Kelime-i Tevhidle Gelen Saadet,
"Lâ ilahe illallah" yüce, değerli, paha biçilmez bir sözdür ki ona yapışan selâmete kavuşmuş ve azaptan korunmuş olur. Bir hadis-i şerifte, "İnsanlar 'lâ ilahe illallah' diyene kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri zaman kanlarını benden korumuş olurlar" buyurulmuştur.
Burada bahsedilen koruma dünyayla alâkalı olup âhiretteki azaptan korunma daha önemlidir.
Kelime-i tevhidin faziletini ifade eden şu hadisleri de burada hatırlatmak yerinde olacaktır:
"Allah Teâlâ buyurur ki: Lâ ilahe illallah benim kalemdir. Bunu söyleyen kimse bu kaleye girer. Bu kaleye giren kimse de azabımdan kurtulur."
"Lâ ilahe illallah diyen ve bu iman üzere ölen kimse, cennete girer."
Bu sözün son durağı vahdâniyyetin bilinmesi, semeresi ise O'nun bir tek olduğunun her şey tarafından ikrar edilmesidir.
Mevcudata vücut verilmesi ve kâinatın yaratılması bu sebepledir. Eğer vahdâniyyetin marifeti ve ikrarı olmamış olsaydı mevcudata vücut verilmez, yokluktan varlık çıkmazdı. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de, "Ben insanları ve cinleri, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" buyurulmuştur.
Yani Allah Teâlâ kullarını, kendisinin bir olduğunu bildirmek için yaratmıştır. Ulvî, süflî âlemler ile onların arasındaki tüm mevcudatı da kulları için yaratmıştır. Bunun için gök seni gölgelendirir, yer taşır, melekler korur, ay, güneş ve yıldızlar seni aydınlatır. Süflî varlıklar da senin tasarrufun altındadır. Kısacası her şey senin için yaratılmış, sen de O'nun için, yani O'nun bir tek olduğunu idrak etmek için yaratılmışsındır. Öyleyse diyebiliriz ki, tüm mahlûkat O'nun bir tek olduğunu bilmek ve ikrar etmek üzere yaratılmıştır. Nitekim bir kudsî hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Ben gizli bir hazineydim; bilinmek için mahlûkatı yarattım."
Şüphesiz ki Allah Teâlâ tüm eşyayı kulları için, kullarını da kendisi için yaratmıştır. Oysaki sen nimet vereni unutup nimetle meşgul oldun, nimeti verene şükretmedin, onun sana niçin verildiğini düşünmedin. Allah'ı unutturan her nimet sıkıntı, O'nu hatırlatmayan bütün ihsanlar belâdır.
"Nimetin şükrü nedir?" diye merak edecek olursan cevap olarak deriz ki: Şükür, nimeti vereni, sana nimet verdiği için, hamdü sena etmek ve O'na yönelmektir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz:
Şükür, O'nun nimetleriyle O'na itaat etmek, O'nu unutmamak ve nimette nimet vereni görmektir.
Nimetin şükrü nimeti artırır, basireti açar, berekete vesile olur. Nimete nankörlük etmek ise helaki hazırlar, zevali getirir, azaba yol açar. Bu nedenle Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım. Nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir." buyurulmuştur.
Ey insanlar! İyice biliniz ki Allah Teâlâ dilediğini yapar, istediği gibi hükmeder, sebepsiz verir, zamana bağlı olmaksızın men eder, hiçbir illet olmaksızın mesut eder, yaratmaya ihtiyaç duymaksızın yaratır ve yine şükre ihtiyacı olmadığı halde şükür ile imtihan eder.
Şüphesiz ki yüce Allah, sebep ve illetlerden uzaktır. EğerO'nun iradesi, bir sebebin etkisiyle olsaydı, dilemesine başkası karışmış olurdu. Şayet, O'nun dilemesi bir hadiseye bağlı olarak gerçekleşseydi, bir sebeple bağımlı olurdu. Oysaki O'nun iradesi bütün bu hallerden uzaktır. O, sebep ve illetleri yaratandır.
Nitekim âyette, "O yaptığından sorumlu değildir; onlar ise sorumlu tutulacaklardır" buyurulmuştur.
Varlık âleminde esasen sadece O vardır. Öyleyse sen Allah'tan başkasıyla meşgul olma! O'ndan başkasına yönelme! O'na ulaştığında her şeye ulaşmış, O'nu kaybettiğinde her şeyi kaybetmiş olursun. Kâinatın zirvesine yükselsen, en yüce yerlere çıksan, her iki âlemin hazinelerinin anahtarları sende olsa, her iki dünyanın da mahsulâtı sana verilmiş olsa, eğer sen bunlardan biriyle meşgul olup aldanırsan bilmiş ol ki, Allah'ı unutmuş ve O'ndan başkasıyla meşgul olmuş olursun.
Sadece dünya nimeti ister ve onunla yetinirsen helak olmuşsun demektir. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, işlediklerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz. Onlar orada bir eksikliğe uğratılmazlar. Âhirette onlara ateşten başka hiçbir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Amelleri de iptal edilmiştir."
Aynı şekilde yalnızca âhiret nimetini ister ve ona kanaat edersen bilmiş ol ki sen aklını kullanmayan birisisin. Çünkü, sadece kendi eviyle meşgul olup yanındaki komşusunu unutan kimse de akılsızdır. Rızık ile meşgul olup onu veren yüce rezzâkı unutan kimse de böyledir.
Yalnızca dünya nimetinden faydalanırsan âhiret nimetini, sadece âhiret nimetinden istifade edersen dünya nimetini kaybedersin. Öyleyse gerçek mutluluk, dünya ve âhireti birlikte yürütmekte ve sadece Allah'ın rızasını istemektedir. Aksi takdirde O'nun emrinin dışına çıkar, Allah'ın iradesinin dairesine giremez, O'nunla ve O'nun için olamazsın. Bu konuda bir şair şöyle der:
Gördüm ki aşk köprüsü uzamakta bizden yana;
"Haydi geçin" diye nida olundu âşıklara.
Köprüyü geçmek için yanlarına yürüyünce
Köprü koptu ve ben yuvarlandım mahrumiyete.
Dalgalar her yanımdan tutup sardığında beni;
Sabır tükenmiştir "artık göç" dedi bir münâdî.
Ya bu kararı böylece kabul edersin ya da ihtiyar kadınların dinine tâbi olup aczini itiraf eder, evin arka odasında oturur, bir köşede pineklersin ve şu ilâhî hitaba muhatap olursun:
"Siz ilk önce yerinizde kalmaya razı olmuştunuz. Öyleyse geri kalanlarla beraber oturun."
Dünyayı veya âhireti arzulayan birçok kimse vardır. Lâkin Hakk'ı isteyen kimse çok azdır ve onlar hürmete lâyıktır.
Müridin değeri muradına göredir, isteğin değeri de istenilen şeyin değerine bağlıdır. Halkın değeri az olduğu için onu arzulamanın ve arzulayanın da değeri o nisbette azdır. Değerli ve önemli olan Hak olduğundan, elbette O'nu istemenin ve isteyenin değeri de o oranda büyük olur.
Hükümdarın sarayına girmek ve onun sofrasına oturmak isteyen kimse ile, onun çöplüğüne atılmış bir leşi arzulayan kimse bir değildir.
Yine hükümdar ile, onun özel odasında oturup konuşmayı isteyen kimse ile, sıkıntılarından kurtulmak için onunla salonda görüşmeyi isteyen kişi eşit olmaz.
Yakın olan şeylerin birbirine tesiri vardır. Bazı yakınlıklar insanı yükseltirken, bazıları da alçaltır. Hükümdarla salonda oturmakla, özel odasında oturmak aynı değerde olmayıp her biri için farklı dereceler mevcuttur. Bu hakikat Kur'ân-ı Kerîm'de (meleklerin ağzından) şöyle dile getirilmiştir:
"Bizden herkesin belli bir makamı vardır."
Bazı gruplar bu dünyaya bağlandıklarından beşerî karanlıklar onları kaplamış ve basiretlerini kör etmiştir. Böylece onlar ulvî (yüce) âleme değil, süflî (basit) arzularını tatmin ettikleri âleme yönelip bütün himmetlerini, çöplüğe atılmış leş değerinde olan dünya zevklerini ele geçirmeye sarfetmişlerdir.
İşte böyle insanların amelleri boşa gitmiş, emelleri yok olmuştur. Onlar, her an iki azap içindedirler. Biri, elde ettiklerinden ayrılık ateşi, diğeri de ileride tadacakları cehennem ateşidir. Şu âyet onlardan bahsetmektedir:
"Âhirette onlara ateşten başka hiçbir şey yoktur. İşledikleri ameller orada boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları da bâtıldır."
Bazı topluluklar da bu âlemden kopmak, beşerî karanlıklardan kurtulmak için gayret ettiler. Riyazetle meşgul olup nefislerini terbiye ve tezkiye ettiler. Böylece manevî yolda mesafe katederek, dünya ziynetlerini terkettiler. Lâkin üzerlerinde bulunan tabiat ve beşeriyete ait kalıntılar nedeniyle, Hakk'ın iradesine, lütuf ve ihsanına tamamen mazhar olamadılar. Fakat cehennemden kurtuldular.
Bir grup kendilerine korkunun galip gelmesiyle eziyet yeri olan cehennemden kurtulmuş, bir diğeri ümidin galip gelmesiyle, ikram yeri olan cenneti kazanmıştır.
Bu fırkalar, güzel halin en yükseğini bırakıp ondan daha düşük olanla, en mükemmeli bırakıp ondan daha aşağıda olanla, en değerliyi terkedip ondan daha alt seviye olan hallerle meşgul oldukları için ilerideki cehennem aza-bıyla cezalandırılmasalar dahi, her an hissettikleri ayrılık ateşiyle cezalandırılmışlardır. Nitekim dostlar nazarında ayrılık ateşi, yakıcı ateşten daha şiddetlidir.
Bir şair demiş ki:
Eğer musallat edilse ateş-i hicran; Elbet bir gün erirdi cehennem ateşi.
Soğuklardı yalazlarla kavrulan mekân; Ciğerler kor olurdu ve sarardı seni.
Diğer bir grup da beşeriyet ve tabiat âleminden ayrılıp mâna âlemine kanat açtı. Onların üzerinde beşeriyet âlemine ait herhangi bir şey kalmamış, onlar kâinatı aşmış, mevcudatı geçmiş, halktan uzaklaşmıştır. Kalpleri Allah'a bağlı olup onların tüm istek ve arzuları Hak'tır. Bu gibi kimselerin dili Hakk'ın dili olduğu için onlar konuştuklarında âdeta Hak Teâlâ konuşmaktadır. Onlar derler ki:
"Dünya ve ukba, cennet ve cehennem ile meşgul olmayız. Allah Teâlâ bizden razı olduktan sonra biz ne diye bunlarla uğraşalım. O, her şeye kadirdir; dilerse cehennemde de bize nimet verir, ikramda bulunur. Eğer bize azap etmeyi dilerse -ki bundan Allah'a sığınırız- cennette de eder. Bizler O'nun cennetini arzuladığımız veya cehenneminden korktuğumuz için ibadet etmiş olursak, tereddütlü ve tek taraflı ibadet edenlerden oluruz. Böyle bir tutum içinde bulunan kimseler Kur'an'da yerilerek haklarında şöyle buyurulmuştur:
"İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah'a tereddütlü ibadet ederler. Kendisine bir hayır dokunursa yatışır, başına bir belâ gelirse yüzüstü dönerler. Böylece dünyayı da âhireti de kaybederler. Bu ise apaçık bir ziyandır." Bunun için bizler O'ndan başkasına ibadet etmeyiz.
İşte bu gruba dahil olan insanlar sadece Allah'ın rızasını arzular. Bunun için Allah Teâlâ onlara dünya ve âhiret mülkünü vermiştir. Onlar fakirlik kaftanı giymiş mâna sultanlarıdır.