İllallâh”ın muhtevâsına girip Cenâb-ı Hakk’la beraberliği temin edebiliyoruz?

[3-] “Muhammedün Rasûlullâh”ın hakkını verme adına, Efendimiz’i ne kadar örnek alabiliyoruz?

İşte kelime-i tevhîdlerimiz, gönlümüzde böyle telkinlere vesîle olabilmelidir.

[4] Cenâb-ı Hakk, kelime-i tevhidi yaşamamızı, zât-ı ulûhiyetini sevmemizi istiyor.

Bunun için de “Lâ ilâhe” diyerek, bilhassa kalpte putlaşmaya başlayan her ne var ise reddetmek ve kalbi onlardan bütünüyle boşaltmak gerekiyor. Zira Rabbimiz, nefsimizin veya başkalarının putperesti olmaktan, yani zahir ve batın bütün putperestliklerden sıyrılmamızı istiyor.

“İllallâh” diyerek de kalbin yalnız Cenâb-ı Hakk’a tahsis edilmesi gerektiğini bizlere hatırlatıyor.

[5] Kelime-i tevhîdi kâmil mânâda yaşayabilmenin neticesi, Rabbimizin cemâl sıfatlarının üzerimizde tecellî etmesidir.

Meselâ “er-Rahmân” ismi bizde tecellî edecek olursa, merhametimiz âmm/umûmî ve şâmil kuşatıcı olur. Yani Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanır ve şefkatimizi yalnız kendimize ve yakınlarımıza değil bütün yaratılmışlara karşı göstermiş oluruz.

“el-Afüv” sıfatı tecellî ederse, Allâh’ın kullarının bize karşı işlemiş oldukları kusur ve hatalarını kolayca affetmek mümkün hâle gelir. İmân edenlere karşı gönlümüzde bir kin ve intikam duygusuna  yer kalmaz.

“el-Vedûd” ismi tecellî ederse, müseccel Allah düşmanları hariç, herkese ve her şeye karşı derin bir muhabbet besleriz.

[ Cemâl sıfatlarının üzerimizde tecellî etmesine

BİR ÖRNEK:

İşte böyle bir sefer esnasında, yokuş yukarı ilerlerken, bir grup sahabi yüksek sesle, bağıra bağıra tekbir getirmektedir. Gelin görün ki, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, tekbir getirirken dahi olsa, böyle yüksek sesle bağırılıyor olmasından rahatsız olur.

Onlardan, seslerini bir derece alçaltmalarını ister. Yine, ubudiyette de belâgatın dersini veren bir gerekçesi vardır onun:

Sizler, gaip olan, işitici olmayan Birine hitaben tekbir getiriyor değilsiniz. Bilakis kendisi için tekbir getirdiğiniz âlemler Rabbi, Semî’, Latîf, Habîr ve Alîm isimlerinin müsemmasıdır. Gizli açık bütün sesleri işitir, kalblerin en gizli hatırasını dahi bilir, herşeyden haberdardır ve onun ilmi haricinde hiçbir şey yoktur. O halde, tekbir getiriniz; ama hâşâ, işitemeyen, yahut işitmesi ağır olan birine hitap eder şekilde değil!

Bir seferden bize miras kalan bu nebevî hatıra, Asr-ı Saadetten başka hatıralarla birlikte, ‘esmâ-i hüsnâ ahlâkı’nın bir örneği niteliğindedir. Fahr-ı kâinat aleyhissalâtu vesselam, bu örnekle de görüldüğü üzere, Allah’ın güzel isimlerini biliyor olmanın ötesinde, bizzat hayatın içinde o isimlerin gerektirdiği ahlâkî halle kuşanmanın yolunu bize öğretmektedir.

Gizli açık bütün sesleri işitmek, O’nun Semî’ isminin şanından ise; ve sem, yani işitmek, O’nun sıfatlarından birisi ise, bağıra bağıra O’na hitap ediyor olmak zarafet ve belagattan uzak bir keyfiyet değil midir?

Bu nebevî hatıra, diğer bir açıdan ise, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın ‘Kur’ân ahlâkı’nı nasıl hayatlara taşıdığının bir örneğidir. Çünkü, Semî’, Latîf, Habîr ve Alîm olan âlemler Rabbi, Kur’ân’ıyla bize O’nu anmanın edebini de bize öğretmektedir:

Bu nebevî hatıra, diğer bir açıdan ise, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın ‘Kur’ân ahlâkı’nı nasıl hayatlara taşıdığının bir örneğidir. Çünkü, Semî’, Latîf, Habîr ve Alîm olan âlemler Rabbi, Kur’ân’ıyla bize O’nu anmanın edebini de bize öğretmektedir:

Hülâsa seherde başlayan tevhidin  rûhâniyeti önce gönüllerimizi ve sonra da gece ve gündüzümüzü ihata ederse, son nefesimiz, yâni dünyadaki her şeye büyük vedâ, kelîme-i tevhîdin rûhâniyeti ile -inşâallâh- bir şeb-i arûsa dönüşür.